Gerçek Saâdet O’NUN İZİNDE…

YAZAR : M. Ali EŞMELİ

İnsanoğlu saâdet ve mutluluğu arıyor ömür boyu.

Bu arayış;

Bakış pencerelerine göre o kadar farklı noktalarda ki, saymakla bitmez. Herkes kendine göre bir yerde saâdet ve mutluluk arıyor.

Dünyadaki hareketlilik, hep bu arayıştan.

Hattâ;

Patlak veren zulümler de hep bu arayış dolayısıyla. Kimileri kendi saâdet halkasını, başkalarına zulmederek güçlü yaşamakta zannediyor. Kimileri başka memleketlerin vampir gibi tüm servet damarlarını emerek zengin yaşamakta zannediyor. Bu yüzden yakıp yıkıyorlar bütün devranı. Mazlumlara kan ağlatıyorlar. Masumları diri diri enkazların altına gömüyorlar.

Böylece kendilerine rahatlık arıyorlar.

Fakat;

Hiç bulamıyorlar tabiî. Kaldı ki, bu şekilde aradıkça, aradıkları şeyi de sadece kaybediyorlar aslında.

İşte;

Dünyanın başına daha büyük belâlar açıyorlar, daha büyük felâketlerin âmili oluyorlar. Çünkü onlar, saâdet ve mutluluğu kendi nefislerinin keyfi olarak anlayan akılsızlar. Onlar; «gel keyfim gel» demeye kalktıkları her anda aslında herkesin keyfini kaçıran bir zulüm bataklığına adım atıyorlar. O zulüm bataklığında da insanın ne ile karşılaşacağı ise elbette malûm; huzur ve mutluluktan başka her şeyle, nihayet ebedî bir hüsranla.

Yani;

Saâdet ve huzur denilen defineyi, nefislerinin çok süslü fakat vahşî gözlükleriyle arayanlar; hiçbir zaman bulamamışlardır, bulamazlar da. Sapkınlığa sürüklenmiş bir aklın, çok mantıklı geçinen son derece gaddar ve zâlim gözlükleriyle arayanlar da asla bulamamışlardır, bulamazlar da. Yüce sevdâyı kaybedip süflîleşmiş bir kalbin, dürtülere yenilmiş bozuk ve duyarsız duyguları etrafında ilâhî hakikatlere karşı tamamen körelmiş karanlık gözlüklerle arayanlar da bulamamışlardır, bulamazlar da. Ne kadar bilse de Allâh’a nisbetle sadece câhil ve âciz olan insanoğlunu türlü türlü bilgiçliğin iflâh olmaz âmâlığına mahkûm eden hırs, gurur ve kibir gözlükleriyle arayanlar da bulamamışlardır, bulamazlar da.

İnsanlık tarihinde her devr-i cehâlet bu yüzden yaşandı.

Şimdi;

Modern câhiliyye de bu yüzden yaşanmakta.

Çare;

Anlayabilenlere her zaman âşikâr. Fakat zavallı insanoğlu; yersiz saplantılarla hep başka çareler arıyor, lâkin bu hususta ezelden ebede başka bir çare yok.

Sadece tek çare var:

Geçmişteki devr-i cehâleti, asr-ı saâdet yapan ilâhî gerçek.

Hazret-i Muhammed Mustafâ j…

İnsanlık, gerçek saâdeti ancak O’nunla tanıdı, ancak O’nunla bildi ve ancak O’nunla yaşadı.

Çünkü O j;

Her âfete karşı yegâne rahmet oldu. Her felâkete karşı yegâne rahmet oldu. Millî şairimizin ifadesiyle:

Âlemlere, rahmetti, evet, şer‘-i mübîni,
Şehbâlini adl isteyenin yurduna gerdi.
Dünyâ neye sâhipse, O’nun vergisidir hep;
Medyûn O’na cem‘iyyeti, medyûn O’na ferdi.
Medyundur O Mâsûm’a bütün bir beşeriyyet,
Yâ Rab, bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret!

