DALÂLET DE TEK MİLLETMİŞ!..

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

Geçtiğimiz ay, 13 Ekim’de İstanbul’da bir sempozyum düzenleneceği afişlerle duyuruldu. Afişte ismi geçen bazı şahıslara karşı halkta bir infiâl meydana geldi.1 Halk ile hemen hiçbir zaman imtizaç edememiş Ankara Okulu (Tarihselciler) mensubu bu isimler zaten, birtakım kürsülerde ilâhiyat hocalığı yapmaktalar. Ülkemizde farklı farklı görüşlerde birçok kişi, din nâmına konuşmaya kendini ehil sayıyor. Nice televizyon, vakıf, dernek ve internet mecrâları bunlarla dolu.

Fakat bu afiş, okuyan birçok müslümanı rencide etti. Zira afişte bu sempozyuma, halkımızın millî ve mânevî duygularla sahip çıktığı belediyelerin ve birtakım ticârî müesseselerin sponsor oldukları yazılıydı. İnsanlar demokratik haklarını kullandılar. Telefonlar açtılar, fakslar çektiler, e-postalar gönderdiler. Tepkilerini ortaya koydular. İdare de seçilmiş ve halkın tepkisine kıymet veren bir idarenin yapması gerekeni yaptı. Bütün sempozyumu iptal etmediyse de en çok tepki çeken kişilerin programa katılmamasını istedi.

İşittiğimiz kadarıyla olan, bu.

Fakat bu olanlar üzerine sempozyumda, halk aşağılandı. Kürsüye çıkan birileri tarafından bu tepkilerin sahipleri; Işid, hâricî, yobaz, vs. benzetmelerle hakaretlere boğuldu. Hattâ kendisi de en az men edilen kalemler kadar tahrikçi bir dile sahip olan Mustafa ÖZTÜRK; buna sebebiyet veren halk kitlelerini, ikinci bir 28 Şubat ve Kemalist jargonla tehdit etti.2

Bir başka şey daha oldu:

“Küfür, tek millettir.”

Bir hadîs-i şerif ve bir fıkhî kaide.

Meğer; dalâlet de tek milletmiş.

Sempozyuma halkın tepkisi sebebiyle kabul edilmeyen bu iki tarihselci ilâhiyatçıya, Hilal TV sahip çıktı. Hilal TV’nin sahibi Mustafa İSLAMOĞLU, o akşam televizyonunda İlhami GÜLER’i ağırladı ve Ömer ÖZSOY da, ilerleyen saatlerde programa bağlanıp görüşlerini ve protestolarını ifade etti. İslamoğlu’nun kendisi de telefon bağlantısıyla yayına bağlanarak destek oldu.

Normalde, İslamoğlu ve ekibi; “evrenselciler” olarak addediliyor ve İlhami GÜLER, Mustafa ÖZTÜRK, Ömer ÖZSOY gibi “tarihselciler” tarafından ağır şekilde tenkit ediliyorlar. Tam tersi de vâkî. Evrenselciler de Tarihselciliği düzenledikleri programlarda alabildiğine eleştiriyorlar.

Bilhassa Mustafa ÖZTÜRK’ün; İslamoğlu, Caner TASLAMAN vb’lerine; «tinerci, hibrit, edepsiz, pervâsız tefsirciler» diye hücum ettiği videoları bir ara sosyal medyada popüler idi…3

Fakat iş, İslâm’ın temel sâbitelerine saldırmak ve onu müdafaa edenlere karşı bir cephe oluşturmak meselesi olunca, modernistler birleştiler. Her biri o programda bunun altını çizdi:

“Ayrı görüşlerde olduğumuz hâlde, fikir özgürlüğü sebebiyle birbirimize destek oluyoruz!”

Hâlbuki mesele vicdan ve fikir hürriyeti ile ne kadar bağdaştırılabilirdi ki?

Evvelâ şunu ortaya koymalı:

EDEPSİZLİĞE VİCDAN SERBESTİYETİ YOK!..

İslâm’ın tanıdığı din ve vicdan hürriyeti, def-‘i mefâsid / kötülükleri engelleme ve nehy-i ani’l-münker prensibiyle dengelidir. İslâm; sapıklığa ve sapkınlığa hürriyet tanımaz. İslâm’da edepsizliğin hürriyeti yoktur. İnkârın, şirkin, putperestliğin ve dalâletin fikir hürriyeti yoktur!.. İslâm; şerre giden kapıları kapatan, şerre kilit, hayra anahtar olan bir dindir.

İslâm; mikrop üretmez, ürettirmez. Dînin sahipsiz bırakıldığı ortamlarda mikroplar ürer. Hazret-i Osman’ın katledilmesinden sonra siyâsî karışıklıklar zamanında İbn-i Sebeler, Ca‘dlar, Cehmler türedi ve binlerin vebâline girdi.

