PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN EVLİLİKLERİ ve ZEYNEB VÂLİDEMİZ’LE İZDİVÂCI HAKKINDAKİ İFTİRALARA CEVAPLAR

YAZAR : Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

EFENDİMİZ NİÇİN ÇOK EVLENDİ?

Peygamber Efendimiz, taaddüd-i zevcâtın / çok evlenmenin yaygın olduğu bir coğrafyada tebliğe başladı.

Kendisi, 25 yaşına kadar -muhtemelen fakirlikten dolayı- hiç evlenmedi. O çürümüşlüğün içinde; tertemiz, nezih bir hayat yaşadı.

25 yaşında iken, zengin bir dul olan Hazret-i Hatice, Rasûlullah Efendimiz’deki fevkalâdeliği fark ederek O’na evlenme teklifi gönderdi ve evlendiler.

Efendimiz; Hazret-i Hatice’nin vefat ettiği 620 yılına kadar, bu evlilikle devam etti.

Hüzün Senesi’nden yani Hazret-i Hatice’nin vefatından sonra, Peygamber Efendimiz; elli yaşlarındaki Sevde Vâlidemiz’le evlendi. Çocuklarına da bakan bu hanım ile de 3 yıl tek hanımlı olarak hayatına devam etti.

Hicretten sonra en yakın dostu Hazret-i Ebûbekir’in kızı Hazret-i Âişe’yle evlendi. Akdi tamamlanmış bu evliliğin düğününü, Efendimiz; mihir verecek para bulamadığı için, erteliyordu. Sonunda Hazret-i Ebûbekir’in verdiği parayla bu düğün gerçekleşti.

Mekke devri boyunca Peygamberimiz’e saldırmak için hiçbir fırsatı kaçırmayan, meselâ kendi suçuymuş gibi, erkek evlâtlarının vefat etmiş olmasını dahî O’na bir hakaret vesilesi yapan müşrikler, Efendimiz’in iffetine asla dil uzatamadılar. O’na;

“Sen geçmişte şöyle yaptın, böyle yaptın!” diye bir isnatları dahî olmadı.

Hattâ, risâletten vazgeçmesine karşılık, Mekke’nin en güzel en asil hanımlarıyla evlendirmeyi kendisine teklif ettiler. O ise elinin tersiyle reddetti.

Bir mü’min, peygamberlerin ismet sıfatına sahip olduğunu bilir. Peygamberler, günah işleme arzusundan dahî korunmuşlardır.

Hicretten sonra Peygamber Efendimiz’e ahkâm âyetleri de nâzil olmaya başladı. Artık müslüman toplumuna ibâdet, muâmelât ve ukubâtı öğretmek de Efendimiz’in gündemindeydi. Aile hayatı, tahâret, abdest, gusül, gece namazı ve kadınlara mahsus hâller gibi birçok mevzuyu, Peygamber Efendimiz, ümmetine hanımları üzerinden öğretecekti. Hakikaten Peygamberimiz’den sonra 47 sene daha yaşayan Hazret-i Âişe; rivâyet ettiği 2.210 hadîs-i şerifle, Efendimiz’den en çok hadis rivâyetinde bulunan sahâbîler arasında yer aldı.

Fakat sadece Hazret-i Âişe değil; Ümmü Seleme 378, Meymûne 76, Ümmü Habibe 65, Hafsa 60, Zeyneb 20, Safiyye 10, Cüveyriye 7 ve Sevde Vâlidelerimiz de 5 hadis rivâyetinde bulundular.1

Peygamber Efendimiz’den sonra az yaşayanların az rivâyette bulunmuş olmaları, Hazret-i Âişe gibi hanımlarıyla niçin genç yaşta evlendiklerinin hikmetini de sergilemektedir.

Peygamber Efendimiz’in tebliğ vazifelerinin yanına; bir şehrin, bir ümmetin sevk ve idaresi de ilâve olunmuştu. Artık gazveler meydana geliyor, çeşitli kabîle ve milletlerle irtibatlar artıyordu. Yakın zamanlarda dahî misalleri görülebileceği üzere; toplumların, kendilerine hısım-akraba olan liderlere yönelmesi çok daha kolay olmaktaydı.

Ümmü Seleme -radıyallâhu anhâ-, kocasıyla beraber önce Habeşistan’a göçmüş, geri gelmiş, sonra da Medine’ye ilk hicret edenlerden olmuştu. Beyi Ebû Seleme, Uhud’da yaralanıp şehre döndükten bir süre sonra şehid oldu. Çocukları vardı. Efendimiz, onu himâyesine almak için evlilik teklif etti. Kadıncağız, çocuklarını ve yaşını ileri sürerek önce tereddüt ettiyse de sonunda bu himâyeyi kabul etti. Peygamberimiz’in;

“–Oğlum, besmele çek, sağ elinle ye ve hep önünden ye!” (Buhârî, «Et‘ime», 2, 3; Müslim, «Eşribe», 108) diyerek yemek âdâbını öğrettiği Ömer, işte bu hanımın önceki evliliğinden olan çocuklarından biridir.

Hafsa -radıyallâhu anhâ-, Efendimiz’in yanından ayrılmayan Hazret-i Ömer’in kızıydı. Hazret-i Ömer; dul kalan kızını evlendirmek için arkadaşlarına müracaat ediyor, kabul etmiyorlar diye güceniyordu. Peygamberimiz gelecekte halîfelerinden olacak bu sahâbiyle de hısımlık kurdu. Müteâkip yıllarda Hazret-i Hafsa, ilk Kur’ân mushafının muhafızı oldu, babasının halîfeliği devrinde, babasının bazı hususlarda kendisine danıştığı bir şahsiyet de oldu.

