GÖLGELERLE YAŞAMAK MI YOKSA NURLU HAKİKATLERE YÜRÜMEK Mİ?

M. Aşır KARABACAK ma.karabacak@gmail.com

Milâttan önce beşinci asırda yaşamış olan Eflâtun’un meşhur bir alegorisi vardır.

Mağarada yaşayan insanlar… İnsanların çoğunun hakikate bakışının sathîliğini anlatmak için kurguladığı bu metaforda, bu mecâzî hikâyede; pek az bir insanın hakikate ulaşabildiğini ifade eder.

Şöyle ki;

Yer altında bir mağara tasarlayın. Ağzı nurlu bir hakikate, aydınlığa açılıyor. Fakat içindeki insanların sırtları ışığa çevrilmiş; elleri, ayakları, kolları, boyunları zincirlenmiş. Bırakınız bedenlerini çevirmeyi, bakışlarını bile çeviremiyorlar mağaranın ağzına yani geriye doğru. Ve bu insanlar kendilerini bildikleri zamandan bu yana bu şekilde yaşıyorlar.

Mağaranın ağzından yansıyan ışık, insanların gölgelerini duvarda yansıtıyor ve bu insanların gözündeki tek gerçek karşıda duvarda yansıyan gölgeler. Hakikat nâmına sadece gölgeleri seyrediyorlar.

Neleri göremiyorlar?

Kendilerini!

Yanlarında yaşayan diğer insanları!

Mağaranın dışını ve mağaranın önünden geçen ışığı kesip gölgelerini duvara yansıtan nesneleri veya kişileri!

Onlar için tek hakikat, kendi gölgeleri ve yanlarındaki kendileri gibi gerçeğe tâkatleri yetmeyen diğer mağara insanlarının gölgeleri.

Gölgeyi bir hakikat biliyorlar.

Hasbelkader boyunlarındaki, ayaklarındaki ve ellerindeki zincir kırılsa veya çözülse de bu insanların birisi geriye bakmayı denese ve mağaranın hakikate açılan ağzına baksa; gözü, aydınlığın kuvvetli şerâresinden, göz alıcı ziyâsından kapanacak ve gerisin geri zincirli hâline rücû edecektir.

Sabredenlerin ise gözleri nûra, ışığa, aydınlığın güçlü çarpmasına mukavemet göstererek, kendilerini gölgelere hapseden ve tek gerçek olarak karşılarında duran akıl tutulmasının kirli duvarlarının ötesini basîret ve firâset kanatlarıyla aşarak görebilme bahtiyarlığına erişebilenler olacaklardır.

Eflâtun’un kaleminden çıkan bu tasvirin üzerinden neredeyse 2.500 yıl geçmiş olmasına rağmen insanlar teknik terakkîde kat ettikleri hızlı mesafeyi ne yazık ki fikrî terakkîde kat edememişler ve her devirde yine insanların çoğu, mağaranın duvarlarında raks eden ucûbe görüntüleri seyretmeden haz almaya devam edegelmişlerdir.

***

Yüce Allah, Kitâb-ı azîminde geçmiş kavimlerin durumlarından bahseder. Âd kavminden, Semûd kavminden, Lût kavminden ve diğerlerinden… Onların helâk oluşlarından ve helâklerine sebep olan rezilliklerinden.

Baktığımızda şunu net bir şekilde görürüz. Geçmişteki kavimlerin helâklarına sebep, onların yüce Allâh’a olan itaatsizlikleri ve isyanları. Peygamberlerinin kendilerine getirdikleri hakikatlere olan düşmanlıkları.

“Sizden önceki Nuh, Âd, ve Semûd kavimlerinin ve onlardan sonrakilerin -ki onları Allah’tan başkası bilmez- haberi size gelmedi mi? Onlara peygamberleri mûcizeler getirdiler de onlar (öfkeden parmaklarını ısırmak için) ellerini ağızlarına götürüp; «Biz, sizinle gönderileni inkâr ediyoruz! Bizi çağırdığınız şeyden de derin bir şüphe içindeyiz!» dediler.” (İbrâhîm, 9)

“Îmân etmiş olan adam dedi ki:

«Ey kavmim! Şüphesiz ben; Nuh kavmi, Âd kavmi, Semûd kavmi ve onlardan sonra gelen toplulukların başına gelen hâdiselerin sizin de başınıza gelmesinden korkuyorum. Allah, kullarına asla zulmetmek istemez.»” (el-Mü’min, 30-31)

Günümüzden örneklere baktığımızda da şu tabloyu karşımızda görmekteyiz:

O kavimlerin başına gelen cezalar, felâketler, âfetler ve diğer kötü hâdiselerin hepsinin sebebi olabilecek mel‘anetler açık ve alenî şekilde işlenmekte ve hattâ teşvik ve terğîb edilmekte.

Aile hayatının kutsiyeti ayaklar altına alınmış, aile sadece çocuk üreten bir fabrika olarak görülmüş; bütün beşerî sistemlerin komünizmin, kapitalizmin, liberalizmin hangisi iktidar olursa olsun, kendi süflî nazariyeleri doğrultusunda kimisi bu fabrikayı iflâsa götürecek ve karaborsayı artıracak kadar komünist, kimisi üretimin çokluğu ve gelirin artması için hem fason hem de fabrika üretimi yapacak kadar kapitalist, kimisi de hangi fabrika olursa olsun üretim eksenli düşünecek kadar liberal davranmış ve fakat hiçbirisi ailenin hakikî mânâsı üzerinde mesafe kat edememiştir.

