Âhiretin Tarlası: DÜNYA

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

“Dünya, âhiretin tarlasıdır.”
(Bkz. Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, Beyrut, 1351, I, 412)

Batı dünyası; «Kilise»nin tahakkümünden kurtulup, düşünce hürriyetine kavuşunca, eriştiği «aydınlanma» devri sayesinde, ilim ve sanatta yükselmeyi başarmıştır. Ancak, aklın bu gelişmedeki rolü, insanın en zayıf yönü olan nefsâniyeti tahrik etmiş; aklını putlaştıran batılı haddini aşmış; Nemrutların, Firavunların hüsrana götüren yollarını seçmiştir. Bu zihniyet nazarında; insan dünya içindir, saâdeti de elde edebildiği dünyalık nisbetindedir. Bu saâdet zannedilen cinnet hâli uğruna, son birkaç asırda yüz milyonlarca masum insan katledilmiş, yüz milyonlarcası da iliklerine kadar sömürülmüştür. Bugün kan ve ateşe boğulan dünyamızın, gitgide daha yaşanamaz hâle gelmesinin sebebi; mukaddes olarak sadece nefsini gören bu dünyevî tabiatlı marîz ruh hâlidir.

Şanlı medeniyetimizin hayat tasavvurunu, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Mekke’nin fetih gününde muzaffer bir kumandan olarak şehre girerken, devesinin üzerinde âdeta secde vaziyetinde ve mahviyet içerisinde;

“Ey Allâh’ım! Hayat, ancak âhiret hayatıdır!” (Buhârî, Rikāk, 1) diye ifade buyurmuştur. Nefsâniyetin en diri olduğu böyle bir anda, onu dizginleyip sâlih kulluğu baş tâcı edebilmekteki irade kuvveti ve nebevî haslet; müteâkip devirlerdeki «i‘lâ-yı-kelimetullah» dâvâsının başarısındaki sır olmuştur. Bu fazîletledir ki; o altın devirlerde, günümüzdeki sömürgecilerin doymak bilmeyen iştihâlarının sevkiyle dünyayı mahvetmelerinin aksine, mazlum insanlığın hasretiyle yandıkları, rahmet iklimi hâkim kılınmıştır.

Batının ruhsuz, maddeci görüşlerinden beslenen dünyevî zihniyet mensubu bazı çevreler, insanın âhiret kaygısı taşımasını; aklı donduran, kaderci bir anlayışla dünyayı boş vermesine sebebiyet vereceği vehmiyle reddederler. Hâlbuki gerçek tamamen bunun zıddı olup; bahis mevzuu iddialar, İslâm düşmanı mâhut mihrakların projelerine bilerek veya bilmeyerek âlet olmanın bir tezâhürüdür.

İnsan, hikmetine binâen; «eşref-i mahlûkat» olarak en güzel kıvamda yaratılmış ve kendisine yeryüzünde «halîfelik» vazifesi tevdî buyurulmuştur (el-Bakara, 30) Bu cümleden olarak, insan; Allah Teâlâ’nın irade ve tâlimâtına uygun yaşamak, yeryüzünde adâleti tecellî ettirerek, insanlığı huzura kavuşturmakla mükelleftir. Bu vazifenin îfâsı, bu ağır imtihanın altından kalkılabilmesi, ancak buyurulan tâlimatlar çerçevesinde çok çalışmakla mümkündür. Bu gayretle alâkalı olarak, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulur:

“Namaz kılındıktan sonra da yeryüzüne dağılın ve Allâh’ın lutfundan (nasibinizi) arayın. Allâh’ı çok anın ki saâdete erişesiniz.” (el-Cum‘a, 10)

“Boş kaldın mı hemen (başka) işe koyul ve yalnız Rabbine yönel.” (el-İnşirâh, 7-8)

İnsan hem dünya, hem de âhiret içindir; bu iki farklı mekân, birbirinin tamamlayıcısıdır. Fânî olan dünya, bir imtihan sahnesi; ebedî olan âhiret de, buna tekabül eden karşılığıdır. Dünya hayatı çok kısa olmasına rağmen; âhiret saâdetini kazanmak, ancak bu ânı usûlünce değerlendirip, imtihanı kazanabilmekle mümkündür. Bu cümleden olarak;

“Dünya, âhiretin tarlasıdır.” (Bkz. Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, Beyrut, 1351, I, 412); ne ekilirse, o biçilir. Bu iki mekân arasındaki denge, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle beyan buyurulur:

“Allâh’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) âhiret yurdunu iste; ama, dünyadan da nasibini unutma!