Ama İslamoğlu misal olarak, Hazret-i Musa’yı veriyor. Firavun’un ona ve kavmine yaptığı zulümleri, «fikre yapılmış bir zulüm, düşünceden korku» olarak adlandırıyor. Peki, aynı peygamber; Tûr Dağı’ndan dönüşte, kavmini hangi vaziyette buldu?

Sâmirî’nin yaptığı altın buzağıya tapar vaziyette buldu.

Ne yaptı Hazret-i Musa? Kardeşi Harun’un saçına sakalına yapışıp hesap sordu. Sonrasında Sâmirî’yi sorguladı. Ardından onu kavminden tard etti. Kendisiyle temas yasağı koydu. Hâlbuki Sâmirî, tıpkı dalâletlerine «farklı bir fikir» süsü ve görüntüsü vermeye çalışan devrimiz modernistleri gibi; «Ben onların görmediğini gördüm!» diyordu. Hazret-i Musa bu «sanatkâr»ı toplumun dışına attığı gibi, «sanat ve fikir eseri»ni de ateşe attı!.. (Tâhâ, 85-99; el-A‘râf, 150-154)

Hiçbir peygamber, dalâlete ve sapıklığa hürriyet tanımamıştır. Meselâ Hazret-i Şuayb;

“…İnananları Allah yolundan alıkoyarak ve o yolu eğip bükmek isteyerek öyle her yolun başında oturmayın!” (el-A‘râf, 86) buyurdu.

Hattâ; Allâh’ın âyetlerini yalanlayan, alaya alan kişilerle oturup konuşmaya da izin vermez Kur’ân-ı Kerim. Böyle bir ortamda oturmayı, onlardan olmak sayar. Protesto etmeyi emreder. (el-En‘âm, 68; en-Nisâ, 140)

Peygamberimiz; fitneye mahal olan bir mescidi, Dırar Mescidi’ni Rabbimiz’in emriyle yıkmıştır.4 Fikir eseri, sanat eseri kılıfları arkasından İslâm düşmanlığı yapanlara da aman vermemiştir. İşte İslâm Ansiklopedisinden bilgi:

“Peygamber Efendimiz, Ümeyye bin Ebi’s-Salt’ın Bedir Harbi’nde ölen müşriklere yazdığı mersiye şiirinin rivâyetini (okunup aktarılmasını) yasakladı.”5

Peygamberimiz, Sakîf kabîlesinin «namazsız din» teklifini reddetti. Hazret-i Ebûbekir, «zekâtsız din» teklifini reddetti ve onlarla cihâd etti. Hazret-i Ali; tekfirci Hâricîlerle önce İbn-i Abbâs’ı göndererek fikren, sonra kılıçla mücadele etti. Ortak nokta açıktır:

Temel esaslarla oynayana müsaade edilmez.

Üstelik, kimse sizin fikirlerinizi yasaklıyor veya yok etmeye çalışıyor değil ki! İnsanlar; oy verdikleri insanlara, nazlarının geçeceğini düşündükleri sponsorlarınıza sesleniyor:

“Destek olduğunuz bu insanların, şu uç fikirlerini, şu alaycı ifade ifadelerini bile bile onlara destek olmaya devam eder misiniz?”

Onlar da bir mü’mine yakışır şekilde; «Maâzallah!» diyorlar.

Hepsi bu!..

Yoksa bu ülkede ve bu dünyada gayr-i İslâmî her türlü düşünce üretiliyor, yayılıyor, kendisine kanallar, gazeteler, mecrâlar buluyor. Globalleşen dünyada bunları tamamen kurutmanın mümkün olmayacağını herkes zaten bilir. Fakat dalâletin hidâyet kılığına girmesine bizim itirazımız.

İlhami GÜLER, gerçekten çelişkiler yumağı bir insan. Aynı programda, kendisine isnâd edilen bir cümleyi îzah etmek durumunda kaldı:

“İslâm bölücü bir dindir.”

Evet böyle söylüyor Güler. «Bölücü» denilince kimin aklına PKK gelmez ki? «Bölücülük, tefrikacılık» çirkin sıfatlardır. Fakat beyefendi, onu kastetmiyormuş. İslâm; birtakım vahdet-i vücudçu mutasavvıfların dediği gibi, vahdeti esas almaz, varlığı; «Hâlık, Mahlûk» diye, insanları da; «mü’min, kâfir» diye ikiye bölermiş, ayırırmış. O bu maksatla «bölücü» diyormuş.