Bu itibarla;

Ömür boyu O’nun izinde bir hayat sürmeli. Îmanda, ibâdette, davranışlarda, her türlü güzel ahlâk ve insâniyette O’nunla aynı, O’nunla beraber yaşamak, iki cihanda da en büyük saâdet.

Âgâh olmalı ve unutmamalı:

Yollar çeşitli yerde, izimler de muhtelif,
İzler de türlü türlü fakat hepsi lâm-elif.
Tek yol cihanda nûr-i Muhammed’dir ey gece,
Hakk’ın budur bu halka O Son Mührü, sâdece;
Dünyâ ve âhirette saâdet O’nun izi,
Seyrî, O’nun izinde hayat, kurtarır bizi!

Dün;

O’nun izinde insanlık muhteşem bir fazîletler medeniyetine şahit oldu. Kâ‘bına varılmaz bir asr-ı saâdeti idrâk etti.

Bugün ise;

O’nun izinden ayrı düşmenin en ağır felâketlerini yaşıyor insanlık. Beşikler paramparça oldu. Gönüller, îmanlar, tarihler, şehirler, vatanlar perişan oldu. Menfaatçiliğin en acımasız egoizmine esir düştü bütün dünya. Pragmatist felsefeler, vicdanlarını rencide etmesin diye her türlü merhamet ve şefkati bir kenara fırlattı.

Bu yüzden;

İnsanlığa en zararlı ve bulaşıcı bir virüs olan câhiliyyet, tekrar hortladı.

Bu virüs, maalesef müslümanlara da sıçradı.

İşte o virüsün yol açtığı çok acı ve iki dünyada da neticesi çok ağır musîbetler:

İffetsizlik…

Tam revaçta. İslâmî ölçülere göre bir iffeti, bugün bazı müslümanlara bile anlatmak zorlaştı. Zinâya götüren her türlü ihtilât normalleşti. Vücut hatlarını belli etmemenin farzı olan örtüdeki bu asıl hedef, ne yazık ki tam tersine vücudu belli etmeyi şart kılan bir hevese dönüştürüldü. Hazret-i Peygamber j’in;

«كَاسِيَاتٌ عَارِيَاتٌ : Giyinik çıplaklar» diyerek reddettiği tipler ve bu tiplerin giyim tarzları, maalesef moda hâline geldi.

O saâdet devrinde hiç görülmemiş olan bu tipler hakkında Peygamber Efendimiz şöyle buyurmakta:

“Cehennemliklerden kendilerini dünyada henüz görmediğim iki grup vardır:

•Biri, sığır kuyrukları gibi kırbaçlarla insanları döven bir topluluk.

•Diğeri, GİYİNMİŞ OLDUKLARI HÂLDE ÇIPLAK GÖRÜNEN ve öteki kadınları kendileri gibi giyinmeye zorlayan ve başları deve hörgücüne benzeyen kadınlardır. İşte bu kadınlar cennete giremedikleri gibi, şu kadar uzak mesafeden hissedilen kokusunu bile alamazlar.” (Müslim, Cennet, 52)

Bu tiplerin gün geçtikçe arttığı âhirzamanda git gide;

Kadın-erkek karmaşıklığı da meydana geldi. Kadınların erkek gibi, erkeklerin de kadın gibi şekilden şekle girmesi özendirildi ve bu şahsiyetsizleşme, türlü felsefelerle güya kendi kişiliğini kendi istediği gibi ispatmış gibiye çıkarıldı.

Hâlbuki;

Allah Rasûlü j; «Kadınlaşan erkeklerin ve erkekleşen kadınların Allâh’ın lânetine uğrayıp rahmetinden uzak düşeceğini» defaatle ifade buyurdu. (Buhârî, Libâs, 61-62. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Libâs, 28; Tirmizî, Edeb, 24; İbn-i Mâce, Nikâh, 22; Ahmed, Müsned, II, 325)

Bir diğer musîbet;

Lût Kavmi’nin kötü ahlâkı. Bütün bir kavmi helâk eden bu belâ, yeni nesillere çok normal bir şey olarak telkin ediliyor. Aile hayatı ve toplum, bu şekilde çökertilmek isteniyor.

