BİR CEMİYET KENDİ DURUMUNU DEĞİŞTİRMEDİKÇE…

YAZAR : Raif KOÇAK raifkocak@gmail.com

Yaşadığımız muhitte; hangi insanla konuşsanız, hangi insanla dertleşseniz, kimin hâlini hatırını sorsanız, hemen herkesin dertleri aynı. İnsanlar; dünyanın çok bozulduğundan, eskiden durumun böyle olmadığından, cemiyet içerisinde dostluk ve arkadaşlığın kalmadığından, kimsenin kimseye güvenmediğinden, kimseye arkanızı dönemediğinizden yakınıp, bir sürü olumsuz mazereti peş peşe sıralıyorlar.

İçtimâî hayat, insanların birbirlerini müsbet veya menfî mânâda etkilemesinden meydana gelmektedir. Durumundan şikâyet eden insanlara; bu hâlin meydana gelmesinde kendisinin ne kadar payı olduğunu sorsanız veya bu olumsuz durumu düzeltmek için ne kadar gayret ettiğini sorsanız; zannederim birçok insan kendisinin bu olumsuzluklarda hiçbir mes’ûliyetinin olmadığını ve kendisinin masum olduğunu iddia edecektir.

İnsanoğlu; sahip olduğu benlik sebebiyle, yaptığı hataları mazur görür. Bu sebepten dolayı; karşılaştığı hatalardan kendisine bir pay çıkarma ve mevcut olumsuzluklardan kendisini mes’ul tutma yerine, başkalarının hatalarını sayıp dökme temâyülündedir.

Geçmiş ümmetlerin helâkine sebep olan en büyük müessirlerden bir tanesi; insanların yaptıkları hataları dolayısıyla birbirlerini uyarmaması ve emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker ibâdetini ihmal etmiş olmalarıdır. Cemiyet içerisinde yanlış yapan, hatalı davranan fertler îkaz edilmez ve yaptıkları hatalardan dönmeleri sağlanmazsa; yapılan yanlışlar, cemiyetin gözünde meşrû hâle gelip, cemiyeti oluşturan fertlerin tamamına sirâyet edecektir. Böyle bir durum; iyiliklerin üzerinin örtülüp, kötülüklerin görünür hâle gelmesi ile cemiyet hayatındaki bozulmanın hızlanmasına ve yayılmasına sebep olacaktır.

Yaşadığımız dönem; günahların çok, uyaranların az ve etkisiz olduğu modern(!) zamanlara denk geldi. Evlerimizin en önemli köşesini işgal eden televizyonlardan, elimizden düşüremediğimiz telefon ve bilgisayarlarla bağlandığımız internetten, sokaklarımızdan, alışveriş merkezlerinden ve eğlence yerlerinden üzerimize şiddetli rüzgârlar esiyor. Bu rüzgârlar; kâh bizi günah deryâlarına gark ediyor, kâh bizi alıp inancımıza aykırı mekânlarda gezdirip meşgul ettikten sonra, türlü nedâmetlerle baş başa bırakıyor.

Bu rüzgârlardan korunmak için sağlam kalelere sığınmak gerekiyor. Ancak bundan evvel hassâsiyet sahibi olmak ve bu rüzgârlardan rahatsız olmak gerekiyor. Son dönemde öylesine bir değişim ve dönüşüm yaşıyoruz ki; değil bu rüzgârlardan rahatsız olmak, o rüzgârlardan âdeta zevk alır olduk. Müslüman hanımlar ve müslüman beyler, modern(!) dünyanın oyuncağı hâline geldi ve bu dünyanın sunduğu hayallerin içerisinde kaybolup gitti maalesef.

Bu rüzgârlar en başta mahremiyet hassâsiyetimizi elimizden aldı. İstisnâlar olsa da artık mahrem/nâmahrem mefhumu ortadan kalktı. Eğitimde ve çalışma hayatında ihtilât aldı başını gidiyor. Bundan dolayı rahatsız olmuyoruz. Aksine bunu savunur hâle gelmişiz. Haremlik selâmlık uygulaması müslüman kesim tarafından bile anormal(!) karşılanır hâle geldi. Cemiyetin temel taşı olan aile mefhumu; hiç bu kadar zedelenmemiş, hiç bu kadar saldırı altında kalmamıştı. Müslüman fertler arasında bile, boşanmalar korkunç boyutlara ulaşmış durumda.

Bugün; İslâm dîninin en önemli sâbiteleri saldırı altında ve bunun başka inanca sahip düşmanlar değil, müslümanlar(!) tarafından yapılıyor olması, ayrı bir garâbet doğrusu. Cemiyeti dönüştürmek isteyenler; bu milleti zorla dönüştüremeyeceklerini anlayınca, en kolay yolu bulmuş, müslümanların önüne maddî imkânları sermiş ve onları yeni bir inanç sistemiyle yani modernizm ile tanıştırmış oldular.

Bu yeni inanç sisteminde; haramlar ve helâller birbirine karıştırılıyor, günün şartlarına göre İslâm’ın hükümleri yorumlanmaya ve zamana uydurulmaya çalışılıyor. Cemiyet tarafından; buna karşı çıkan âlimler değil, bu işi sulandıran ve hükümleri nefislerimize uydurmaya çalışan insanlar dinleniyor, izleniyor ve okunur hâle geliyor.

Fâiz gibi en büyük günah, dünya gerçeği kabul edilerek müslüman zihinlerde normalleşmesi sağlandı. Artık fâiz diye bir derdimiz yok, bünyemizde herhangi bir tepkiye sebep olmuyor. Cemiyetin teşekkülünde en büyük rol sahibi, ailenin temel taşı olan kadınlarımız; sürekli olarak çalışmaya, iş hayatına katılmaya teşvik edilip, evlerinden uzaklaştırılmaya çalışıyor. Tabiî ki bunlar yapılırken kötü(!) niyetle değil iyi niyetlerle yapılıyor.

Müslümanlar olarak iddialarımızı kaybediyoruz. Bu topraklarda ümmetin en büyük ümidi olan bizler; ümmetin birliği iddiamızı terk edip, bizden olmayan birliklere ve topluluklara katılmaya çalışıyoruz. Bizi biz yapan değerlerimizden taviz verip; bu değerlerin yıpranmasına, hattâ tahrip edilip yerine bizim inancımıza uymayan, bünyemizle uyuşmayan yeni fikirler ve inançlar eklenmesine müsaade ediyoruz. Müslüman bir nesil oluşturma iddiamız artık yok.

Bir yanlış gördüğümüz zaman onu elimizle ve dilimizle düzeltmek yerine, îmânın en zayıf noktası olan buğz etmekle yetiniyor, o yanlışı başkalarının düzeltmesini bekliyoruz.

Adâleti yargıya; iyilik ve yardım etmeyi yardım kuruluşlarına; hayâsızlık, fenalık ve azgınlığı yasaklamayı da devletin mercîlerine bıraktık. Hâlbuki bu öğütleri, düşünüp tutalım diye Allah Teâlâ bize emretmişti. (en-Nahl, 90)

İçtimâî hayatımızda karşımıza çıkan olumsuzlukları da, ümmetin bugün içine düştüğü derin kırılmayı ve çaresizliği de çözmek için, başkalarından medet uman bizlere uyarı olması açısından şu âyet-i kerîme ile yazımızı nihayete erdirelim:

“…Şüphesiz ki bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe, Allah onların durumunu değiştirmez.” (er-Ra‘d, 11)

Mevlâ Teâlâ Hazretleri, bizleri yanlış gördüğü zaman eliyle düzeltenlerden eylesin…