Tamam, işte tam bu fikir, İslâm’ın sapıklığa hürriyet tanımaması prensibini çok güzel îzah ediyor. İslâm; fikirleri de «böler», daha doğru ifadeyle iki ayrı sınıfta mütalâa eder:

HAK ve BÂTIL

Bâtıla kendisini yayma ve çoğaltma hürriyeti tanımaz dînimiz. Zinâ, iftirâ, cinayet, hırsızlık ve eşkıyâlık gibi suçları cezalandırır. Bizzat Hazret-i Peygamber, talebelerini kader münakaşası içinde görünce gazaplandı. Hazret-i Ömer, fitne ehlini kamçısıyla kovalardı. Abdullah bin Mes‘ud ve İmam Mâlik gibi büyük zâtlar; kader, istivâ vb. mevzularda halkın kafasını karıştırmaya kalkan fitne ehlini yanlarından uzaklaştırdılar. Abdullah bin Ömer -radıyallâhu anhümâ- bid‘at ehlinin cenazelerine dahî gidilmemesini emrederdi. Hattâ âlimlerimiz; «bilgisizce fetvâ veren, insanlara kaçamak yollarını öğreten mâcin müftü ve câhil tabibi meslekten men etme» kaidesini koymuşlardır.6

Eğer Güler gerçekten; «İslâm bölücüdür.» cümlesini kullanmasının muhataplarında rahatsızlık meydana getireceğini idrâk edemiyorsa; ortaokul seviyesinde Dil ve Anlatım dersini, lisans seviyesinde Halkla İlişkiler dersini tekrarlamasında fayda vardır.

Fakat kimi yazar ve filozoflarda görülebileceği üzere, insanları sarsmak, sansasyonel bir şey söylemek istiyorduysa -ki böyle olduğu âşikâr- o hâlde, meydana getirdiği sarsıntıdan şikâyet etmeye hakkı yoktur. Kim söylerse söylesin; «İslâm bölücüdür.» diyen kişi protesto edilir. Kimse cümlenin siyâkına filân bakmaz!..

Kaldı ki, sözlerinin siyâkına bakmamız da bir şeyi değiştirmiyor. Çünkü siyâsî mânâda; «ehl-i küfrü bağrımıza basalım.» diyen bir mutasavvıf da asla yoktur.

İlhami GÜLER; eğer Mevlânâ’yı gerçekten tanımak istiyorsa, Mesnevî’yi okusun. Orada Mevlânâ Hazretleri’nin; kâfirler, münafıklar, mecûsîler, hıristiyanlar vb. gayr-i müslim unsurlar hakkındaki net görüşlerini görecektir. Rubâîler, gazeller gibi kadîm tarz ve üslûp gereği; edebî bir ibhâm, kinâye, târiz ve mübâlâğa sanatlarıyla yazılmış zor anlaşılır metinler üzerinden Mevlânâ okuması yapıp onu sağa-sola şikâyet ederse de, şunu bilmelidir ki yaptığı şey, kendisini sempozyumdan alıkoyan infiâlden pek farklı değildir. Çünkü kendisi, Mevlânâ’nın DİB baskısı eserini, Diyanet Reisi’ne göstererek şikâyette bulunduğunu itiraf ediyor. Senin;

“Diyanet böyle bir eseri nasıl basar?” diye vâveylâ ettiğin gibi, seni ve düşüncelerini; dinleri ve nesilleri için tehlikeli bulan insanlar da, oy verdikleri belediyelerini arayıp; “Bu adam, sizin desteklediğiniz programda ne arıyor?” demişlerdir.

Dönelim tekrar İslamoğlu’na… Beyefendi, İlhami GÜLER’in maruz kaldığı durumu; Abdullah bin Mes‘ûd -radıyallâhu anh-’ın Kâbe avlusunda ilk kez sesli Kur’ân okuduğunda, müşrikler tarafından uğradığı saldırıya benzetiyor!..

Bunların nazarında; Allâh’ın kelâmını, bir filozofun yâveleriyle aynı teraziye koymak câiz demek ki!..

Hâlbuki; asıl tarihselci, te’vilci, modernist saptırmacı görüşler, tam tersine müşriklerin îzahlarına benzerler. Müşrikler; oturup kendi putperestliklerini, çeşitli fikirlerle, teşbihlerle îzah etmeye çalışırlardı. Derlerdi ki:

“Nasıl bir kralın vezirleri, yardımcıları olursa, bizim putlarımız da Allâh’ın yardımcılarıdır!”

Cenâb-ı Hak onlara cevap verdi:

“Allâh’a misaller getirmeye kalkmayın!” (en-Nahl, 74)

Onlar yine;

“Biz bizi Allâh’a yaklaştırsın diye putlara tapıyoruz. Başka bir gayeyle değil!” dediler. Yine yaptıkları işe bir kılıf, bir felsefî îzah getirmeye çalıştılar. (ez-Zümer, 3) Hıristiyanların Hazret-i İsa’yı ilâhlaştırmasını da tutup putperestliklerine bir delil olarak sunmaya çalıştılar. (ez-Zuhruf, 57-59)

Evet, programda Güler’in de dediği gibi Cenâb-ı Hak, böyle iddialara karşı;