•Allâh’ın sana ihsan ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et!

•Yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışma!

➢Allah, fesat çıkaranları sevmez.” (el-Kasas, 77)

Ulvî bir dâvâyı yüklenen insan; inzivâya çekilerek değil, içtimâîleşerek mükellefiyetini yerine getirebilir. İnzivâ; ancak, cihâdın ilk basamağı olan nefsini yola getirebilmek maksadıyla îcap edebilir. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, içtimâîleşme zaruretini şöyle beyan buyurur:

“İnsanların arasına karışıp onların ezâlarına katlanan müslüman; onlardan uzak durup, ezâlarına katlanmayandan daha hayırlıdır.” (Tirmizî, Kıyâmet, 55) Tarih; zenginleşen cemiyetlerin, zamanla başlangıçtaki hâlis niyetlerinin zayıflayarak, dünyaya meyletme hastalığıyla mâlûl olabildiklerini kaydeder. Nitekim hadîs-i şeriflerde de ümmet, bu yozlaşmaya karşı önemle îkaz buyurulur. Buna dair İmam Şiblî Hazretleri şöyle buyuruyor:

“Dört yüz hocadan ders okudum. Bunlardan dört bin hadîs-i şerif öğrendim. Bütün bu hadislerden bir tanesini seçip kendimi ona uydurdum. Çünkü, kurtuluşu ve saâdet-i ebediyyeye kavuşmayı bunda buldum ve bütün nasihatleri hep bunun için gördüm. Seçtiğim hadîs-i şerif şudur:

«Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir sahâbîye buyurdu ki:

•Dünya için, dünyada kalacağın kadar çalış!

•Âhiret için orada sonsuz kalacağına göre çalış!

•Allah Teâlâ’ya, muhtaç olduğun kadar itaat et!

•Cehenneme dayanabileceğin kadar günah işle!»” (İmâm-ı Gazâlî, Eyyühe’l-Veled, Dâru’l-Beşâir, 1431/2001, 120)

İnsan için zaman, dünya ve âhiret saâdeti için paha biçilmez bir sermayedir. Bu sermayenin heder edilmemesi hususunda Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“İnsanların çoğu, sıhhatin ve boş vaktin kıymetini bilmezler.” (Buhârî, Rikāk, 1);

“…Vaktini boş geçirme.” (Buhârî, Rikāk, 3)… diye îkaz buyurur.

Mâzîdeki şanlı medeniyetimiz; Allah Teâlâ’nın ihsan buyurduğu zaman nimetini en güzel şekilde değerlendirerek, herkesin kendi vazifesini en güzel şekilde yapmasıyla yükselmişti. Batının Orta Çağ karanlığını yaşadığı devirlerde; Türkistan’dan Endülüs’e kadar bütün İslâm coğrafyası; ilimde, fende, edebiyatta, sanatta ve zanaatta insanlığın yüz akı olmuştu. Ancak son asırlardan îtibaren, maalesef üstünlüğün yer değiştirdiği; dünyanın zâlimlerin eline kaldığı da bir vâkıadır.

Batı kaynaklı dünyevîleşme cereyanları; bütün dünyayı olduğu gibi, ülkemizi de önemli ölçüde tesiri altına almıştır. İslâm dünyasında, Allah Teâlâ’nın nasip edeceği nimetleri, O -celle celâlühû-’nun rızâsına uygun şekilde elde etmek ve kullanmak yerine; her ne şekilde olursa olsun, en kısa yoldan ve en çok miktarda kazanmak vehmi gittikçe hâkim oluyor. Saâdete ulaşmak hırsıyla sapılan bu «Kārunlaşma» hissiyâtı, insanları ve cemiyeti bedbaht ediyor; hep beraber yaşadığımız hüsranlara, içtimâî huzursuzluklara sürüklüyor. Merhum Mehmed Âkif, bu umumî manzarayı şöyle tahlil ediyor:

Çalış dedikçe şerîat, çalışmadın durdun;
O’nun hesâbına, birçok hurâfe uydurdun.

Saâdet; Allah Teâlâ’nın rızâsında; O’na hâlis kullukta, tâzim ve itaatte; dünya tarlasını, âhirette yüz ağartacak şekilde ekmektedir.

Bu makale www.yuzaki.com yayınıdır.