Günümüzde, dul veya emekli maaşları aklınıza gelebilir. Fakat o gün, evlilik, himâyenin neredeyse tek yoluydu. Mühim kişilerin evlâtlarıyla kurulan akrabalıklar ise, bu himâyeye ikinci bir mânâ katıyordu.

Habeşistan’a hicret eden Ümmü Habîbe -radıyallâhu anhâ-; Ebû Süfyan’ın, yani Uhud’dan itibaren Mekke müşriklerinin liderliği mevkiini işgal eden adamın kızıydı. Habeşistan’da dul kalmıştı. İlk müslümanlardan olan kocası orada hıristiyan olmuş ve hanımını da buna zorlamıştı. O ise îmandan dönmedi. Boşandılar. Çocuğuyla gurbet diyarındaydı. Babası henüz müşriklerin reisiydi ve onun yanına da gidemezdi. Habeşistan’daki gelişmeleri takip eden Efendimiz, Necâşî’yi İslâm’a davet eden bir elçi göndererek, Ümmü Habibe’yi de kendisine nikâhlamasını istedi. (m. 628-629) Necâşî nikâhlarını kıydı. Baba Ebû Süfyan, bu evlilik haberine kızmadı, belki de kalbi yumuşadı ve; “O (-sallâllâhu aleyhi ve sellem-), reddedilecek biri değildir.” dedi.2

Meymûne Vâlidemiz, Âmir bin Sa‘saa kabîlesinden idi. Bu kabîle ile Peygamberimiz yakın münasebetler kurmak ve hidâyetlerine vesile olmak istiyordu. Çünkü Bi’r-i Maûne hâdisesi bu kabîlenin bulunduğu bölgenin kabîleleri tarafından düzenlenmişti.

Meymûne -radıyallâhu anhâ- daha evvel iki evlilik yapmıştı. Efendimiz’le evlenmek istediğini, kızkardeşi olan Ümmü’l-Fadl’a söylemişti. Ümmü’l-Fadl, Hazret-i Abbâs’ın hanımıdır. Umretü’l-Kazâ’yı müteâkip, kendisi yaklaşık 40 yaşındayken, Efendimiz’le evlendi. (m. 629) Bu, Efendimiz’in son evliliği oldu.

Bazı evliliklerde ise siyasî vurgu çok daha bâriz idi:

Cüveyriye Vâlidemiz; Medine’ye saldırmak üzere iken suçüstü yakalanmış bir kavmin, Müstalikoğulları kabîlesinin hükümdarının kızıydı. Bütün kabîle esir alınmış ve köle olmuştu. Peygamberimiz, Cüveyriye’nin fidyesini ödeyerek kendisine evlilik teklif etti. Bu bahtiyar hanım kabul edip de Peygamber’in hanımı olunca; bütün ashab, Efendimiz’in akrabaları olan kölelerini âzâd etti ve bir kavim tekrar hürriyetine kavuştu.

Safiyye Vâlidemiz, Benî Nadîr kabîlesinin reisinin kızıydı. Hayber’de Yahudi bloku mağlûp edilince esir alındı. Peygamberimiz’in;

“Müslüman olursan, seninle evlenirim, müslüman olmazsan seni ailene gönderirim.” teklifi üzerine samimiyetle müslüman oldu. O da öncesinde iki evlilik yapmıştı ve dul idi.

Bu evlilik, Peygamberimiz’in yahudi düşmanı olmadığını ilân ediyor ve nasibi olan ehl-i kitâbın müslüman olmasına vesile oluyordu.

Hazret-i Peygamber, gayet anlaşılır siyâsî, içtimâî ve dînî sebeplerle ardı ardına evlilikler gerçekleştirdi. Cenâb-ı Hak; Peygamber Efendimiz’e mahsus olarak, 4 eş tahdidini de kaldırmıştı. Evlilikler üzerinden hedeflenen vazifeler tamama erince, evlilikleri de Rabbimiz durdurdu. (el-Ahzâb, 52)

Peki, bu sayede Peygamberimiz bir harem mi kurdu? Hâşâ!.. O hanımların birer göz odalarından başka bir evleri yoktu. Hayatları son derece zâhidâne idi. Hazret-i Âişe’nin aktardığı gibi, üç gün üst üste sıcak bir yemek yiyemediler.

Hattâ Hendek Gazvesi’nden sonra Kureyza yurdu fethedilip, müslümanların iktisadî vaziyetleri öncesine göre iyileşince, ezvâc-ı tâhirât arasında;

“Artık dünya nimetleri biraz bize de düşse…” düşüncesi hâsıl oldu. Bunun üzerine, tahyîr âyetleri (el-Ahzâb, 28-29) geldi. Tahyîr, muhayyer / serbest bırakmak demek idi:

“Ya zühd ve kanaatle devam edin, yahut da boşanmayı kabul edin!..”

Hiçbiri dünyayı tercih etmedi, Allah Rasûlü’nü ve o kanaatkâr hayatı tercih ettiler. Ümmetin, fazîlet timsâli birer annesi oldular.

Efendimiz’in 10 yıllık Medine dönemini bir düşünelim:

Bedir, Uhud, Hendek, Hudeybiye, Hayber, Umretü’l-Kazâ, Mekke Fethi, Tebük, Vedâ Haccı ve irili ufaklı nice gazve ve sefer için Efendimiz’in ne kadar uzun süre ailelerinden uzakta olduğunu hesaplamak zor değildir.

Normal hâlinde dahî; geceler boyu ibâdet ettiği, vaktini en başta suffa ashâbı ile geçirdiği, eline ne geçerse başta suffa olmak üzere, yoksullara harcadığı için zaman zaman karnına taş bağladığı, hepimizin malûmu…

Efendimiz’in; bu evlilikleri, bedenî kuvvet itibarıyla cinsî duyguların durgunlaştığı 53-63 yaşları arasında gerçekleştirdiğini de hatırlatalım.

