TASARRUFUN TAHSİLİ

Halil KAŞIKÇI

Yaşları 30 civarında olan yahut 90’lı yıllarda doğan gençler, imkânlar bakımından çok şanslı kimselerdi. Hayat şartları, gelir seviyesi, ulaşım ve iletişim imkânları müsbet yönde bir hayli mesafe almıştı.

Lâkin buna karşılık; el âlem ile münasebetlerin artması, başkalarının düşüncesine ve beğenmesine göre yaşama, hayatı ona göre dizayn etme daha fazla ağırlık kazanmış ve hayat şartları olabildiğince zorlaşmıştır.

Televizyon, reklâm, marka merakı… derken tüketimin artması; bu harcamalara yetişmek için yapılan çabalar, ailede baba ile birlikte annelerin de çalışmalarını mecbur kılmıştır.

Çocukların yabancıların ellerinde büyümeleri sonunda; çocuklarda oluşan sevgi açlığı, hattâ kültür, âdet ve an‘ane ikilemi yavruların zihniyet ve davranışlarında etkili olmaya başlamıştır.

Pederşâhî / ataerkil aile aranır olmuş; önceleri büyüklerden ayrı evlerde yaşamak şart koşulurken, sonradan onlara olan ihtiyaç fark edilmiş, babaanneye veya anneanneye sabahın erken saatlerinde sokaklarda torun bakma vazifesini devretmek için koşuşturmalar başlamıştır.

Tabiî ki bu dünyalık koşuşturmalar, çabalar ve tüketime yetişme hırsı; insanımıza âhireti, Allah Teâlâ’yı, Peygamber -aleyhisselâm-’ı, ibâdeti, ölümü, hesabı, cenneti ve cehennemi unutturmuştur. Bütün bu hakikatler için hazırlık, ya emekliliğe veya yaşlılığa tehir edilmiştir. Bu ne büyük bir kayıp ve ne büyük bir gaflettir!

Hâlbuki hakkına râzı olma ve kanaat ne kadar büyük bir zenginliktir. Ayağını yorganına göre uzatmak, helâl lokma hassâsiyeti içerisinde nafakayı temine çalışmak ve bunun verdiği gönül huzuru ile yaşamak, hürmet ve muhabbet… insan hayatında saâdetin anahtarları mesâbesindedir.

Örf ve âdetimiz bu çizgiler üzerindeydi. Aile içerisinde ihtiyaç belirlemek ve bu ihtiyacın giderilme plânını yapmak, bir edep ve saygı içerisinde olurdu. İstekler direkt olarak belirtilmez, hattâ ısrar da edilmez idi. Çocukların veya gençlerin babaya ulaşmak için, babaanneyi veya anneyi vasıta edinmeleri edeptendi.

Burada bir hâtıramı anlatmak isterim:

Tahminen ilkokul 4 veya 5’inci sınıftaydım. Okulda öğretmenimiz spor için beyaz ayakkabı istedi. Bu ayakkabı; üstü bez, kenarları ve altı lâstik yapıştırma, hafif ve tahminen o zamanlar 2-3 liralık bir pabuçtan ibaretti. Biz ihtiyacımızı doğrudan babamdan isteyemezdik. Ben anneme söylerim, annem bir fırsatını bulur babama söyler, babam da müsait bir zamanda beni yanına alarak Kapalıçarşı’da ayakkabıcı olan arkadaşına veya bir tanıdığına gider ve alırdı.

Yine böyle bir prosedür işledi ve babam bana keten, beyaz bir ayakkabı aldı. Mahalleye gelince gazete kâğıdına sarılı ayakkabı paketini açtım, iki ayakkabının bağlarını birbirine bağladım ve heybe gibi, biri arkama biri önüme gelecek şekilde omuzuma attım, -herkes görsün diye- biraz sevinç, biraz gösteriş, biraz da heves ile eve gelene kadar mahallede gezdim.

İtiraf edeyim ki; babam gıda ve bakkaliye işi yapardı ve gelirimiz ile bu ayakkabıyı rahatça alabilirdi. Fakat ihtiyacı tam tespit etme, imkânları yerinde kullanma, yokluğu hissetme ve alınanın kıymetini bilme gibi hasletleri ancak bu şekilde öğrendik.

Zor elde etmenin getirisi; malı korumak, sahiplenmek ve kıymetini bilmektir.

Tasarrufun tahsili veya okulu yoktur. Bu gibi hâdiseler âdeta bir staj mahiyetindeydi. İnsana malın kıymetini öğretirdi.

O yaştaki çocuklar devamlı büyümekte oldukları için, «giydikleri zarar, yedikleri kâr» diye düşünülürdü.

Varlıklı ve zengin olmak bu uygulamaları engellemezdi.

Dedem ile aramızda geçen bir hâtıram da şöyledir:

Bir gün dükkâna elinde bakraç olan bir adam geldi.

Dedeme;

“–Hacı baba, hastahânede hastamız vardı; onu ziyarete geldim, biraz da tatlı getirmiş idim. Fakat hastahânede tatlıyı içeri almadılar. Onu siz satın alır mısınız?” dedi.

Dedem de;

“–Olur yeğenim, ver bakayım…” dedi.

Ben de tatlının bal olduğunu bilmiyorum. Pekmez filân zannettim. Dedem bala baktı ve satın aldı. Akşam eve götürmek üzere dükkânın bodrumuna koydum.

Öğle vakti yemek zamanı geldi. Dedem bana 7,5 kuruş verdi. Çeyrek pide aldık. O zaman tam pide ekmek, 30 kuruştu. Çakısını çıkardı, ağzını sildi ve bana vererek;

“–Bodruma in karnını doyur!” dedi.

Bodruma indim, daha bakracın üzerindeki bezi yeni açıyordum ki dedem yukarıdan seslendi;

“–Aman oğlum çok yeme ki karnın ağrır.” dedi.

Ben de;

“–Peki dede!” dedim.

On iki-on üç yaşlarındaki bir çocuk, yalnız ekmek ile ne kadar bal yiyebilir. Mesele tabiî ki o değil; ölçülü olmak, kıymet bilmek, savurgan olmamak gibi değerleri vurgulamaktı. Allah onlardan râzı olsun.

Onun için merhum Musa Efendi Üstâdımız; bize vakıfta;

“–Bir simit alacaksan bile, iki simitçiye soracaksın!” derdi. Vakıf hassâsiyetini böyle öğretirlerdi.

Yüce Allah şefaatlerine bizleri nâil eylesin.

Şimdi gençlere bu gibi hâdiseler, ancak bir hikâye gibi geliyor. Fazla bir şey vermiyor. Bir şeyi kolay elde etmek; bütün heyecanı, arzuyu, korumayı alıp götürüyor.

Allah -celle celâlühû- yeni yetişen nesli muhafaza etsin. Geçmişten ders almayı, kültürümüze, an‘anemize sahip çıkıp Kur’ân ve Sünnet rehberliğinde yaşamayı nasip etsin.

Âmîn…