Bir diğer musîbet:

Yabancılara benzemek.

Kılık-kıyafette, saç ve sakal gibi vesaire şeklimizle alâkalı çeşit çeşit gayr-i müslimlere benzemek. Ne çıkarmış, ne olurmuş, pek de mühim değilmiş gibi zannediliyor ya, Peygamber Efendimiz’in vurgusu çok açık:

مَنْ تَشَبَّهَ بِقَوْمٍ فَهُوَ مِنْهُمْ

“Kim, herhangi bir topluluğa benzemeye çalışırsa, o, onlardandır.” (Ebû Dâvûd, Libâs, 4/4031)

Hatırladıkça içim burkulur:

Şuurlu bildiğim bir yazar, kendi kaleme aldığı bir eseri bana hediye etmişti. Elime aldım, baktım kitabın başlangıcında bir fotoğraf var; bozuk ve dış dünyadan bir tip. Sordum:

–Kendi kitabının başlangıcına niye bir yabancının fotoğrafını koydun?

Saf bir edayla dedi ki:

–Hayır, bu fotoğraf, onun değil, benim.

Mecburen şöyle dedim:

–O hâlde sen niye kendini bir yabancıya benzettin? Üstelik niye bunu kitabına mühür yaptın?

Önce;

Mâsumâne bir aşağılık kompleksi.

Sonra da;

Benzeme tuzağına av olup ortaya çıkan acı neticeler.

Bir diğer musîbet;

Marka hastalıkları ve israf…

Zevkine ve keyfine harcamalar. Allah için bir kuruş verirken elleri titreyenlerin; marka uğruna ve israf çılgınlığına varını yoğunu çekinmeden sarf etmesi, ne kötü bir ahlâk! Müslümanlara kan ağlatanların keselerine hizmetçilik etmek, sadece köleleştiren bir kanser! İnsanın değerini daha çok alçaltan ve onu cüceleştiren bir büyüklenme ahmaklığı.

Yüce Allah boşuna buyurmamış:

“Saçıp savuranlar, şeytanların kardeşleridir!..” (el-İsrâ, 27)

Bir diğer musîbet;

Kalbi öldüren ortamlar…

Şu veya bu isim altında bir araya gelinen, fakat içerisinde vakit öldürülen, gönül öldürülen, ahlâk öldürülen mubah kılıfına uydurulmuş günah ortamları. Kafaları sargı bezi gibi örtülü kız çocuklarıyla sözüm ona dindar genç erkekler bir arada harman olmuş, güya İslâmî entelektüel kesim, okumuş kesim. Sigara ve nargile dumanları altında orijinal felsefeler üretmekle meşguller güya. Yazık, aklı dirilteceğiz diye kalplerini öldürmeye ikna edilmiş nefsânî tipler, o nefsânî günah ortamlarında ne hâsıl edebilirler ki! Sadece âhiret kaybı…

Bir diğer musîbet;

Fâiz…

Sanki câiz! Yahu Allâh ile savaşmanın lâmı-cimi olur mu?

Allah ki savaş açtı, haramdır dedi fâiz,
Câiz mi kul ağzıyla helâl olması, vâiz? (Seyrî)

Hiçbir kul yorumuyla câiz denilemez fâize. Allâh’ın haram fetvâsı varken kulların helâl fetvâsı sökmez. Kaldı ki fâiz, bizzat Allâh’ın savaş açarak haram kıldığı bir günahtır. Bulaşanı kahreder, iki dünyasını da berbat eder.

Bir diğer musîbet;

Rezil programlar…

Gerek internette gerek televizyonlarda gittikçe artan İslâm’a ters ve kötü programlar. Hele âhireti unutturan, hattâ hatırlamayı bile akıldan uzak tutan ve bu şekilde dimağları öldüren zehirli programlar. Onların bir de cep telefonlarında patlaması ve insanları gaflet robotları hâline döndürmesi, ayrı bir hastalık ve vebâ. Onlar, gönüllü esirler üreten tuzaklar. İyi yönleri kullanmayı öne çıkarıp da kötü yönleri devreye sokarak şeytana kullanılmak şeklinde, nesilleri helâk edici pusular.

