NİMETİN GETİRDİĞİ MES’ÛLİYET
Âdem SARAÇ vardisarac@yahoo.com.tr
Müslüman, mükellef bir insandır. Sorumludur yani.
Ne ile ne kadar ve ne zaman sorumluysa, onu o kadar ve o zaman yerine getirmelidir.
Medine müslümanları olarak temâyüz eden bu güzîde insanlar, Mus‘ab Hocanın yetiştirdiği güzel şahsiyetlerdi. Her güzel şahsiyet de güzelliği ölçüsünde bir şeyler yapma gayreti içindeydi. Sorumluluklarının gereğini yapıyorlardı yani.
O günün Yesrib’i, karmaşık bir toplumdan oluşuyordu. Evs ve Hazrec kabîlelerinden oluşan müşrikler; Benî Kaynuka, Benî Nadîr ve Benî Kurayza’dan oluşan yahudiler; sayıları az olsa da varlıklarını hissettiren hıristiyanlar vardı.
İslâm güneşinin doğuşuyla da müslümanlar oluşmuştu…
Yahudi ve hıristiyanların, ilk dönemlerde İslâm’dan ve müslümanlardan uzak durduklarını görüyoruz. Bir tek kelime bile duymamak ve duyurmamak için fevkalâde bir gayret sarf ediyorlardı.
Ama bu arada İslâm’ı, müslümanları ve Medine’deki gelişmeleri çok ciddî bir şekilde takip ediyorlardı. Her gelişmeyi kendi aralarında değerlendirip, kendi açılarından tedbirler alıyorlardı.
Müşrikler ise; temelde yahudi baskısından kurtulmak istedikleri için, bu yeni dîni bir kurtuluş olarak görüyorlardı.
Her şeyinin başına aldığı Kur’ân ile yeni bir toplum inşâ etmeye çalışan Mus‘ab Hoca, her geçen gün yenileri halkasına alıyordu.
Anlatılanların doğru bir şekilde ve yeterince anlaşılması ve bütünüyle hayata yansıtılması için, çok yönlü bir çalışma yapıyorlardı.
Bütün müslümanlar, her biri büyük bir fedâkârlık ile çalışıyorlardı. Herkes büyük bir sorumluluk içindeydi. İşi sadece Mus‘ab Hocaya havale etmemişlerdi. Onlar da ellerinden geleni yapıyorlardı.
Çalışmalar öyle bir ciddiyetle yapılıyordu ki, sistemin temel taşları da atılmış oluyordu. Mes’ûliyet şuuru, her birini harekete geçirmişti.
Hazret-i Es‘ad biz Zürâre’nin evinde ne zaman bir toplantı yapıldıysa, ilgililerin hepsi gelmişlerdi.
Düzenli olarak toplantı, ders ve sohbetler yapılıyor ve bu toplantılarda kimsenin uyarıp hatırlatmasına gerek kalmadan, muhataplar bizzat takip ediyorlardı. Bazen müessese içi değil, bahçe sohbet ve dersleri yapıldığında, aynı kadronun oraya da katıldığı görüyoruz.
Yani her birini teker teker aramaya gerek kalmıyordu. Onlar birbirlerini arayıp, yönetime ciddî bir şekilde yardımcı oluyorlardı. Tam bir teşkilât şuuru içinde hareket ediyorlardı.
Mes’ûliyet şuuru taşıyan bir insana; «Şunu şöyle yap!» gibi bir şey söylemeye hiç gerek yoktu. Daha doğrusu olmamalı. Eksik bir şey varsa ya da çıkarsa, bir bakış yeterli olmalı.
Her dönemin ve her hatibin kendine mahsus takdim-sunum tarzları vardır.
Mus‘ab Hoca da, bugünkü mânâda yeri geliyor «konferans» tarzını kullanıyor, yeri geliyor «seminer» şeklinde sunum yapıyordu. Yerine göre «ders», «sohbet», «hasbihâl», «vaaz» tarzlarında sunumlarını yaptığı oluyordu. O günlerde sunumlara böyle isimler verilmemiş olmasa da vâkıa olarak vardı.