Peygamber Efendimiz’in gerek gençlik yıllarını, gerekse bu tebliğ yıllarını göz önünde bulundurduğunda, insaf ehli hiç kimse, O’nun evliliklerini nefsânî, şehevânî bir gayeyle alâkalandıramaz.

Peki, kim alâkalandırır?

•Münafıklar.

•Kalbinde hastalık bulunanlar.

•İslâm düşmanları (müşrikler, müsteşrikler.)

Onlar zaten eğip bükmek için, suçlamak ve ayıplamak için malzeme arayışı içindedir. Onlar; suçladıkları şeyin hadd-i zâtında mubah, helâl, sakıncasız bir şey olduğunu da düşünmezler.

Nitekim müşrikler;

“Bu Peygamber’e ne oluyor? Yemek yiyor ve çarşılarda dolaşıyor!..” (el-Furkān, 7) demişlerdi. Peygamberin yemek yemesi de suç idi onlar için. Onlara göre peygamber, melek olmalıydı, yememeliydi, içmemeliydi, evlenmemeliydi.

Diğer taraftan hıristiyan yahut yahudi bir müsteşrik; kendi kitâb-ı mukaddeslerinde çok eşlilik yapan, Hazret-i Dâvud, Hazret-i Süleyman gibi nice peygamberler olduğunu da düşünmeli değil miydi?

Müsteşriklerin hazırladığı bu saldırılarla, Peygamber Efendimiz’e hücumlar sürdürülüyor.

Kimisi Hazret-i Âişe’nin evlendiğinde genç yaşta oluşunu dile doluyor, kimisi, Efendimiz’in çok evlenmesini, kimisi de Zeyneb bint-i Cahş ile evliliğini…

ZEYNEB BİNT-İ CAHŞ VÂLİDEMİZ

Evet Zeyneb Vâlidemiz’le evliliği İslâm düşmanlarının en çok diline doladığı izdivâcıdır, Efendimiz’in.

•Bu evlilik, zamanında da münafık ve müşriklerin ayıplamalarına hedef olmuştur.

•Asrımıza kadar da insafsız müsteşriklerin saldırdığı belli başlı maddelerdendir.

•Günümüzde de ateistlerin en çok saldırdığı sahalardandır.

Zeyneb Vâlidemiz, Peygamber Efendimiz’in hala kızıydı. Hicret esnasında yaklaşık 30 yaşındaydı ve kuvvetli rivâyetlere göre hâlâ bekâr idi. Tesettürün, hicretin beşinci yılında, yani Zeyneb Vâlidemiz’le Efendimiz’in evliliğinden sonra emredildiğini ve Arapların akrabalık bağlarına gösterdiği ehemmiyeti hatırlayalım. Peygamberimiz; Hazret-i Zeyneb’i biliyor, tanıyordu.

EVLÂTLIK MÜESSESESİ

Peygamberimiz’in Medine’de artık ahkâmla alâkalı vahiylere muhatap olduğunu, muâmelât meselelerini de ele aldığını söylemiştik. Araplarda «tebennî / evlât edinme» müessesesi, Cenâb-ı Hakk’ın düzeltilmesini istediği hususlardandı. Araplar, evlât edinilen kişiyi, babası yerine evlât edinene nisbet edecek şekilde, bu hususta ileri gidiyorlardı. Meselâ Efendimiz’in âzâd ettiği ve evlât edindiği, «Zeyd bin Hârise»yi «Zeyd bin Muhammed» diye anıyorlardı. Evlâtlığı mîrasçı sayıyorlardı. Evlâtlığı evlât ile aynı görerek, onun da evlât gibi evlenme yasaklarına sebep olduğunu düşünüyorlardı.

Vahiy geldi ve bunu kaldırdı:

“…Allah evlâtlıklarınızı (neseben olan) oğullarınız yerinde tutmamıştır (Câhiliyye devrinde olduğu gibi, mîrasçı ve mahrem olmazlar. Yabancı bir kimse için, benim oğlumdur diye) bu söylediğiniz, ağızlarınızdaki sözünüzdür (boşuna bir sözdür). Allah ise hakkı söyler ve O, doğru yola hidâyet buyurur. O çocukları, babalarına nisbetle çağırın. Allah katında bu daha doğrudur.” (el-Ahzâb, 4-5)

Kimileri bunu önemsiz sayabilir. Hâlbuki Kur’ân nazarında câhiliyye hurâfelerini kaldırmak mühim bir meseledir.

Peygamberimiz’in risâlet vazifelerinden biri de ümmetini tezkiye etmektir; ahlâklarını güzelleştirmek, onları şirk ve câhiliyyenin pisliklerinden temizlemektir.

İşte bu vazife ve şuur muhtevâsında;

Peygamber Efendimiz, Medine’ye geldiğinde, ensar ve muhâcirleri kardeş yapmıştı. Peygamberimiz, toplumun kabîle ve nesebe verdiği değeri tamamen reddetmese de, yeni toplumun, takvâ etrafında halkalanmasını arzu ediyordu.

Çok sevdiği ve evlâdı gibi yetiştirdiği Zeyd’i, Peygamberimiz takvâsı ve samimiyeti sebebiyle önde tutuyordu. Onu Zeyneb ile evlendirmeye karar verdi.

Zeyneb ve kardeşi bu evliliği yadırgadılar. Efendimiz ne kadar kıymet verse de Zeyd, âzadlı bir köleydi, Kureyşli değildi. Peygamber Efendimiz’in ısrarı ile bu evlilik gerçekleşti. Toplumda gerçek inkılâp işte buydu.