“Delillerinizi getirin!” diyor. (el-Bakara, 111; el-Enbiyâ, 24; en-Neml, 64; el-Kasas, 75… ) Fakat Allâh’ın istediği delil; lâf salatası, felsefe mırıltısı değil, «kitâbî» delildir. O kitap da Allâh’ın kitâbıdır. Allah sorar:

“Allah’tan böyle bir yazılı belge mi aldınız? Allâh’ın size böyle bir yemini mi vardı?” (es-Sâffât, 156; el-Kamer, 43; el-Kalem, 37-39; Fâtır, 40…)

Çünkü, din Allâh’ındır. Onun üzerinde; filozofların, sözde müçtehidlerin üretebileceği, ekleyeceği, çıkaracağı bir şey olamaz. Buna «bid‘at» denir ve merduttur. Hâlbuki bid‘at, kelime köküne baksanız; «yenilik, yeni bir fikir, yeni uydurulmuş bir buluş»tur. Fakat dinde ihdâs yetkisi sadece Allah ve Rasûlü’nde olduğu için, buna fikir hürriyeti tanınmaz.

Elbette, bir şekilde kendilerinde bu salâhiyeti görenler ve bu fırsatı bulanlar bid‘atlerine sahip çıkarlar. Onlar da artık İslâm’ın ana caddesinden uzak düşmüş ve fırkalaşmış olurlar. Tarih boyunca; Hâricîlik, Şîa, Cehmiyye, Kaderiyye, Cebriyye, Mûtezile, Bâtıniyye gibi sayısız fırka, bu; «serbest ipsiz, sapsız düşünceler»in mahsûlüdür. Devrimizde de Tarihselciler, sünneti dışlayan Kur’âncılar aynı kaderi paylaşacaklardır.

Peki; İslâm’da içtihad, tecdid ve teceddüd olmaz mı? Olur elbette… Fakat bir hudut içinde. Sâbiteleri yıkmadan. Esasları çiğnemeden. Ana caddenin içinde kalarak. Fırka ile mezhebin farkı işte bu. Hanefî, Şâfiî, Hanbelî, Mâlikî, Eş‘arî, Mâtürîdî, Selefî… nice mezhep var; hepsi İslâm dairesinin içinde kalarak, farklı görüşleri teklif ediyorlar. Fakat ana sütunları yıkmaya kalkanlar, kendilerini dışarıda bir fırkanın içinde bulurlar.

İslâmoğlu diyor ki:

“Bu kendisine Hanefî diyen güruh, Ebû Hanîfe’ye de aynısını yaptı. Ebû Hanîfe’ye çağdaşı Evzâî ölüm fetvâsı vermiştir. Kur’ân kadîm değil şeklindeki görüşünü dile getirdiği için Ebû Hanîfe zindana girdi ve ölüsü çıktı…”

Diyanet İslâm Ansiklopedisine göre; İmâm-ı Âzam’ı ölüme götüren sebep, Abbâsî idaresine muhalefet etmesi ve onlardan deneme maksatlı gelen kadılık teklifini reddetmesidir.7

İmâm-ı Âzam hakkında, ehl-i hadîs arasında menfî bir propaganda vardı. Başta bunlara inanan İmâm-ı Evzâî’nin; Abdullah İbn-i Mübârek vasıtasıyla, Ebû Hanîfe’yi hakikî kimliğiyle tanıdığı, hacda buluşup kendisine hayran kaldığı, kıymetli âlimler tarafından bildirilmektedir.8

Yine iftira, yine çarpıtma, yine çamuru fırlatıp kaçma tavrı…

Bu yaygaracı adamlar, devrimizde fikir hürriyeti kadar ehemmiyetli bir de demokratik hakların mevcut olduğunu unutuyorlar. Halkın, değerlerine hakaret ettiğini kabul ettikleri kişileri protesto etme hakları pekâlâ vardır. İşte Güler’in özürleri ve garip ifadelerini bin dereden îzahları bile, halkın bu tepkilerinin müsbet neticeleri değil midir?

İslamoğlu, halkın bu demokratik tepkisini;

“Primat dönemine geri mi döneceğiz?” sözleriyle evrime de selâm çakarak ilkellik olarak nitelemeye çalışıyor.

Bu sözde fikir hürriyeti havârîleri; acaba Nurettin YILDIZ Hoca, lâikçi yobazlar tarafından Sinop’a sokulmadığında neredeydiler?

Dr. İhsan ŞENOCAK, nâhak yere vazifeden uzaklaştırıldığında neredeydiler?

Yoksa bu esnada tam tersine bu uzaklaştırmada rol oynamakla, ispiyonculukla mı meşgul idiler!.. O zaman nerede kaldı, hürriyet terâneleri? Siz sadece kendinize mi hürriyetperversiniz?

Siz bir sempozyum listesinden yetkililerin kararıyla çıkarıldınız! Onlar ise seyahat hürriyetinden men olundular, vazifeden devamlı olarak uzaklaştırıldılar.

