KADER «Bir Sırr-ı İlâhîdir»

M. Aşır KARABACAK ma.karabacak@gmail.com

Birinci sahne: Kader, bir sırr-ı ilâhîdir.

İki küçük çocuk düşünün. Okuldan çıkmışlar ve evlerine doğru gidiyorlar. Arkadaşlar. Hem de çok iyi arkadaşlar. Öyle ki aynı sınıfta ve aynı sırada da oturuyorlar. Mahalleleri aynı, sokakları aynı ve hattâ evleri bile aynı apartmanda. Güncel tabirle tam kankalar eski tabirle de ahretlikler. Böyle olunca aileler de rahat ve çocuklarının evden okula okuldan eve beraber gidip gelmelerini garipsemiyorlar, bilâkis aileler için de iyi çünkü birbirlerine destek oluyor çocuklar.

Evlerine giderlerken yollarının üstünde bir hastahâne var, onun yanından geçmek zorundalar. Zorunda olmak da lâf mı canım, onlar için sıradan bir hâdise. Nasıl ki sınıftan çıktıktan sonra koridor geliyor öyle sıradan bir durum, öyle sıradan bir mekân. Sıradanlığını bozacak veya bozmalarına sebebiyet verecek herhangi bir sebep de yok ortada zaten.

Gün; günlerden bir gün.

Zaman, okul çıkışlarından bir zaman.

Çocuklar, aynı, bizim çocuklar.

Okuldan çıkmışlar ve evlerine doğru gidiyorlar. Daha önceden belki yüzlerce, binlerce kere yaptıkları gibi, yan yana, sırtlarında çantaları, gözlerinde günün yorgunluğu, yüzlerinde çocuk masumiyeti, yüreklerinde istikbâlin büyüyen hayalleri…

İstikbal nedir ki?

Nasıl ölçülür ki?

Bütün ömrü 3-5 gün olan bir kelebek için saniyeler ne kadar değerlidir meselâ!..

Ya da 200 yaşındaki bir kara kaplumbağası için 3-5 yıl nedir ki?!.

Okulda zilin çalması âna ait bir hâdisedir. Okuldan çıkarsın ve eve doğru gidersin. Gidişin, istikbâle değil midir? Eve gitmek, gidiyor olmak; istikbâle atılan adımlar değil midir?

Daha uzak istikbâle; büyüyünce ne olacaksın sorularına verilen cevapların gerçekleştiği çocuk hayalinde tecessüm etmiş sahte hakikatin canlandığı istikbâle doğru yavaş yavaş evlerine doğru giderlerken, o her zaman önünden geçtikleri hastahânenin önünden geçerler yine ve korkusuzca. Neden korksunlar ki zaten?

O esnada ne olabilir?

Kader işte. Belki çok önemli bir hâdise belki de çok sıradan ve her zaman başlarına gelen hâdiselerden birisi. Belki de bizâtihî o sıradan hâdisenin varlığının dışında başka bir yaşanmışlık olmaz ve kader çizgisi bir insanın hayatında milyar üstü milyar kere cereyan eden sıradan hâdiseler zincirine bir halka daha ekler ki o halkanın varlık ehemmiyetinin farkına bile varamaz insan.

Neden eşsiz? Eşsiz, çünkü o ânı konuşuyoruz. Eğer o ânı konuşmazsak o ânın, bir dakika öncesinden veya bir dakika sonrasından ne farkı olabilirdi ki?

Meselâ; yoldan geçen bir arabanın yüksek olmayan hızla gidişinden, o andan -belki yarım saat kadar önce- yağan yağmurdan kalmış su birikintisinden kaçmak için birinci çocuk hafifçe yana doğru kendini atar ve ikinci çocuk da bu ânî refleksin fizîkî tesiri sebebiyle gayr-i ihtiyârî olarak kendisini yerde bulur.

