İKİ RAHMET GÖLGESİ

YAZAR : H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Ashâb-ı kiramdan Ebû Ümâme Sudey bin Aclân bin Vehb el-Bâhilî -radıyallâhu anh-, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir:

“Kur’ân’ı okumaya devam ediniz! Çünkü Kur’ân, kıyâmet günü okuyucularına bir şefaatçi olarak gelecektir. İki Zehrâ’yı, Bakara ile Âl-i İmrân Sûrelerini okumaya devam ediniz! Çünkü bu iki sûre, kıyâmet gününde; iki bulut kümesi yahut iki gölgeleyici şey yahut da gökyüzünde kanatlarını açmış saf saf iki alay kuş gibi gelecekler ve okuyucularını hararetten, ateşten koruyacaklar ve şefaat edeceklerdir.” (Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn, 253; Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 5)

Bakara ve Âl-i İmrân Sûrelerine baktığımızda; İsrailoğulları’nın hâllerini hikâye ederek, bize her çağda rehberlik eden sûreler olduğunu görebiliyoruz.

Peygamber Efendimiz’in çeşitli hadîs-i şeriflerinde haber verdiği gibi; geçmişte İsrailoğulları’nın içinde türeyen fırkalar nasıl ki hak yoldan sapmışsa, bugün de benzer şekilde sapmalar yaşanıyor. Meselâ gelin Bakara Sûresi’nin şu âyetlerinin meallerini okuyalım:

“Şimdi, bunların size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa içlerinden birtakımı; Allâh’ın kelâmını dinler, iyice anladıktan sonra, onu bile bile tahrif ederlerdi.” (el-Bakara, 2/75)

Bu âyet-i kerîmede Rabbimiz; geçmiş ümmetlerden Allâh’ın kelâmını işiten, anlayan ve maksadını iyice kavrayan bazı kişilerin, kasıtlı bir şekilde o hükümleri tahrif ettiğini bildiriyor. Anlaşılan o ki; bu kişiler, Allâh’ın kelâmını tam anlayabilecek şekilde, aklî melekeleri sağlam olan kişilerdi. Bilerek, isteyerek âyetlerin mânâsını tahrif ediyorlardı.

Bugün de ümmetin içinde böyle kişilerin zuhur ettiği görülüyor. Bir bakıma gayet akıllı ama âdeta aklını putlaştırmış bazı kişilerin, Allâh’ın kelâmının mânâsını zorlama te’villerle çarpıtabildiklerini görüyoruz. Bu âyet-i kerîme; geçmiş ümmetlerin başına gelen hâlleri anlatarak, bize bugünü doğru anlamamız hususunda rehberlik yapıyor.

Bu âyet-i kerîmeyi siyak ve sibâkıyla birlikte incelersek, hemen öncesindeki âyette kalplerin katılaşmasından bahsedildiğine şahit oluyoruz. Bundan önceki âyetlerde ise Rabbimiz, sûreye ismini veren mûcizeyi hikâye ediyor. İsrailoğulları’na bir sığır kurban etmeleri emrediliyor. Onun bir parçasıyla cinayete kurban gitmiş bir adamın cesedine vurulması, böylece o adamın dirilip katilini ihbar etmesi anlatılıyor. Böyle bir mûcizeye şahit olduktan sonra bile, kalplerinin katılaştığı bildiriliyor. Yani âyetleri anladıkları hâlde tahrif etmenin ardında yatan asıl sebebin, kalplerin katılaşması olduğu haber veriliyor.

Günümüzde de Allâh’ın âyetleri hakkında cesaretle ileri geri konuşanların; ekseriyetle, kalpleri yumuşatan mânevî reçeteleri önemsemeyenler arasından çıktığını görüyoruz. Rabbimiz bizleri böyle olmamamız için îkaz ediyor:

“Îmân edenlerin Allâh’ı zikretmesinin ve inen haktan dolayı kalplerinin ürpermesinin zamanı gelmedi mi? Daha önce kendilerine kitap verilip de üzerinden uzun zaman geçen, böylece kalpleri katılaşanlar gibi olmasınlar. Onlardan birçoğu fâsık kimselerdir.” (el-Hadîd, 57/16)

Tekrar Bakara Sûresi’ne dönecek olursak, Allah Teâlâ kitabı bilerek tahrif eden kesimin etrafını saran ve destekleyen bir başka gruba daha dikkati çekiyor:

“Bunların bir de ümmî takımı vardır; Kitâb’ı (Tevrât’ı) bilmezler. Onların bütün bildikleri bir sürü kuruntulardır. Onlar sadece zanda bulunurlar.” (el-Bakara, 2/78)

Bu âyet-i kerîme; dînî hükümlerden taviz veren yorumlara kapı aralanınca işine gelip, hemen böylelerinin etrafını sarıveren cahil bir kesime işaret ediyor. Günümüzde de böyleleri yok mu?

