İNANCIMIZ HAYATIMIZA YANSIMALI
Hayrettin DURMUŞ hayrettindurmus@gmail.com
İnancın, fazîletin, ahlâkın ve kültürel değerlerin yansımalarını gördüğümüz alanın adıdır hayat. Eskiler; «Üslûb u beyan ayniyle insan.» derlerdi. Kişinin konuşması, gülmesi, sevinmesi, kızması, yemesi, içmesi, giyinmesi, aslında beslendiği kaynağı gösterir. Evlerin penceresi, kapı tokmakları, mezarlıklardaki serviler medeniyetimizin ipuçlarını vermez mi? Yer sofrasında toplanan bir aile, bir milletin yaşayışının özeti değil midir? Adım atışımız, sağ tarafımıza dönüp yatışımız bile inancımızın hayatımıza yansımasıdır.
“Utanmadıktan sonra istediğini yap!” îkazı ve;
“Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” (Muvattâ, Hüsnü’l-Hulk, 8)
kutlu sözü, yalnız başına kaldığı zamanlarda bile insanın yalnız olmadığının îlâhî mesajla bildirilmiş olması; yüce ahlâklı, fazîlet sahibi, erdemli bir topluluğun oluşmasının temel taşlarıdır. Bu ölçülerden uzaklaştıkça erdem gider, fazîlet unutulur ve ahlâk kaybolur. İşte o zaman «kültürel yozlaşma» dediğimiz acı son başlamış demektir.
Peygamberimiz’in ahlâkını soranlara Hazret-i Âişe’nin;
“Siz Kur’ân okumuyor musunuz?” demesi ne kadar ibretli! O yaşayan Kur’ân’dı. O kutlu kitabı okuyup da âdemelmasından aşağı geçiremeyenlerden ve;
“Kitap yüklü merkep.” olarak tanımlananlardan olmak ne acı…
İslâm, hayatın bütün alanlarını aydınlatan güneş olmasaydı; kimse yolda kalmasın diye hanlar yapılır mıydı? Kervansaraylar modern dünyaya çok şey söylemiyor mu? İbâdetin şartını bile temizliğe bağlayan bu yücelik değil midir hamamları ortaya çıkaran? Yaralı leyleğin kanadının sarıldığı vakıfların kurulması, insanın haysiyetini incitmemek için cami kenarlarına sadaka taşlarının konulması, yabânî hayvanlar aç kalmasın diye kanunnâmeler düzenleyerek dağlara et attırılması, yiyecek bırakılması, kendisini kurttan-kuştan sorumlu sayan yüce bir îmânın tezâhürü değil mi? Yûnus’a ilâhîleri söyleten, Koca Sinan’ı çağının mimarı yapan, Mustafa Itrî’nin neyini tekbirlerle inleten de aynı ideal değil mi?
Arı, çiçeklerin dilini en iyi bilendir. En güzel usâreleri toplar ve bal yapar. Biz arının hangi çiçeklere konduğunu, bir gram bal için ne kadar zahmete katlandığını bilmesek de balın tadından anlarız kaynağının temizliğini. Koyunun ne kadar yem yediği, hangi otlarla beslendiği sütünden bellidir.
Asâlet sonradan kazanılmazmış. İnsan bilgeliğini ve güzel kokuyu gizleyemezmiş. Tencere fıkırdayıp kapağı açılınca ne piştiği anlaşılırmış. Kısacası «tabakta ne varsa» kaşığa o gelirmiş. Şah İsmail’in Yavuz Sultan Selim’e gönderdiği hediye sandığı açılırken etrafa yayılan kötü kokulardan rahatsız olanlar; Yavuz’un karşılık olarak gönderdiği en nâdîde mücevherle süslü, bal ile yağdan oluşan hediye sandığını görünce şaşkınlık içinde;
“–Hünkârım! Galiba sizin gelen hediyeden haberiniz yok!” dedikleri zaman;
“–Haberim var. Herkes yediğinden gönderir!” demesi hem onun erliğini hem de herkesin kendisine yakışanı yaptığını açıklayan ne güzel, ne nükteli bir cevaptır.
Okuduklarımız, yazdıklarımız, dinlediklerimiz; hayatımızda iyiye, güzele ve gerçeğe doğru bir gelişmeyi sağlayamıyorsa, teori pratiğe dönüşmüyor, özümüz sözümüze uymuyorsa, içimiz dışımıza muvâfık değilse ne söylesek boş.
Yüce dînimiz İslâm’ın hayatımıza ne çok şey kattığını, onsuz hayatın yükünün nasıl çekilmez, dayanılmaz hâle geldiğini idrâk edebilsek, dünyamız daha çok güzelleşecektir. Yeter ki biz dînimizin güzelliklerini hayatımıza yansıtıp, uygulayalım.