Bir diğer musîbet;

İyiliğin emredilmesini ve kötülüğün yasaklanmasını terk…

Yani emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münkeri bırakmak. Bu büyük bir musîbet. Çünkü kötülükler yasaklanmayıp serbest olunca iyilikler de emredilmeyince, devran tersine dönüyor. Sonra bu zarûrî farzın yerine getirilmesi, neredeyse abes duruma düşürüyor. Hakkı söylemek, kötü algılanmaya ve kınanmaya başlanıyor. Doğruluk ve hak kınandıkça da eğriliğe ve bâtıla dalmak bir maharet sayılıyor âdeta. Fakat bu dalışın âkıbeti fecî. Zira cehennemlikler mahşer günü niye bu azâba düştüklerini anlatırlarken bu gerçeği de itiraf edecekler:

“(Bâtıla / isyan, cehâlet ve dünyaya) dalanlarla beraber dalıyorduk.” (el-Müddessir, 45)

İlk bakışta;

Bazen çok sıradan, bazen pek ehemmiyetsiz, bazen de çok basit şeylermiş gibi görünen bu vaziyetler, birer câhiliyyet tezâhürü olarak, aslında öyle ağır musîbetlerdir ki, nice memleketleri ve milletleri toptan hüsranlar içinde yerle bir etmiştir. Bu bakımdan Kur’ân-ı Azîmüşşân, yaşanmış misaller etrafında bu helâk oluş tablolarını âdeta safha safha seyrettirmekte, böylece dünyevî ve uhrevî hüsranlara karşı yeni nesilleri ikaz ve irşad etmektedir. Çünkü kavimlerin başına musîbetler yağdıran helâk sebepleri, insanları, Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî yardımlarından, sayısız lütuflarından ve sonsuz rahmetinden mahrum etmektedir. Fakat gerçek kulluk ve kurtuluş, rahmetten mahrumiyet değil ilâhî yardımlara ve lütuflara nâiliyetledir.

Her gün her namazda şu âyeti defaatle tilâvet ediyoruz:

اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ اِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُ

“(Ey Rabbimiz!) bizler, ancak Sana kulluk ederiz ve yine ancak Sen’den yardım isteriz.” (el-Fâtiha, 5)

İşte;

Bu duânın tecellîsi, insanlığa musîbet sebebi olan bütün gafletlerden, günahlardan, isyanlardan, cehâletlerden ve her türlü kötülüklerden kaçınmaya bağlıdır.

Yani;

İnsanların yaşadıkları musîbetlerin sebepleri sadece maddî gerekçelerle izah edilirse noksan kalır. Maddî gerekçeler her zaman göz önündeki şeyler, fakat daha mühimmi göz ardı edilen nice mânevî sebeplerdir ki bunlar, toplumları sıkıntıdan sıkıntıya sokan asıl gerçeklerdir. Allâh’ı öfkelendiren isyanların hayatlara ve milletlere yansıyan ağır faturasını görmezden gelmek, bütün mantıklı çarelerin bile kökten geçersizleşmesi değil midir?

Bu bakımdan;

Önce fert olarak kendimizi en güzel bir kulluk ile lâyıkıyla ıslah ve ihyâ etmeli, sonra da bütün cemiyeti. İşte bu gönül diriliği, dünya ve âhirette arzu edilen cümle lütufların ve ilâhî yardımların en gerekli vesilesi.

İşte bu da;

Ancak Muhammed Mustafâ j’in rehberliğinde, O’nun şahsiyet ve karakterini örnek almakla, yani ömür boyu O’nun izinde yaşamakla mümkündür. Hele ki âhirzamanda. Hele ki bugün. Eğer dünyaya yeniden adâlet ve merhamet hâkim olsun isteniyorsa, bugün mü’min gönüller, yekvücut hâlinde Hazret-i Peygamber’in silinmez hayat izlerine ve O’nun mübârek ellerindeki mukaddes çarelere koşmalıdır. Çanakkale muharebelerinde Binbaşı Lütfi Bey’in o amansız mücadele ortasında Hazret-i Peygamber’in âlemlere rahmet ve rehber oluşuna sarılarak;

“Yetiş yâ Muhammed! Kitabın elden gidiyor!”