Hastahâne duvarının yanında hastahânede kullanılmış malzemelerin atıldığı hastahâne çöplüğünün kenarına düşer. Meselâ sağ eli kan içindedir. Geceden kalan tıbbî atıkları çöpe atan hademe, o sabah eşiyle tartıştıktan sonra evden çıkmış, can sıkıntısı ile çöpleri konteynıra atarken kenara düşürdüğü ve umursamadığı lâboratuvar tüpünün kırılmış parçalarının üzerine düşmüştür ikinci çocuk.

Eli kan içindedir şimdi. Kırık cam tüpün iki parçası çocuğun eline batmış ve kanatmıştır. Birinci çocuk üzgün. Çünkü en samimî ve en çok sevdiği arkadaşını bilmeden yaralamıştır. Hemen cebinden bir mendil çıkarır ve arkadaşının elini tam temizleyecekken aklına bir fikir gelir.

Kan kardeşi olmak!..

Hem öğretmeni ikisine KANKA diye seslenmiyor mu zaten. KANKA da KAN KARDEŞ demek değil mi?

Arkadaşının eline batmış olan kırık cam parçanın birisini alır ve kendi elini de keser.

Artık o iki birbirini çok seven iki arkadaş iki kardeş aynı zamanda gerçekten de sokak raconuna göre «kan kardeş» olmuşlardır.

Sonrasını, şimdilik unutarak «O ÂN»ın öncesine bakalım.

Çocuklar, meselâ son ders zili çaldığında öğretmenleri ile on saniye «hayırlı akşamlar» konuşması yapsalardı veya tam kapıdan çıkarken birisi unuttuğu kalemi sınıftan almaya gitseydi, diğeri onu beklerken veya çamurlu suyu birinci çocuğun üstüne sıçratan araba bir önceki ışıkta aracın radyosunu ayarlarken oyalanmasa da ışık yanar yanmaz geçseydi veya çocukların geldiğini gördükten sonra su dolu çukura girmeden hafif bir manevra ile su sıçratmasaydı…

Ama hepsi oldu; çocuk düşerken elini kesti ve diğeri de bile isteye elini keserek kan kardeş oldular, lâboratuvarda bilmem hangi hastanın kanının konulduğu kırık deney tüpünün parçalarıyla.

Akşam oldu. Her iki çocuk da ebeveynlerine hâdiseyi anlattılar. Aileler çocuklarıyla gurur duydular. Ne de olsa çocukları başarılı, birlikte olmaktan huzurlu, geleceğe dair ümit beslenen kariyer sahibi olabilecek çocuklardı. Basit bir hâdiseden dolayı kavga etmemişler ve üzücü yankıları olabilecek garip bir durumu, çocuk gönülleri ile gurur verici bir tabloya çevirmişlerdi.

***

Kader mevzusunun âyet ve hadislerden delilleri:

“Önce gelip geçenler arasında da Allâh’ın âdeti böyle idi. Allâh’ın emri mutlaka yerine gelecek, yazılmış bir kaderdir.” (el-Ahzâb, 38)

“Biz, her şeyi bir ölçüye (kadere) göre yarattık.” (el-Kamer, 49)

“Yeryüzünde vukû bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musîbet yoktur ki; Biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allâh’a göre kolaydır.” (el-Hadîd, 22)

Ve daha pek çok Kur’ân âyeti. (Âl-i İmrân, 154; Hûd, 1-2-3; Yâsîn, 83; es-Secde, 5; Yûnus, 3 vb.)

Bu âyetlere ek olarak hadisler. Ve en tesirlilerinden birisinde; Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün sahâbenin kader mevzusunda tartıştıklarını görür ve onlara;

“Size ne oluyor ki Allâh’ın kitâbının bir kısmını diğer bir kısmına vuruyorsunuz! Sizden öncekiler işte bu sebeple helâk oldular.” (Ahmed, I, 238) demiştir.