Mus‘ab Hoca belli bir süre, ders olarak sadece kendisi anlatıyordu. Zaman içinde konuşmacı ve hatipleri yetiştirdiği için; ikili, üçlü, bugün panel dediğimiz tarzda sunumlara geçmişti. Daha da ilerleyen dönemlerde bütün konuyu bir veya birkaç kişinin anlattığı oluyordu. Mus‘ab Hoca burada sadece yönetici durumda kalıyordu. Böylece onu dinleyenler arasında, çokça hoca-hatip yetişmişti.
Bu arada Hazret-i Abdullah İbn-i Ümm-i Mektûm’u da unutmamak gerekir! Ancak daha önce de zikrettiğimiz gibi; onun faaliyetleri kaynaklarda pek fazla zikredilmediği için, onunla ilgili ayrıntıları paylaşamıyoruz maalesef.
Mus‘ab Hocanın yaptığını, ileriki yıllarda Medine Dönemi içinde Peygamberimiz -aleyhisselâm- ve bazı önde gelen sahâbîler de yapacaklardı. Fakat burada Mus‘ab bin Umeyr; önünde böyle bir örneği yokken, bu metodu geliştirmişti.
Mus‘ab Hoca; süreli ve serî olan ders ve sohbetlerde aynı şahısları görmediği zaman, onların nerede olduklarını sorardı. Bir sıkıntıları varsa, giderilmesi için de özel çalışmalar yapardı.
Ayrıca, ders ve sohbetlerde çok ciddî değerlendirmeler yapıyordu. Dinleyip, bilgilenip dağılmak değil; ilgilenip, bilgilenip, hayata geçirmek için, gayret ediyordu. Bu arada kimlerin neye yatkın olduklarını öğrenerek, onları aktif hâle getiriyordu.
Böylesine ciddî çalışmalarla, ilgi duyup kendiliklerinden gelenler de vardı. Müslüman olanlar, aynı zamanda çok güzel örnek de oluyorlardı çünkü.
Ama bu arada karşı koyanlar da vardı tabiî.
Fakat Hazret-i Mus‘ab; öyle güzel bir tavır sergiliyordu ki, gelenler ne kadar sert veya kötü niyetli olurlarsa olsunlar, oturup onu dinlemek zorunda kalıyorlardı. Dinleyenler de İslâm ile şerefleniyorlardı tabiî ki.
İslâm ile şereflenenler de boş durmuyorlardı. Onlar da başkalarının kurtuluşlarına vesile oluyorlardı. Kurtulanlar kurtuluşa vesileydiler öyle ya…
Anlatılan şeyleri aralarında müzâkere ediyorlar, anlaşılmayan şeyleri sorup öğreniyorlardı.
Mus‘ab Hocanın sohbetlerine katılmak için, sadece oturup davet beklemiyorlardı. Kendileri takip ediyorlardı. Ayrıca birbirlerini de haberdar ediyorlardı. Hiçbiri hazırcı olmuyordu yani.
Ortama göre ellerinden gelen işlere el atıyorlardı. Yapmaları gerekenleri hakkıyla yapmanın çabası içindeydiler. Herkes yapabileceğini yaptığı için, kimsenin üzerine iş yükü binmiyordu.
Nimetler arttıkça mükellefiyetler de (sorumluluklar da) artardı. İslâm nimeti içinde olanlar, bunun dışında kalanlara bir şekilde ulaşmakla mükellef olduklarını unutmamalılar.
Bunu biz de çok iyi düşünmeli ve sorumluluklarımızı yerine getirmeye çalışmalıyız. Hazret-i Mus’ab böyle yetişmişti. Her şeyimize en güzel örnek olan Peygamber Efendimiz, çok güzel örnekler yetiştirmişti.
-Sallâllâhu aleyhi ve sellem…-