İDARECİLERİN BASÎRETİ

İstikametli müslüman idareciler; tarih boyunca, bâtılla mücadele etmişler, sapkınlığa, dalâlete, başı bozukluğa serbestiyet tanımamışlardır.

Herkes bilir ki Nizâmiye Medreselerini kuran irade, İslâmiyet’i o devirde hızla yayılmakta olan Bâtınî akımlara karşı korumak için tesis etmiştir. İmâm-ı Gazâlî o devirde, Selçuklu iradesinin teşvikiyle Bâtıniyye’nin fazâhetini, rezilliğini ortaya döken eserler yazmıştır.

O devirde yaşayan müfessir Zemahşerî de, Nizâmiye Medresesi’ne girebilmek için çok uğraşır. Selçuklu emirlerine kasîdeler düzer. Fakat sağlam duruşlu idareciler, Zemahşerî’ye geçit vermezler. Niye mi? Çünkü Zemahşerî, Mûtezile fırkasına mensuptur.

Meselenin bir de şu tarafı var: Zemahşerî, Keşşâf adlı çok kıymetli bir dirâyet tefsiri yazar. Kur’ân’ın i‘câzını çok güzel ortaya koyan bu eseri, medreselere girer. Fakat okutan Sünnî hocalar, i‘tizâlî görüşleri ayıklarlar, çürütürler.

İşte İslâm medeniyetinin, bâtıla koyduğu şerh ve başarıya gösterdiği takdir…

Devrimizde de idareciler; ilâhiyat, diyanet ve din sahasında bir tavır göstermek, bir taraf seçmek mecburiyetinde kalacaklardır.

Niçin?

Anlatalım:

Siz;

“Memurluk müktesep haktır, Türkiye de lâik bir hukuk devletidir.” diye, meselâ Allâh’a inanmayan veya abdestsiz mihraba geçen bir imamın arkasında namaz kılar mısınız? Bunu bir hürriyet meselesi olarak görebilir misiniz?

Devlet Memurları Kanununda, (657, 48 B özel şartlar) «ortak nitelik» diye bir madde vardır:

“Atanmalarında dînî öğrenim şartı esas alınan unvanlarda; îtikat, ibâdet, tavır ve hareketlerinin İslâm törelerine uygunluğunun, çevresinde bilinir olduğu şeklinde ortak bir nitelik taşımak.”

Yani ilâhiyat fakültesi mezunu da olsa, müktesep hakkı da olsa; «îtikat, ibâdet, tavır ve hareketlerinde İslâm törelerine uygunluk» ihlâl olursa, bir imamın, bir müftünün vazifesine son verilebilir.

Namaz kıldıracak adamda ortak nitelik arıyoruz da; o imamları, müftüleri yetiştiren ilahiyat fakültesi hocasında niye aramıyoruz?

Bu ülkede hürriyet vardır.

Sarhoşlar sokaklarda nâralar atabilirler!.. Şizofrenler, meczuplar, saçma sapan sözler söyleyebilirler. Hattâ misyonerler, papazlar, ateistler, herkes propagandasını yapabilir, zaten yapıyor. Fakat gelip de ilâhiyat kürsüsüne tırmanıp bunu yapmasına müsaade edilmemeli!..

Fakülte kürsüleri bu kadar mı ehemmiyetsiz yerlerdir?

Herkes hatırlar;

“Hamilelere şeker yüklemesi testi yapılmamalıdır.” fikrinde ısrar ettiği için, Prof. Dr. Canan KARATAY; Tabipler Birliği tarafından 15 gün meslekten men edilmiş, itiraz edilen idare mahkemesi de cezayı onaylamıştı.

Canan KARATAY’ınki fikir mi değil mi? Fakat insan hayatına dokununca, yetki sahipleri o hürriyete müdahale ediyor. Ya dînim bu kadar mı sahipsiz?

Doktorlar; verdikleri reçeteler, uyguladıkları tedaviler sebebiyle mahkemeye verilebiliyor, şikâyet edilebiliyor vs. Hocalar bu kadar mı serbesttir?

Bu tarihselciler, oryantalistlerden beslendiklerini asla inkâr etmiyorlar. Daha geçen sene, mevcut Papa, âdeta tâlimat verdi:

“Tıpkı bizim kutsal metinlere yaptığımız gibi, müslümanların da Kur’ân üzerinde eleştirel bir şekilde çalışmaları, onlar hakkında iyi olur. Tarihsel ve eleştirel yorum yöntemi, onların gelişmelerine yardımcı olacaktır.” dedi.9 Dinle alâkası olmayan, fakat millî bir duruşa sahip bir idareci bile; bu ülkede, kökü dışarıda bir anlayışın müesseselerimizde at koşturmasına müsaade etmemesi gerektiğini idrâk edecektir.