Rus işgalinin yaşandığı zor günlerde de Cûdî Bey’in;

“يَا سَيِّدَ الْوَرَى قُمْ، قَدْ قَامَتِ الْقِيَامَةِ / Ey varlıkların Efendisi, kalk; kıyâmet kopmaktadır!” diye canhıraş feryâdı içinde bütünleşen mü’min ve fedâkâr ecdâdımıza nasîb olan eşsiz zaferleri hep O’nun silinmez izlerinde idrâk etmelidir.

Hâsılı yegâne kurtuluş için bütün insanlık;

O rahmeti idrâk etmelidir.

O rahmeten li’l-âlemîn’i idrâk etmelidir.

Ebediyet istikametinde takvâ yolunu rahmet yolu hâlinde cennete bağlayan O’nun mübârek adımlarını idrâk etmelidir.

Hele âhirzamanda;

O’na kardeşlik fırsatını tam olarak idrâk etmeli ve bununla ihyâ olmalıdır, gönüllerimiz ve nesillerimiz.

Ne büyük müjdelerle ve ikazlarla doludur şu meşhur rivâyet:

Vefâtına yakın Rasûlullah j, ashâbıyla birlikte kabristana gitti ve;

“–Allâh’ın selâmı üzerinize olsun ey mü’minler diyârının sâkinleri! İnşâallah bir gün biz de size katılacağız.

Kardeşlerimizi görmeyi çok isterdim. Onları ne kadar da özledim!” buyurdu.

Ashâb-ı kiram;

“–Biz Sen’in kardeşlerin değil miyiz yâ Rasûlâllah?” dediler.

Efendimiz;

“–Sizler benim ashâbımsınız, kardeşlerimiz ise henüz gelmemiş olanlardır.” buyurdu. Bunun üzerine ashâb-ı kiram sordu:

“–Ümmetinden henüz gelmemiş olanları nasıl tanıyacaksın ey Allâh’ın Rasûlü?”

Fahr-i Kâinat j Efendimiz;

“–Bir adamın alnı ve ayakları ak olan bir atı olduğunu düşünün. Adam bu atını, hepsi de simsiyah olan bir at sürüsü içinde tanıyamaz mı?” diye sordu. Sahâbe;

“–Evet, tanır ey Allâh’ın Rasûlü!” dediler. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem j şöyle buyurdu:

“–İşte onlar da abdestten dolayı yüzleri nurlu, el ve ayakları parlak olarak geleceklerdir. Ben önceden gidip (Kevser’den) ikrâm etmek için havuzumun başında onları bekleyeceğim.

Dikkat edin! Birtakım kimseler, yabancı devenin sürüden kovulup uzaklaştırıldığı gibi benim havuzumdan kovulacaklar. Ben onlara;

«–Buraya gelin!» diye nidâ edeceğim. Fakat bana;

«–Onlar Sen’den sonra hâllerini değiştirdiler, (Sen’in sünnetini takip etmeyip başka yollara saptılar.)» denilecek. Bunun üzerine ben de;

«–Uzak olsunlar, uzak olsunlar!..» diyeceğim.” (Müslim, Tahâret, 39, Fedâil, 26)

Çok yazık;

O’na uzak düşen gafillere ve mahrumlara!

Çok yazık;

O’nun sünnetini takip etmeyip başka yollara sapanlara!

Çok yazık;

Hâllerini değiştirenlere!

Fakat ne mutlu;

O’nun izinden kıl payı ayrılmayanlara!

Ne mutlu;

Kur’ân ve Sünnet istikametinde yaşayanlara!

Ne mutlu;

O’na kardeş olabilen bahtiyarlara!

Yâ Rab!

Nasîb et!

Âmîn…