Ve Ali bin Ebî Tâlib -radıyallâhu anh-, Hazret-i Nebî’nin iltifatıyla «ilmin kapısı». Bir adam ona gelir ve kader hakkında sorar üç kere peş peşe. İlmin kapısını biraz aralamak veya en azından biraz olsun bir ışık huzmesi o da olmadı anahtar deliğinden bir nefeslik hava almak derdiyle üç kere aynı soruyu sorar peş peşe. Her bir defasında da o, ilmin kapısı, Allah Rasûlü’nün damadı ve yeğeni olan Hazret-i Ali; kader konusunun beşer idrâkinin fevkinde, aklın sınırlarının ötesinde bir mevzu olduğunu;

✳Kader; karanlık bir yoldur, ona sülûk etme!

✳Kader; çok derin bir denizdir, sakın ona dalma!

✳Kader; Allâh’ın sırrıdır, kendini boşa külfete sokma!

şeklinde belirterek muhatabının bu mevzu üzerinde fikir yürütmemesi gerektiğini ifade etmiştir.

***

Beşer idrâki; kader sırrını anlamaya, kavramaya, onda derinleşmeye güç yetiremez. Buna rağmen ilâhiyatta okurken kelâm hocamız şöyle demişti:

“Evet, âyetler ve hadisler bu konudan net biçimde uzak durmamızı söylüyor. Bununla birlikte Allah, diğer bazı âyetlerde de; «Düşünmez misiniz, akletmez misiniz, kalpleri olsaydı anlayabilirlerdi…» diyerek akıl nimetini kullanmamızı ve aklımızla karar vermemizi emrediyor. Öyleyse aklımızı kullanmalıyız.”

Tam da Hazret-i Peygamber’in yasakladığı şeyi yapıyor, ilmin hatırşinas kollarına yaslanarak. Hatırlayalım yukarıya aldığımız hadîsi:

“Size ne oluyor ki Allâh’ın kitabının bir kısmını diğer bir kısmına vuruyorsunuz! Sizden öncekiler işte bu sebeple helâk oldular.”

Helâk olmak için en kestirme yol. Ya da sırât-ı müstakîmden, doğru yoldan çıkmak için bahaneler.

İsteyene…

***

Necip Fazıl KISAKÜREK de «Bir Adam Yaratmak» isimli piyesinde «Kader» mevzuunu ele alır.

Necip Fazıl’ın bu eserinde Hüsrev isimli tanınmış bir yazar olan ana karakter; «ölüm korkusu» isimli bir piyes yazar. Hüsrev’in piyesindeki ana karakter «ölüm korkusu»nu ancak ölümle sonlandırabileceğini anlar ve babasının kendisini astığı incir ağacına kendisini asarak intihar eder. İşin enteresan tarafı Hüsrev’in de babası kendisini incir ağacına asarak intihar etmiştir. Bu garip tevâfuk ve kitabın kendisini aşmış ünü, yazarı birtakım diğer tesadüflerle yazdığı eseri neredeyse yaşamaya başlamış olmasına sebep olur. Öyle ki Hüsrev’in de kendisini incir ağacına asacağı beklentisi içerisine girer bütün okurlar. Yazar da içinden çıkılması güç bu derin girdabın, bir kaderden diğer bir kadere akan bu garip keşmekeşin içerisinden hakikat pırıltılarını yarı deli bir vaziyette sezmiş ve Allâh’ın kader üzerindeki şeksiz şüphesiz kudretini anlamıştır.

Hüsrev yani eserdeki karakter de bu derûnî sezişle piyesini sahnede perdeleyen -belki de tek samimî dostu- Mansur’a aşağıdaki cümlelerle seslenir:

“…Ben ne yaptım? Bir hududu zorladım. Kendimin dışına çıkmak isterken, kendime rast geldim.