Evet Mustafa ÖZTÜRK’ün de mezkûr sempozyumda söylediği gibi:

Pakistan, Afganistan gibi ülkeler, zamanında Diyanet gibi bir müessese çatısı kurmamanın bedelini ödüyorlar. Çatışma hâlindeler. Yarın bir imam;

“Sarığa, cübbeye ne gerek var, bunlar Arap adeti!” derse, bir müezzin;

“Ben Bayındır’a göre ezan okuyacağım, daha erken!” derse, öbür gün bir müftü;

“Ben ilçemde tarihsel anlayışa göre fetvâ vereceğim!” derse, diğer gün, bir vaiz;

“Ben Buhârî’nin Müslim’in uydurma olduğu gibi görüşlerimi, kürsüden insanlara anlatacağım!” derse, başka bir gün bir müftü;

“Biz Ramazân’ı Aralık’a sabitledik!” derse, hacda bir kafile başkanı;

“Ben kafilemi şeytan taşlatmaya götürmeyeceğim, Kur’ân’da geçmiyor!” derse, ortalık ne olacak?!.

Lâik de olsa bu ülkede, binlerce yıllık devlet geleneğinin bir neticesi olarak, dinde bir tutarlılık çizgisi muhafaza edilmiştir. Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu, -benim bildiğim kadarıyla- hâlen ehl-i sünnet ve’l-cemaat çizgisini bozmamıştır. Yine vaiz ve müftü yetiştiren ihtisas kursları, kurucuları olan muhterem Halil GÜNENÇ, Mehmet SAVAŞ gibi hakikî ulemânın çizgisini muhafaza etmektedir. Fakat ilâhiyatlardaki bu başıbozukluk er veya geç Diyanet’i sarsacaktır.

Bu işin idare boyutu… İdarecilerimizin bunu düşünmemeleri mümkün değildir.

Ha, modernistler; o esas alınan ana görüşü, kendi görüşleri yapmaya çalışıyorlar. İşte insanları telefona sarılıp belediyeyi aratan bu endişedir.

HALKIMIZ NİÇİN TEPKİLİ?

İnsanlar; evlâtlarını, İlâhiyat Fakültelerine yollamaktan korkar hâle geldiler. Her gün; 15 asırlık dînin namazını, orucunu, imsâkini, iftarını, Kur’ân’ını, sünnetini, Ramazân’ını tartışıp duran, hiçbir sâbite tanımayan, her türlü provokatif dili kullanıp sonra da fikir özgürlüğü levhasının arkasına saklanan bu şarlatanlara bir; «Dur!» diyen olmayacak mı?

Bugün Hıristiyanlığın hâline bir bakın!.. Yüzlerce din… Bölük pörçük bir ümmet. İslâm ümmeti bu hâle mi gelsin?

İlâhiyat Fakültesi denilince, din üzerine sonsuz serbestiyet içerisinde her türlü ileri-geri söz söylenebilecek, her türlü «fikir» oynatılabilecek bir fitne yuvası anlıyorsanız; söyleyin de evlâtlarımızı yollamayalım oraya!..

“Dinde zorlama yoktur.” Eyvallah! Kimseyi İslâm’ın ana caddesinden yürümeye zorlayamam. Ama fakülte hocası olmasına izin vermek mecburiyetinde de değilim ki!..

Ehl-i sünnet ve’l-cemaat dediğimiz bünye, çok geniş bir sahadır. Elmalılı tefsirindeki gibi bir Kur’ân anlayışıdır. Ömer Nasuhi BİLMEN’in ilmihâlindeki İslâm’dır. Bâbanzade Ahmed Naim’in Tecrîd’indeki hadistir. Yedi asırlık Osmanlı’nın şeyhülislâmlarının inandığı, yazdığı, çizdiği, tebliğ ettiği İslâm’dır. Hâl-i hazırda DİB Din İşleri Yüksek Kurulu’nun esas aldığı temellerdir.

Daraltmıyoruz;

“İllâ benim düşündüğüm gibi düşün!” demiyoruz. Ama bu kadar savrukluk, bu kadar hudutsuz genişlik olmaz, olamaz…

Ne olur halkın endişesini anlayın:

İnsanlar;

“Evlâdım dînini öğrenecek, imam olacak, İmam hatip öğretmeni olacak…” diye bu fakültelere evlâtlarını gönderiyor. Fakat bu uç görüşlü insanlara talebe göndermek istemiyor. «Vergilerimle yapılmış salonlarda, vergilerimle basılmış afişlerde bu “başka” dinlerin, fırkaların anlatılmasını ben de istemiyorum!..»

MÜŞAHHAS BİR TEKLİF

Fikir hürriyetini korumak fakat halkın da bu endişelerini gidermek adına, yapılabilecek şeyler var. Fakülteleri ayırmak lâzım.