Hâl böyle olunca, kadın-erkek olgusu fizikî ve rûhî farklılıkları sebebiyle yaratılıştan elde ettikleri hak ve mes’ûliyetlerinden soyunarak sathî bir bakışla beşeriyetleri üzerinden hareket edilmiş ve eşitlik, hürriyet gibi güncel ve yaldızlı kelimelerle cemiyetin damarlarına uyuşturucu zerk edilmiştir.

Neredeyse aile mahremiyetinin her karesini milletin gözünün önünde -ahlâkî erdemleri hiçe sayarak- temâşâya «mazhar» etmek bir erdem hâle geldi. Üstad Necip Fazıl’ın ifadesiyle:

Utanırdı burnunu göstermekten sütninem,
Kızımın gösterdiği, kefen bezine mahrem.
Ey tepetaklak ehram, başı üstünde bina;
Evde cinayet, tramvay arabasında zina!
Geçenler geçti seni, uçtu pabucun dama,
Çatla Sodom-Gomore, patla Bizans ve Roma!

***

Kehf Sûresi’nde; Hazret-i Musa ve Hazret-i Hızır arasında geçen hâdiseler zincirinden bahsedilir. Bu hâdiselerde; görünen gerçeğin arkasında bir de görünmeyen hakikatin gizliliğinden, her şeyin akıl bakışı ile idrak ve îzah edilemeyeceğinden, bütün hâdiselerde; aslında bu hikmet yanının, kendine mahsus sırla sırlanmış pek çok gizin de bu yüce ve ancak ehlince mâruf hakikatin yanında gün ışığı gibi kaldığı anlatılır.

Tarihî hâdiselere ve yüzlerce, binlerce yıla yukarıdan ve avucumuzun içindeki bir gerçek olarak tasavvur edip bakabilecek olsak, salt aklın sınırlarını zorlayacak farklı bir bereket ve kudret elinin nurlu izlerinin aydınlık tesirini, öpüp başımıza koyacağımız bir asıl hakikat olarak görebiliriz.

Bu bereket fidesinin kök saldığı, yeşerdiği, inbat edip meyveye durduğu hâdiselere;

*Gölge ile oyalanan, varlığının sırrına vâkıf olamamış «ten hazzı»nın esiri olan,

*Kendi fikrinin kölesi, «ten hazzı»nın ötesine ancak «ben hazzı» ile geçebilmiş egoist zihinler,

*Varlığı ile yokluğu arasında farkı göremeyen nihilist beyinler muttalî olamazlar.

Bunlar;

Emevîlerin 90 yıllık tarihinde, iki buçuk yıl asr-ı saâdet rüzgârı estirmiş, «Beşinci Râşid Halîfe» olarak isimlendirilen, Ömer bin Abdülaziz’in bu müthiş sosyolojik terakkîyi nasıl yaptığını idrâk edemezler.

400 atlı ile başlayan yürüyüş serüveninden cihana hükmeden bir imparatorluk noktasına çıkmış olan Osmanlı Devleti’nin bereket kaynağını değil bulabilmek, ona vâsıl edecek yola bile ulaşamazlar.

Temel nokta:

Hak yaşandığı zaman, Allah bereketini verir.

Hak yaşanmadığında ise akıllara; sebepler sahrâsında, güneşin yakıcılığı altında susuzluk ufkunda yeşil bir vahaya hasretle helâk oluş düşer. Öyle ki -Kur’ân’da bildirilen yahudiler gibi- hakikati yaratan Allâh’a bile bühtan içinde olurlar:

“Bir de yahudiler; «Allâh’ın eli bağlıdır! (Bize karşı cimridir)» dediler. Söylediklerinden ötürü kendi elleri bağlansın ve lânete uğrasınlar! Hayır, O’nun iki eli de açıktır, dilediği gibi verir.

Andolsun, sana Rabbinden indirilen (Kur’ân) onlardan birçoğunun azgınlık ve küfrünü artıracaktır. Biz onların arasına kıyâmete kadar düşmanlık ve kin saldık. Her ne zaman savaş için bir ateş yakmışlarsa, Allah onu söndürmüştür. Onlar yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya çalışırlar. Allah, bozguncuları sevmez.

Eğer kitap ehli îmân etseler ve Allâh’a karşı gelmekten sakınsalardı, muhakkak onların kötülüklerini örterdik ve onları Naîm cennetlerine koyardık.

Eğer onlar Tevrât’ı, İncil’i ve Rableri tarafından kendilerine indirileni (Kur’ân’ı) gereğince uygulasalardı, elbette üstlerinden ve ayaklarının altından (bol bol rızık) yiyeceklerdi.” (el-Mâide, 64-66)

Evet.

Eğer Allâh’ın bize indirdiği emir ve nehiylere hakkıyla riâyet edebilseydik yine Allâh’ın tebşîrâtıyla hem gökten hem de yeryüzünden bol bol sonsuz imkân ve ihsan içinde olurduk.

Bereket o zaman üzerimize bahar yağmurları gibi yağar ve bizim ulaşamadığımız yerlerde bile gayretin ve fedâkârlığın bir neticesi olarak nice filizlenmelere sebebiyet verirdi.

Bize düşen, yazımızın başında da söylediğimiz gibi gölgelerle uğraşmak yerine, hakikatin nurlu ışığına doğru bereketin ineceğine sonsuz inanç ile yürüyebilmek.

Nihayetinde biz zaferden değil seferden mes’ûlüz.

Zafer Allâh’ın ikrâmıdır! Ya ikrâm eder ya imhâl eder.