Meğer kul olduğumu anlamak için Allahlık taslamalıymışım! Meğer nasıl yaratıldığımı anlamak için bir adam yaratmaya kalkmalıymışım!”…

…“Bir adam yaratmak… Ona bir kafa, bir çift göz, bir burun, bir ağız uydurmak. Ona göre bir beyin yapmak ve göğsünün içine bir kalp takmak. Saat gibi işlesin, kanını vücudunda döndüren bir kalp. Bir kalp, anlıyor musun? Güya duyan, acılarına, sevinçlerine yataklık eden yer de orası. Bir kalp. Bitti mi? Biter mi? Bu adama bir de kader çizmek lâzım. Bu adam yaşayacak, gezecek, tozacak, başından bir şeyler geçecek.”…

…“Bir adam yaratmaya kalkıştım. Ona bir surat ve kader bulmak… Nerede bulayım? Kendimi buldum. Suratsız ve kadersiz adam şahlandı. Zincirini kırdı. Elimden kaçtı. Ben insanım. Beni arkamdan vurdu. Suratsız ve kadersiz adam benim suratımı takındı. Kalıbımı giyindi. Kaderimin içine yattı. (Bir an sükût) Benim de kaderim buymuş.

Ben tırmanmak istediğim kayadan düştüm. Meğer çok ileriye gitmişim. Yasak ülkelere girmişim. Gözü kör, yürürken, bir çıyan yuvasına basar gibi bazı sırların üstüne bastım. Onlar, gāipler âleminin bekçileriydi. Ürktüler ve beni çarptılar. Yaratıcı neymiş, yaratmaya kalkışarak tanıdım. Yalancı ilâh, doğrusunu tanıdı. Gölge artist, öz sanatkârı tanıdı. Ben şimdi, şu anda tanıyorum Allâh’ı. İlminin, sanatının karşısında aklımı veriyorum. Aklım bir cephane deposu gibi patlıyor, kül oluyor.”…

Evet, kader konusunda aklın varacağı son nokta kül olmak. Ya bu dünyada ya eninde sonunda varacağımız hakikatler âleminde. Oraya varınca anlayacağız belki de kaderin bizim için ne kadar güzellikler teçhiz ettiğini ve kaderimizi bize çizdiği için orada da Rabbimiz’e şükredeceğiz.

Kader, Hazret-i Musa bile -ki kendisi ulü-l azm peygamberlerdendir ve- bu ilmi öğrenmek için Rabbinden müsaade almıştır, Hazret-i Hızır ile yapmış olduğu Kur’ân’da bize bildirilen uzun seyahatinde kaderin sırrını öğrenmeye muvaffak olamamıştır.

Hazret-i Hızır’ın ona öğrettiği ya da öğretebildiği tek şey; «Kader, Allâh’ın sırlarından bir sırdır, onu kimse bilemez!»dir. Ötesine geçmeye çabalamak ve geçebileceğini zannetmek; aklı gerdirip koparmak, akıl nimetini hakîkat ateşine atmak, kül olmak demektir.

Nasıl ki bir tiyatro sahnesinde iki tiyatro oyunu aynı anda sergilenemez, iki kaderi aynı anda izlemeye beşer gücü tâkat yetiremez ise, bu beşer muhayyilesinin milyarla insanın, ondan katbekat fazla hayvanın ve ondan daha fazla nebâtın kaderini sezip, anlayıp hakikatini kavraması düşünülemez.

Eserde Hüsrev’in son tahlilde anladığı işte tam budur.

***

Şimdi, yazımızın başında geçen iki kan kardeşin hikâyesine dönelim. Onların kaderi ne olacak? Nasıl yazılacak?

Kim bilir? Belki ömürlerinin sonuna kadar samimî iki dost gibi yaşayıp devam edecekler, belki de hastahâne tüpünden bir hastalık kapıp ikisi de kısa zaman sonra mezarlarında yan yana yatacaklar.

Kader zorlamaya gelmez bir kapı. Ne kadar oynanırsa o kadar insana zarar verir. Basit gibi görünen pek çok hâdise belki «şans» belki «tesadüf» belki «tevâfuk» diye isimlendirilir fakat en nihayetinde hepsinin ismine lügatte tek kelime ile karşılık bulunur: «Kader!»

İkinci ve son sahne: Kader, bir sırr-ı ilâhîdir.