İmam-hatip, Kur’ân kursu hocası, İmam-hatip lisesi hocası, vaiz, müftü yetiştirecek yüksekokullar; Din İşleri Yüksek Kurulu’nun temel esaslarını belirlediği çizgide öğretim yapsın. Bunların adı; teoloji, ilahiyat, divinity olmasın. Çeşitli örnekleri görülmeye başlandığı üzere; İslâmî İlimler Fakültesi olsun.

Diğer tarafta sonsuz serbestiyet içinde teoloji felsefesi isteyenler için de -talep varsa- başka okullar olsun.

Ama bizim evlâtlarımıza göz dikmesinler!.. Yarının imamları, müftüleri, vaizleri bu kafalarla yetiştirilemez!..

Eğer fakülteler bu hudutsuz serbestiyet içinde kalırsa, Allah dînini sahipsiz bırakmaz. Halkın mühim bir kısmı, bu müesseselerden büsbütün soğur. İlâhiyat Fakültelerinin hiçbir itibarı kalmaz. Felsefe kulüplerine döner. Tek Parti zamanında nasıl yer altında devam ettiyse, gerçek hür ve aslî dînî eğitim de bir şekilde yoluna devam eder. Fakat ülkemiz yine yıllar kaybeder.

Son yıllarda ülkemizde vatandaş ve devlet buluşması sağlanmıştır. Bu ise, vatandaşın haklı endişelerine devletin teminat vermesiyle olmuştur. Güvendiği idareciler sayesinde; halk, devletini 15 Temmuz’da ve sonrasında baş tâcı etmiştir, canı pahasına korumuştur. Fakat tepeden inmeci, jakoben anlayışta ve darbelerde halkın inancına müdahale hastalığı nüksettiğinde ise, halk dînini muhafazaya almış ve çekilmiştir.

Modernistler ne kadar tepki verse de yine de hayırlara vesile oldu halkın tepkileri!.. İşte İlhami GÜLER, Hızır kıssası hakkındaki çirkin ifadelerinden bir kez daha teberrî etti. Özür diledi. «Sözün şehveti sebebiyle ağzımdan kaçtı o ifadeler…» dedi.

Lâkin, aynı programda dahî yine dînin sâbitelerini yıktı geçti.

Hazret-i İbrahim’in; monoteizmi, kendi vicdanıyla, kendi aydınlanmasıyla bulduğunu, onun evvelâ bir düşünür olduğunu, bu başarısı sayesinde peygamberliğe atandığını ileri sürdü.

Güler; Hazret-i Peygamber ve Hazret-i Ömer’in içtihadlarının Kur’ân’a, Kur’ân’ın oluşumuna fikir olarak katkıda bulunduğunu iddia etti.10

İşte vahiy anlayışları bu: Akla gelen düşünceler ile vahyi müsâvî görmek. Böylece onların fikirleri de Kur’ân hükümlerinin yerini alabilecek!.. Kur’ân denildiğinde, bu insanlarla aynı şeyi anlamıyoruz!

Güler, aynı programda;

“İster Kur’ân olsun, ister hadisler olsun, yedinci asırda insanlık için konulmuş bir örnekliktir, âlimlere düşen onun «update» edilmesidir.” dedi. Ebedî olmayan, muvakkat bir örnek…

Bilgi hataları da paçalarından akıyordu. Bediüzzamân’ı vahdet-i vücutçu ilân etti. Hâlbuki, Said Nursî Hazretleri; tam tersine, materyalizm düşüncesinin çok yayıldığı devrimizde «Vahdet-i Vücud» anlayışının, hakikatiyle anlaşılamayacağını, muhataplarınca Panteizm’le karıştırılacağını söyler.11 Yine Bediüzzamân’ın zâhidâne bir hayat yaşamakla birlikte, devrinde şahit olduğu bazı menfî misaller sebebiyle, bazı tarîkatlere karşı mesafeli olduğu bilinen bir gerçektir.

Güler, Fetö’yü «vahdetçi tasavvuf»un doğurduğunu da iddia / iftira etti. Hâlbuki, Fetö’nün tasavvufla doğrudan hiçbir bağlantısı bulunmuyor. Devrimizde yaşayan büyük tarîkatların çoğu da; vahdet-i vücûdu sadece geçici bir hâl olarak gören ve asıl ulaşılması gerekenin, vahdet-i şühûd olduğunu söyleyen İmâm-ı Rabbânî çizgisindedir.

Güler; «Kıssalar masaldır.» cümlesi ve kıssa-mitoloji irtibatlandırması sorulduğunda; «Kesinlikle bana ait değil!» dedi. Fakat can arkadaşı Mustafa ÖZTÜRK’e ait olduğunu zikretmedi. Hâlbuki arkadaşını mertçe savunmalıydı.12

Evet, bizler; «Kur’ân ve Sünnet bize emânet!» diyen müslümanlar, idarecilerimizden; firâset ve basîretli adımlar bekliyoruz. Fakat asıl gereken her birimizin kendi şuurlanmasıdır. Dînimizi müstakîm âlimlerden öğrenmeye devam edelim. Elmalılı Hamdi, Ömer Nasûhi BİLMEN, Bâbanzâde Ahmed Naim, Abdülfettah Ebû Gudde, Muhammed Zahid Kevserî ve Mehmed Zihni Efendilerin çizgisi… Bu geniş cadde…

Son bir sitemim var ki, hususî bir zümreye!..