Müfessirler; Ahzab Sûresi, 36’ncı âyetin bu evliliği tereddütle karşılayan Zeyd ve Zeyneb’i îkaz ettiğini bildirirler:

“Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü’min bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Rasûlü’ne karşı gelirse, apaçık bir dalâlete düşmüş olur.”

Demek ki, bu evlilik de sadece Efendimiz’in tasarrufu değil, ilâhî bir emirdi.

Lâkin bu evlilik yürümedi. Bir buçuk sene kadar sürse de, evlilik sona doğru gidiyordu. Zeyd -radıyallâhu anh- Efendimiz’e geliyor; Zeyneb’in kendisine yüksekten baktığını, bu denksizliği kabullenemediğini ifade ediyordu.

Peygamberimiz ise, Zeyd’e; «Sabretmesini, eşini boşamamasını, (ona iftira olabilecek sözler söylemek hususunda) Allah’tan korkmasını…» telkin ediyordu.

Cenâb-ı Hak’tan Peygamber Efendimiz’e bir vahiy / bir tâlimat daha gelmişti: Evlâtlıkların, evlât olmadıklarını ispatlamak için, bir câhiliyye anlayışını daha yıkmak:

Bir kişi, -oğlu boşansa da, ölse de- geliniyle evlenemez. Ebediyyen haramdır. (en-Nisâ, 23) İnsanlığa bu hükmü, ilâhî dinler öğretmiştir.

Câhiliyye ehli, evlâtlıklar için de aynısını uyguluyordu. Buna muhalefeti; bir haram çiğnemek, bir kötülük yapmak gibi görüyordu.

Peygamber Efendimiz’e ise Zeyd’in Zeyneb’i boşayacağı ve iddetten sonra Zeyneb’in, Peygamber Efendimiz’in eşlerinden olacağı bildirilmişti.

Peygamberimiz bu hakikati insanlara tebliğden ciddî mânâda çekinmişti. Âdetâ;

“Eşini boşama! vb.” telkinlerle geciktirmeye çalışıyordu. Çünkü, insanlar örf ve âdetlerinden gelen bir duyguyla yadırgayacaklardı. Kalplerinde şüphe olanlar, fitneye düşeceklerdi.

Neticede, Zeyd, hanımını boşadı. İddeti bittikten sonra ise Allah Rasûlü Efendimiz, Zeyneb Vâlidemiz’le evlendi.

Hâdise Kur’ân ve sahih sünnet çerçevesinde bundan ibarettir.

AHZÂB 37

İşte âyet-i kerîme:

“(Habîbim) hatırla o zamanı ki Allâh’ın kendisine nimet verdiği ve Sen’in de yine kendisine lütufta bulunduğun zâta Sen; «Zevceni uhdende tut. Allah’tan kork!» diyordun da Allâh’ın açığa çıkarıcısı olduğu şeyi içinde gizliyor, insanlar(ın dedikodusun)dan korkuyordun. Hâlbuki Allah kendisinden korkmana daha çok lâyıktı. Şimdi mademki Zeyd o kadından ilişiğini kesti, biz onu Sana zevce yaptık.

Tâ ki evlâtlıklarının kendilerinden ilişkilerini kestikleri zevceler(ini almakta) mü’minler üzerine günah olmasın.

Allâh’ın emri yerine getirilmiştir.” (el-Ahzâb, 37)

Lâkin, birileri bir şeyler uydurdular:

Güya Efendimiz, bir gün Zeyd’i ziyarete gitmiş, Zeyneb Vâlidemiz’i görmüş de âşık olmuş, onunla evlenmek istemiş, Zeyd’in onu boşamasını arzu etmiş, içinde bunu gizlemiş, Zeyd de bunun farkına varınca hanımını boşamış!..

Şu iddia sıradan bir mü’min hakkında bile söylense;

“Bir mü’min, başkasının hanımına bu gözle bakar mı, içinden böyle şeyler geçirir mi? Ben bu mü’mini tenzih ederim!” deriz.

Bu rivâyeti uyduranlar, bunu Allah Rasûlü’ne, insanlığa üsve-i hasene olarak gönderilen, ahlâkı azîm / muazzam diye methedilen Zât’a isnâd ettiler!..

Birtakım siyer ve tefsir kitapları maalesef bu rivâyetleri aldı ve Ahzâb 37’yi buna göre anlamaya kalktı.3

Dolayısıyla onlara göre Allah Rasûlü’nün içinde gizlediği ve insanlardan utandığı şey, «Zeyneb’e aşk ve ‘keşke boşasa’ şeklindeki gizli niyet» idi.

Hâşâ sümme hâşâ!..

Kimileri bu rivâyetin aslının astarının olmadığını bile bile, te’vil ve te’lif etmeye çalıştı.

Yanlış anlaşılmasın, «sevgi» gibi insanın elinde olmayabilecek bir şeyi Peygamber’e isnâd edip etmemekten ibaret değildir mesele. Eğer âyet böyle anlaşılırsa, Allah Rasûlü’nün;

“Hanımını nikâhında tut, Allah’tan kork!” derken -hâşâ- yalancı ve samimiyetsiz olduğunu da kabul etmek îcâb eder. Bu da ismet sıfatının yanında, sıdk ve emânet sıfatlarına da mugāyir olur.

Hâlbuki ilk asırdan beri var olan doğru anlayışta; Allah Rasûlü’nün gizlediği bilgi, vahiy yoluyla gerçekleşecek olan «evlilik bilgisi»dir. Bunun zamanını bilmeyen Allah Rasûlü, -uydurma rivâyetin tam aksine- gerçekleşecek kaderi temennî etmemekte, âdeta geciktirmeye çalışmaktadır. Âyet de bunu te’yid etmektedir.