Bu kesim için cahil olmak bir âcizlik değil aslında. Eğer öğrenmek için niyeti olsa, öğrenir. Önemine inansa; «Doğrusu neymiş bilelim de yanlış yapmayalım.» diye bir gayreti olsa öğrenmeye ihtiyaç duyar.

Bize din; ashâb-ı kirâmın, tâbiînin ve onlardan sonrakilerin ilim öğrenmekteki gayreti sayesinde ulaştı. Onlar sorup öğrendiler. İnsan; o ilimle amel işleyecekse, o zaman ilme kıymet verir, öğrenir. Niyeti yoksa, değer vermiyorsa, öğrenmeye gerek duymaz; ortalıkta dolaşan söylentilerden hangisi işine gelirse ona meylediverir. Doğru mu yanlış mı diye araştırmaya bile gerek duymaz.

İşte bu cahil kesimin işlerine geldiği için kolayca inanıverdiği bir kuruntu:

“Dediler ki:

«Ateş, bizi yaksa bile birkaç gün yakar.»

De ki:

«Allah’tan bir söz mü aldınız? Aldınızsa Allah sözünden hiç dönmez. Yoksa Allah hakkında bilmediğiniz şeyi mi söylüyorsunuz?»” (el- Bakara, 2/80)

Allâh’ı ve âhiret gününü inkâr etmediği hâlde, kalbinde Allah korkusu zayıflamış olanlar; «Sayılı gün çabuk geçer» mantığıyla cüretkâr hâle gelmişlerdir. Rabbimiz ise uyarıyor:

«Böyle hafife almanın ve cüretkârlığın kişiyi büsbütün îmansızlığa sürüklemeyeceğini nereden biliyorsunuz? Yoksa son nefeste îmân üzere öleceğinizden emin misiniz? Hâlbuki Allah Teâlâ hiç kimseye son nefeste îmân üzere ölmeyi garanti etmemiştir.»

Peygamberler dahî müslüman olarak ölmeyi nasip etmesi için Allâh’a duâ etmişlerdir.

Devamındaki âyet-i kerîmede Allah Zülcelâl îmânına güvenip günah ve zulüm işlemekte cüretkâr olanlara ihtar ediyor:

“Evet kim bir günah işlemiş de kendi günahı kendisini her yandan kuşatmış ise, işte öyleleri ateş ehlidirler ve orada ebedî kalıcıdırlar.” (el-Bakara, 2/81)

Bir başka âyet-i kerîmede Rabbimiz;

“Îmân edip sâlih ameller işleyenleri de ebedî olarak kalacakları, içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyacağız. Allah, gerçek bir va‘dde bulunmuştur. Kimdir sözü Allah’ınkinden daha doğru olan? Allâh’ın va‘dettiği bu mükâfat, ne sizin temennîleriniz ne de ehl-i kitâbın temennîleri ile elde edilmez. Kim kötü iş yaparsa onun cezasını bulur ve Allah’tan başka, kendisini o azaptan kurtaracak ne bir hâmî ne de bir yardımcı bulamaz.” (en-Nisâ, 4/122-123) buyuruyor.

Bu âyet-i kerîmenin muhatabı, bir kısım müfessirlere göre müslümanlardır. Taberî, Râzî, Beyzâvî, İbn-i Kesîr, gibi birçok müfessirlere göre; kurtuluş bir dînin ismini taşımakla değil, Allâh’ın indirdiği emir ve yasaklara uymakla mümkündür. Anne-babasından miras kalan bir mensubiyetten ibaret bir din, kimseyi kurtarmıyor; velev ki o din hak din olsa da…

Sırf isimden ibaret kuru mensubiyetin en önemli özelliği; Allâh’ın emirlerine teslîmiyet göstermemek, indirdiklerinden bir kısmına uyup bir kısmına uymamaktır. Rabbimiz İsrailoğulları’nın şahsında böyle bir keyfîlik içinde olanları şöyle azarlıyor:

“…Yoksa siz kitâbın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Şu hâlde içinizden böyle yapanlar, netice olarak dünya hayatında perişanlıktan başka ne kazanırlar? Kıyâmet gününde de en şiddetli azâba uğratılırlar. Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.” (el-Bakara, 2/85)

Ne kadar ibretlidir… Bu âyet-i kerîmenin baş kısmında, Medine’ye yerleşmiş olan İsrailoğulları’ndan kabîlelerin, kendi şeriatlarına aykırı olarak müşrik kavimlerle ittifak kurup birbirlerini öldürdüklerini anlatır. Ama bunlar bir yandan da esir düşen din kardeşlerini kurtarmaya gelince, fidye öderken yardımlaşıyorlardı. Bu yaptıkları dinlerine uygun idi ama, dînin bir kısmına uyup bir kısmına uymamış oluyorlardı.

Ne yazık ki bugün de aynı şekilde davranan; meselâ Rusya ile ittifak kurup kendi halkını katleden bir zâlime yardıma koşanları veya Amerika ile ittifak kurup Yemen’de masum müslüman halkı açlıkla, kolerayla ve bombalarla öldürenleri görüyoruz. Bunu yapanlar kendilerini; dînin bir kısım hükümlerine sıkı sıkıya bağlı, diğer müslümanlardan daha üstün kişiler olarak görebiliyorlar. Allah Teâlâ bizleri bu sapmanın gerçek sebebi hususunda da îkaz ediyor:

“Bunlar âhireti, dünya hayatına satmış kimselerdir. Onun için bunlardan azap hafifletilmez ve kendilerine bir yerden yardım da gelmez.” (el-Bakara, 2/86)

Elmalılı Hamdi YAZIR’ın tefsirine göre bu âyet-i kerîmede, bile bile dini tahrif edenlerin korkunç âkıbeti hususunda Rabbimiz;

“Sayılı gün diye hafife aldıkları o azap, kalkmak şöyle dursun hafiflemez bile…” diye tehditte bulunuyor. Bu tehdit, görünüşte İsrailoğulları’na olsa da aslında hepimizi îkaz ediyor.

Dîni hafife alıp, kolayca tahrifâta girişebilen bu cüretkârların düştükleri şu hâl de son derece îkaz edici değil mi:

“Andolsun, Musa’ya Kitâb’ı (Tevrât’ı) verdik. Ondan sonra art arda peygamberler gönderdik. Meryem oğlu İsa’ya mûcizeler verdik. Onu Rûhu’l-Kudüs (Cebrâil) ile destekledik. Size herhangi bir peygamber, hoşunuza gitmeyen bir şey getirdikçe, kibirlenip (onların) bir kısmını yalanlayıp bir kısmını da öldürmediniz mi?” (el-Bakara, 2/87)

Rabbimiz İsrailoğulları’na, Hazret-i Musa -aleyhisselâm-’dan sonra Hazret-i İsa -aleyhisselâm-’a kadar birçok peygamberler gönderdi. Bazılarına îmân etmediler, yalnız bıraktılar, sözüne uymadılar, nasihatlerine kulak vermediler. Hazret-i Zekeriyya ve Yahya -aleyhimesselâm- gibi bazılarını da işlerine gelmeyen hükümleri tebliğ ettiler diye şehîd edecek kadar ileri gittiler. İşte dünya düşkünlüğü sebebiyle, din hususunda cüretkârlığın insanları sürükleyebileceği nihâî felâket… Allah muhafaza buyursun.

Bugün Rabbimiz ümmet-i Muhammed’e İsrailoğulları’na gönderdiği nebîler gibi peygamberler göndermiyor. Ama ya gönderseydi? Hâlimiz nice olurdu? Ashâb-ı kirâmın gösterdiği teslîmiyet ve fedâkârlığı kaçımız gösterebilirdik?

Bugün Rasûlullâh’ın mirasçıları olan âlimlere ne kadar kulak veriyoruz? Nasihatlerine ne kadar değer veriyoruz? Allâh’ın hükümlerine ne kadar teslîmiyet gösteriyoruz?

Rabbimiz hepimize hidâyet eylesin, zayıflığımıza acısın ve affetsin. Âmîn…