Düzgün ve müstakîm ilâhiyatçılara. Madem düzgünler, niye sitemi hak ediyorlar? Çünkü eğer onlar, kendi söküklerini dikselerdi, kendi meslektaşlarını tenkit ve ilzâm edebilselerdi, kürsülerinin hakkını vererek korkmayıp, çekinmeyip gerekli tepkiyi verselerdi; iş, mutaassıp addolunan sokaklardaki insana kalmazdı!..

İş, sokaklardaki kuvve-i îmâniyyeye düşünce; bu müptezeller de, linç ediliyorlarmış yaygarası kopardılar. Tarihte mutaassıp insanların, gerçek âlimlere baskıları oldu. Fakat bu böyle bir şey değildi. Eğer öyle olsaydı, televizyona çıkıp şovlarına devam edemezlerdi.

Papa’nın tâlimatıyla hareket eden bu tarihselcilere sahip çıkan, modernist televizyonları varsa; müstakîm, ehl-i sünnet müslümanların da elhamdülillâh imkânları var. Allah rızâsı için, Allâh’ın dînine sahip çıkın! İlmî kisve altındaki bu dalâlete evvelâ ilmî cevap gerekir.

İlmimizin, tahsilimizin değilse, Müslümanlığımızın boyun borcudur bu!.. Bunu bir avuç insana bırakmayın. Onlar bir avuç kalınca; marjinal, polemikçi, kimseyi beğenmez kişiler addolunuyorlar. İş bir avuç insana yahut kamuoyunda birtakım sebeplerle sevilmeyen muayyen bazı kişilere kalınca;

“Ehl-i sünnet tekelciliği yapmayın!” tarzında suçlamalara muhatap oluyorlar. Bu da sizin vebâlinizdir.

Abdurrahman Evzâî -rahmetullâhi aleyh-’in îkazı ile bitirelim:

“Bid‘atler (dîne sokulmaya çalışılan bâtıl anlayışlar, uygulamalar) zuhûr ettiğinde, âlimler onları reddetmezse, yadırgayıp karşı durmazsa, bu bid‘atler; yerleşir, âdet hâlini alır.”

________________________________

1 İlhami GÜLER’e halkın tepkisini gösteren müşahhas bir belge: https://goo.gl/eUfdM5 37.000 küsur imza…
2 https://www.youtube.com/watch?v=-rU5HcscLe4 İşte tehdit cümleleri: “Bu böyle giderse, bu şımarıklık, bu pervâsızlık böyle giderse, (…) ya biz Afganistan, Pakistan olacağız, müslümanlar birbirinin gırtlağını sıkacak ya da devlet; «Efendiler! Bu memleket şeyhler, meczuplar memleketi değildir.» deyip bize 28 Şubat’a rahmet okutturacak devlet eliyle ikinci bir sopa daha gelecek.”
3 https://www.youtube.com/results?search_query=tinerci+tefsirciler
4 Algül, Hüseyin, «Mescid-i Dırâr», TDVİA, XXIX, 438-440.
5 Tüccar, Zülfikâr, «Ümeyye bin Ebü’s-Salt», TDVİA, XLII, 303-305.
6 Apaydın, H. Yunus, «Hacr», TDVİA, XIV, 513-517.
7 Uzunpostalcı, Mustafa, «Ebû Hanîfe», TDVİA, X, 131-138.
8 https://ilimcephesi.com/mustafa-islamoglunun-imam-evzaiye-iftirasi/
9 https://goo.gl/La33V1

Vatikan’ın soytarısı bize dinimizi öğretiyor!


10 Bu iddianın çürütülmesine şu âyet-i kerîmeler kâfî gelecektir. Tarihselcilerin Hazret-i Ömer hakkındaki tezviratları ise müstakil bir yazıyı gerektiriyor. Ebubekir SIFIL Hocamızın bu hususa kısaca teması için: https://www.youtube.com/watch?v=in7u_48bxws
11 https://goo.gl/cgBWmZ “Ehl-i sahv olan sahâbe ve sıddîkîn ve veresenin meşrepleri, vahdet-i vücud meşrebinden daha yüksek, daha selâmetli, daha makbûldür.” (Mektubât, 493)
12 https://www.youtube.com/watch?v=R5usqOUZKJI&t=36s Dr. İhsan ŞENOCAK Hocamızın, Kur’ân kıssaları hakkındaki tarihselcilerin görüşlerine reddiyesi.