Dahası, bir kadını bedeni itibarıyla görüp de âşık olma hikâyesi bile, hadd-i zâtında çirkindir. Bu şehvettir, aşk değil.

Dahası, nâmahreme nazar etmemek hususunda, Peygamber Efendimiz’in öğrettiği hususlar açıktır.

Rasûlullâh’ın gizlediği şeyin, aşk vs. olmadığı âyetin ifadesiyle de sâbittir.

Şöyle ki:

Rasûlullâh’ın gizlediği şey ne ise, Allah onu açıklayacak olduğunu bildiriyor.

–Allah ne açıkladı?

–Cenâb-ı Hak; “Onu Sana nikâhladık ki, evlâtlıkların eşleri hususunda güçlük olmasın…” buyurdu. Bunu açıkladı. O hâlde, mantık ilminin îcâbı olarak da gizlenen şey bundan ibarettir.

Zaten işin erbâbı olan müfessirler ve âlimler şöyle dediler:

ÇİRKİN İFTİRA!..

“Bu çirkin bir uydurmadır, Allah Rasûlü’nün ismet sıfatıyla da muvâfık değildir. Gerçeklerle de muvâfık değildir.”

Ebûbekir İbnü’l-Arabî (v. 543) bu iftirayı şiddetle reddetti. Dedi ki:

“Bu rivâyetlerin hepsinin senetleri sâkıttır / kopuktur. (…) Allah Teâlâ, O’na;

«Sakın, kendilerini denemek için onlardan bir kesimi faydalandırdığımız dünya hayatının çekiciliğine gözlerini dikme!» (Tâhâ, 131) buyurmuşken, (bu emre tam ittibâ ve itaat eden) bu mutahhar kalbi, böyle bozuk bir alâkadan tenzih ederim!..”4

İbnü’l-Cevzî (v. 597) dedi ki:

“Tefsirde her ne kadar yayılmışsa da ulemânın bir kısmı Allah Rasûlü’nü bu iddialardan tenzih etmiştir.”5

Ebu’l-Fidâ İbnü’l-Kesîr (v. 770) dedi ki:

“Bu babda İbn-i Cerîr’in aktardığı şeyler var. Sahih olmadığı için bu rivâyetleri eserime (tefsîrime) almadım!”6

İbn-i Hacer el-Askalânî (v. 852) dedi ki:

“Bu kıssa;

1. Sened bakımından zayıftır.

2. Efendimiz’in ismeti ve konumuyla da kābil-i te’lif değildir.

3. Beğavî’nin dediği gibi, Efendimiz’in gizlediği şey, sevgi olsaydı, Allâh’ın açıkladığı şey de o olurdu. Hâlbuki Allah, bunu zikretmemektedir.

4. Hazret-i Zeyneb’i, Zeyd ile evlendiren Peygamber Efendimiz’dir, o Efendimiz’in hala kızıdır, çocukluğundan beri onu defalarca görmüş âşık olmamış da, onu âzadlısıyla evlendirdikten sonra mı ona âşık olmuştur? (Bunun mantıkla da îzâhı mümkün değildir.)7

Kurtubî (v. 671) dedi ki:

“Böyle bir iddia, ancak Allah Rasûlü’nün ismet sıfatından habersiz bir cahilden yahut O’na hürmeti istihfaf eden birinden sâdır olabilir!”8

Kādî İyâz (v. 544), Ahzab, 37’ye dair suâle cevaben dedi ki:

“Sakın bir kısım müfessirlerin zikrettikleri hususta şüpheye düşme! Bu hususta en doğru olan müfessirlerin Ali bin Hüseyn’den rivâyet ettikleri husustur. (Peygamberimiz’in gizlediği şeyin, Allâh’ın O’na bildirmiş olduğu hakikatidir.)

Bunun benzeri İmâm-ı Zührî’den de (v. 124) rivâyet edilmiştir. Nitekim âyetin; “Allâh’ın emri yerine getirilmiştir!” diye hitâma ermesi de bu tefsiri doğrular.

İmam Kuşeyrî (v. 465) diyor ki:

“Bu iddia, bu sözü söyleyen için (vebâli) büyük bir cür’ettir.”9

Bu âlimler tebârüz ettirdiler ki o sırada 35 yaşında olan Zeyneb Vâlidemiz’i, Hazret-i Peygamber, çok iyi tanıyordu. Onları zaten O evlendirmişti. Zaten tesettür henüz farz değildi. -Halasının kızını görmemiş de evinde bir gördü diye âşık olmuş- hikâyesinin hayal ürünü olduğunu, Montgomery Watt gibi oryantalistler bile te’yid etti.10

Doç. Dr. Mahmut ÇINAR, mevzu ile alâkalı rivâyetleri ele aldığı makalesinde, uydurulan hikâyenin, Hazret-i Dâvud aleyhine uydurulan Uriya kıssasına 8 noktada bire bir uyduğunu ifade ederek, uydurmanın kaynağına da işaret etmekte.11

Efendimiz’in çekindiği şey neydi? Münâfıkların, müşriklerin; «Evlâtlığının boşadığıyla evleniyor!» diye yaygara yapacak olmalarıydı. Nitekim de yaptılar. Hattâ Efendimiz’in çekindiği şey, asıl bu yaygaralardan dolayı fitneye düşeceklerin olmasıydı.

Cenâb-ı Hak, evlâtlıklarla alâkalı teşriî hükmün tatbikatına; «Evet!» diyen bu hanımı mükâfatlandırmıştı. Bu mükâfat, Allah Rasûlü’nün zevcesi ve Mü’minlerin Annesi olma şerefine ulaşmaktır. Hazret-i Zeyneb; odasında deri işleyerek kazancını infâk eden, Ümmü’l-Mesâkîn / Miskinlerin Annesi diye anılacak derecede hayırsever olan ve Peygamberimiz tarafından Evvâhe / Allah için gözyaşı döken bir hanım olarak vasfedilmiş sâliha bir annemizdir.

İLÂHÎ EMİR

Neticede, her ne söylesek, Efendimiz’in evliliklerini havsalasına sığdıramayanlar olabilir. Onlara Allah Teâlâ müteâkip âyette şöyle sesleniyor:

“Allâh’ın, kendisine HELÂL KILDIĞI şeyde Peygamber’e herhangi bir vebal yoktur. Önce gelip geçenler arasında da Allâh’ın âdeti böyle idi. Allâh’ın emri mutlaka yerine gelecek, yazılmış bir kaderdir.” (el-Ahzâb, 38)

Diyanet Vakfı meâlinde, «helâl kıldığı» diye tercüme edilen ifade, «farada» fiilidir ki, bazı mealler bunu «farz kıldığı», bazı mealler «takdir ettiği» şeklinde tercüme etmişlerdir.

Eğer farz kılmak ve takdir etmek mânâları alınırsa ve Efendimiz’in; “Eşini yanında tut!” diyerek «insanlardan çekindiği» hatırlanırsa, Efendimiz’in bu evliliğe bir sevda ile değil, bizzat Allâh’ın emriyle girdiği daha iyi anlaşılacaktır.

Ateist sitelerinde günümüzde de;

“Bir insan geliniyle evlenir mi? Göz koyduğu gelinini almak için âyet uydurdu!” gibi çok çirkin iftiralar atılmaya devam edilmekte.

Onlara şu cevapları tekrar tekrar verelim:

1. Zeyneb Vâlidemiz, Efendimiz’in gelini değildir. Zira müteâkip âyetlerin ifade ettiği üzere, Peygamberimiz’in evlilik çağına ulaşan bir erkek evlâdı olmadı. Hazret-i Zeyd, Peygamber Efendimiz’in oğlu değildir.

2. Evlâtlıkların evlât edinen kişilere nisbet edilmesi, mahrem kabul edilmeleri ve mîrasçı olmaları meselesi, günümüzde de bazı toplumlarda ve İslâmî eğitim almamış müslümanlar arasında sürdürülmektedir.

Demek ki, Allâh’ın râzı olmadığı bu hususla mücadele ehemmiyetsiz değildir. Hâlâ güncelliğini koruyan bir problemdir.

3. Bir ateist, bununla Allah Rasûlü’nü ayıplarken hiç düşünmez mi, acaba insanlık, geliniyle evlenmenin yanlış bir şey olduğunu nereden öğrenmiştir?

Elbette ki dinden. Vahiyden. Yani Allah’tan…

Yoksa bütünüyle «nikâh»ı lüzumsuz gören ateist akıl mı gelinle evliliği yanlış görecek? Hayır!..

Birinci maddede, Hazret-i Zeyneb’in, Efendimiz’in gelini olmadığını ifade ettik. O hâlde neyin ısrarı?

Allah Teâlâ hakikati apaçık ifade ettiği hâlde, hâlâ asılsız, hayal ürünü bir rivâyetin peşine takılmak elbette ki azîm bir hatadır.

MUSTAFA ÖZTÜRK’ÜN DERDİ

Gelelim bu uzun yazının asıl sebebine:

Herkes Ahzab, 37’nci âyet etrafında ve bu iftiradan hareketle, ateistlerin, müsteşriklerin ve İslâm düşmanlarının çıkardığı bu fitneyi söndürmeye çalışıyor.

Fakat ne acı;

Tefsir hocası, ilâhiyatçı Mustafa ÖZTÜRK… Televizyon ekranlarında, düğün salonuna benzer toplantı salonlarında oturup magazin programı sunar gibi bu hayal ürünü kıssayı anlatıyor ve çok çirkin bir şey yapıyor:

Diyor ki:

“Taberî Arap’tı. Araplara göre bu anlatılan şeylerde tuhaf gelecek bir şey yoktu. Aynen aktardı.

Mâtürîdî ise Türk idi. Ona göre ise bu namus meselesiydi, böyle şey olmazdı!.. «Akla uzak!» dedi; «Muhâl!» dedi.

Muhtemelen Türk olan Zemahşerî de ortayı bulmak için dedi ki: «Araplar arasında böyle şeyler yadırganan, müstehcen addedilen şeylerden değildir. Onlar ben boşayayım sen evlen gibi münasebetlere girebilirler!»

Demek ki, ahlâk izâfî, tarihsel bir şeydi. Demek ki Kur’ân tarihseldi!..”

Şu rezil tavra bakın!

Kur’ân’ın tarihsel olduğunu ispatlayayım da isterse sahâbeye -hâşâ- gevşek, peygambere -hâşâ- zampara demiş olayım, önemsiz! Yeter ki karşıma topladığım bilgisiz insanları fikrime getireyim!.. Ahlâkın insandan insana, toplumdan topluma değişken bir şey olduğuna onları iknâ edeyim ki; Kur’ân ahkâmının, Araplara mahsus bir şeriat olduğunu, bizi bağlamayacağını bu telkinin arkasından kakalayabileyim!..

Şimdi Öztürk’e soralım:

“Bu rivâyeti eserime almam!” diyen İbn-i Kesîr, Türk müdür? Mâverâünnehir âlimi midir?

–Hayır! Arap’tır ve Şam âlimidir.

Ya Ebûbekir İbnü’l-Arabî?

–Endülüslüdür! Arap’tır.

Ya Fahruddin Râzî?

–Arap’tır.

Peki, Zemahşerî’nin peşine takılarak, bu rivâyete güvenen ve eserine alan Ebu’l-Berekât Nesefî (v. 710) nerelidir? Türk’tür ve Buharalıdır. O bir Türk olduğu hâlde, niçin Mâtürîdî’nin refleksini göstermemiştir?

İşin doğrusu şudur:

Matürîdî, Türklüğünden değil, kelâmcılığından dolayı, meseleye ismet-i enbiyâ (peygamberlerin günahtan korunmuş olmaları) prensibi açısından baktığı için bunu muhâl bulmuştur. Hattâ Öztürk tekrar dikkatlice okursa, Mâtürîdî’nin muhâl dediği şeyin, iddiaya göre -hâşâ-; «Peygamber Efendimiz’in sözüyle niyetinin birbirini tutmaması olduğunu» anlar.

Evet, Arap Fahruddin Râzî de Türk Mâtürîdî de, bu uydurma rivâyeti ismet sıfatına sığdıramadıkları için reddetme yolunu tutmuşlardır.

Zührî, İbn-i Kesîr, İbnü’l-Arabî ve İbn-i Hacer gibi âlimler de, şu veya bu memleketten veya kültürden oldukları için değil, sağlam hadisçi ve titiz âlim oldukları için bu rivâyetin ipliğini pazara çıkarmışlar ve reddetmişlerdir.

Demek ki; Türk ahlâkı, Arap ahlâkı fasaryası Mustafa ÖZTÜRK’ün hayal ürünüdür.

Üstelik Abdülkadir İNAN’ın makalesi, evlâtlık ve evlâtlığa yönelik evlenme yasaklarının eski Türklerde de aynen var olduğunu gösteriyor. Hattâ makalede Arap ve Türk câhiliyyelerinin ortak noktalarına dahî işaretler var.12

Evet, evlilik örf ve âdetleri arasından toplumlar arasında farklar vardır. Fakat Kur’ân ahkâmı, cihanşümuldür / evrenseldir.

Arapların kıskanç olmadıkları iddiası külliyyen yanlıştır. Ölürken dahî hanımına;

“Benden sonra evlenme!” diye vasiyet edenler vardır. Sa‘d bin Ubâde -radıyallâhu anh-, öyle kıskanç idi ki; onun boşadığı hanımla dahî evlenmekten korkuyorlardı. Onun kıskançlığı üzerine Efendimiz de şöyle buyurdu:

“–Siz, Sa‘d’ın bu gayret ve hamiyetine şaşıyor musunuz? Ben Sa‘d’dan daha gayûrum. Allah Teâlâ da benden daha gayûrdur.” (Buhârî, Nikâh, 36, 107)

Diğer taraftan, İslâm öncesi Arap toplumunda çeşit çeşit bâtıl nikâhlar da vardı. Bunların varlığı başka bir şeydir, Hazret-i Peygamber’e ve ashâbına böyle rezil şeyleri isnâd etmeye kalkmak bambaşka bir şeydir.

Münafık, müsteşrik anlamaz tamam, fakat ne kadar acı bir şey bir müslümana Peygamber’in iffetini, temizliğini ispatlamaya çalışmak!..

Daha enteresan son bir şey: Mustafa ÖZTÜRK’ün de bir meâli var. Orada kendisi de mezkûr âyetleri, uydurma kıssaya göre değil, «doğru» şekilde tercüme ediyor.13

Mustafa ÖZTÜRK, Taberî-Mâtürîdî-Zemahşerî üçlemesi üzerinden kurgulamaya çalıştığı izâfî ahlâk sunumunda, ilk asır müfessirlerinin Taberî gibi düşündüğünü, cesur olduklarını, Fahruddin Râzî gibi kelâmcıların ise tefsire müdahale ettiklerini savunuyordu. Hattâ Hasan Basri ÇANTAY’ı tefsirleri tahrif etmekle suçluyordu.14

Demek kendisi de meâlini hazırlarken aynı çizgiye gelmek zorunda kalmış.

Fakat bu görüşüne de itiraz edeceğiz.

Çünkü bu âyete günümüzde verilen ve Mustafa ÖZTÜRK’ün de vermek zorunda kaldığı mânâ, uydurma olduğunu söylediğimiz kıssaya dayanan yorum kadar kadîmdir. Sonradan geliştirilmiş, savunma temelli bir görüş değildir.

Hazret-i Hüseyin’in oğlu, Zeyne’l-Âbidîn Ali bin Hüseyn -rahmetullâhi aleyh-’e isnâd edilen bu tefsir, Taberî’de de yer almaktadır:

Bu görüş; Rasûlullah Efendimiz’in gizlediği şeyin, Allâh’ın onu Zeyneb’le evlendireceği bilgisi olduğudur.

Keşşâf’ın;

“Bu onlar arasında garipsenen bir şey değildi.” ifadesi ise, Zemahşerî’nin -eğer rivâyet doğru ise- rivâyetteki evlâtlığının boşadığı hanımla evlenme isteğini îzâh etme çabasından başka bir şey değildir.

Uydurma görüp âşık olma hikâyesi, o kadar yayılmıştı ki, bunu eserlerine alanlar bir yandan da bunu Efendimiz’in ismetiyle te’lif etmeye çalıştılar. Zemahşerî’nin yaptığı sadece budur.

Son bir nokta daha:

EVLÂTLIK TARİHSEL DEĞİL!..

M. Öztürk, bu mesele üzerine kurguladığı sunumla, izâfî ahlâkı kabul ettirmek istiyor. Arap veya Türk, dün veya bugün arasında; ahlâk, izâfî / göreceli olursa, insanlar her devirde onu yeniden inşâ ederler, etmeye hak sahibi olurlar demek istiyor.

Hâlbuki evlâtlık meselesi gösteriyor ki, bugün de İslâm’ın hükmüne râm olanlar dışındaki insanlar, dünün câhiliyyesi ile aynı düşüncede birleşiyorlar.15

Bugünün beşerî aklı da, o günün câhiliyye aklı da, evlâtlığın mahremiyetini, vârisliğini ve nesebe dahlini onaylıyor. Kur’ân ise reddediyor.

Demek ki;

Beşerî akıl, vahyin hakemliği olmadan Allâh’ın rızâsına muvâfık hükümler elde edemez. Bizzat bu hâdise tarihselciliğin boş ve temelsiz olduğunu ispata yetmez mi?

Selâm hidâyete tâbî olana…

Selâm Allah Rasûlü’nün muhteşem ahlâkından, en güzel örneğinden istifade edebilene…

________________________

1 Rakamlar, Vâlidelerimiz hakkındaki TDV İslâm Ansiklopedisi maddelerinden alınmıştır. Hadis âlimlerinin usûlünce, Bakî bin Mahled’in Müsned’i yahut Müsned-i Ahmed’deki hadis rivâyet sayılarıdır.
2 Uraler, Aynur, Ümmü Habibe, TDV İA, XLII, s. 319.
3 Ahmed bin Hanbel -rahmetullâhi aleyh-’in bir sözü vardır: “Tefsir, megâzî ve siyerin «asl»ı yoktur.”
Buradaki «asıl» ifadesi, sened demektir ve bu ilim dallarında aktarılan sahâbe ve tâbiîn âlimlerine dayandırılan haberlerin, hadis ilmindeki gibi bir titizlikle aktarılmadığını, ekseriyetle, zayıf hadislerin de altında bir değere sahip olduklarını bildirmektedir.
Müfessirin ilmî teçhizatı, bilhassa hadis ilmindeki dirâyeti ve de tavrı, burada eserdeki rivâyetlerin ne derecede itimat edileceği hususunu belirler. Meselâ İbn-i Kesîr (v. 770), titiz bir tarihçi ve muhaddis olarak, tefsirinde yer vereceği rivâyetleri daha titiz kriterlerle belirlemiştir. Fakat Mukātil bin Süleyman, Taberî gibi müfessirler; Ahmed bin Hanbel’in işaret ettiği, güvenilmez malzemeye de tefsirlerinde yer verebilmişlerdir. Sadece zayıf ve münker rivâyetler değil, İsrâiliyyât da tefsirlere çokça girmiştir ve sahanın mütehassısları bunu sıklıkla dile getirir ve îkaz ederler. Meselâ tefsir tarihiyle alâkalanan herkes okumuştur ki, Keşşâf’ta, Nesefî’de geçen fezâil-i süver / sûrelerin fazîletine dair hadis diye aktarılan sözlerin -birkaçı hâriç- hepsi uydurmadır.
Eklememiz gereken bir başka husus da şudur:
Tefsir geleneğinde, bir âyetin îzâhında, müfessirimiz çeşitli eserlerde gördüğü görüş ve yaklaşımları aktarabilir. Bu aynen katıldığı mânâsına gelmez. Erbâbı bilir ki; «kıyle: denildi ki» ibaresiyle aktarılan görüşler aslında müfessirin zayıf bir menşeden geldiğini bildiği ve bu şekilde vurguladığı nakillerdir. Bazen müfessirler görüşleri saydıktan sonra, katılmadıklarını, bu görüşün uzak olduğunu bildirdikleri de olur. Dolayısıyla; “Şu görüş Râzî’de geçiyor.” demek başka; “Fahruddin Râzî, bu âyeti bu şekilde anlıyor.” demek başkadır.
4 Ebûbekr İbnü’l-Arabî, Ahkâmü’l-Kur’ân, Ahzâb, 37.
5 İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-Mesîr, Ahzâb, 37.
6 İbn-i Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Ahzâb, 37.
7 Fethu’l-Bârî, VIII, 524.
8 Kurtubî, el-Câmi‘ li-Ahkâmi’l-Kur’ân, Ahzâb, 37.
9 Kadı İyâz, eş-Şifâ, 559-561.
10 Watt, W. Montgomery, Hz. Muhammed, (Ter: Hayrullah ÖRS), İstanbul 1963, s. 164 vd.
11 Çınar, Mahmut, Hazret-i Peygamber’in Zeynep Bint-i Cahş ile Evliliği Etrafındaki Şüpheler, Diyanet İlmî Dergi, 2007, c. XLIII, sa. I, s. 31-50.
12 İnan, Abdülkadir, Göçebe Türk Boylarında Evlâtlık Müesseseleriyle İlgili Gelenekler, AÜ Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, c: VI, sa: 3, Mayıs-Haziran 1948, s. 127-137. Mustafa ÖZTÜRK; bu makaleyi sonuna kadar okursa, eski Türk kabîlelerinden bazılarının aşağı boylarında, Zemahşerî’nin müstenker değil dediği şeylerin de var olduğunu görecektir.
13 Öztürk, Mustafa, Kur’ân-ı Kerim Meâli Anlam ve Yorum Merkezli Çeviri, Ankara 2014, s. 474-475.
14 goo.gl/3PEcLk
15 Son olarak: İslâm; evlât edinmeyi, soy ihlâli, mahremiyet ve mîrasçılık maddeleri sebebiyle reddeder. Buna karşılık yetim ve öksüzlere bakmak, sahip çıkmak ve büyütmek ise dînimizde çok teşvik edilmiştir. Ashâb-ı kiram, yetimlere sahip çıkmak için birbirleriyle yarışmıştır.