HAK DİN, İSLÂM’dır.

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Yüce Allah, insanoğlunu dünyaya tevhid dîniyle gönderdi.

Yanına ilâhî sayfalar verdi.

Tâ ki;

Onları okusun, doğru yolu ve gidecek doğru adresi en doğru şekilde bilsin de, tekrar cennete mazhar olsun.

Lâkin;

Bu fânî dünya, çok yönden bir gaflet yurdu. Oyun, eğlence ve aldanış mekânı. Bu yüzden zamanla insanlar, şeytânî fısıltılar ve nefsânî dürtüler sebebiyle kendilerine keçi yolları oluşturdular keyfedebilmek için. O ilâhî sayfalarda buna engel teşkil eden emirleri ve nehiyleri bir şekilde değiştirdiler ve câhilâne arzularına göre tahrifler yaptılar. Ancak o tahrifli sayfalar, yüce Allah tarafından iptal edildi ve yerine hak olan yeni sayfalar gönderildi. Yine tahrif edildi, yine yeni sayfalar geldi. Sonra yine.

Bu arada insanlık hayli çoğaldı yeryüzünde. Mevzular ve münasebetler, ihtiyaçlar ve meseleler arttı. Nihayet yüce Allah, yüce katından bu defa yeni bir peygamber ve bir kitap gönderdi:

Hazret-i Musa ve Tevrat. Onunla insanlar, îmanla buluştu, amel-i sâlihlerle müzeyyen oldu. Bâtıldan kurtulup hakka râm oldular. Fakat bir müddet sonra insanlar o kitabı da tahrif ettiler. O da iptal edilerek yeni bir peygamber ve bir kitap daha geldi:

Hazret-i Dâvûd ve Zebur. Mü’minler onunla müstakîm oldular. Allâh’ın muradınca doğruluk üzere yaşadılar. Epey devam etti. Sonra bu kitabı da tahrif ettiler. Bu da iptal edilerek yeni bir peygamber ve bir kitap daha geldi:

Hazret-i İsa ve İncil. Bu sayede tekrar insanlar doğru yolu buldular. Îman ve ibâdeti Allâh’ın murâdınca gönüllerine ve hayatlarına nakşettiler. Ebedî kurtuluş incileri devşirdiler.

Ancak;

Bir imtihan yeri olduğu için dünya sahnesinde insan, yine hiç rahat durmadı. Gaflet ve cehâletin câzibelerine kapılarak bu kitapta da tahrîfâta yaptı. Bunun üzerine o da iptal edilerek yeni bir peygamber ve yeni bir kitap daha geldi:

Hazret-i Muhammed Mustafâ j ve Kur’ân-ı Kerim.

Bunlar;

Son mührüyle gönderildiler. Yani;

Hazret-i Muhammed Mustafa j, son peygamber, Kur’ân-ı Kerim de son kitap olarak gönderildi.

Cenâb-ı Hak buyurdu:

“(Bilesiniz ki);

•ALLAH KATINDA DİN, ŞÜPHESİZ İSLÂM’DIR.

Ancak;

•Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki ihtiras yüzünden ayrılığa düştüler.

Kim;

•Allâh’ın âyetlerini inkâr ederse bilsin ki, Allah hesabı çabuk görür.” (Âl-i İmrân, 19)

“(Ey Rasûlüm),

Eğer Sen’inle tartışmaya girişirlerse, de ki:

«–Ben bana uyanlarla birlikte kendimi Allâh’a verdim.»

Kendilerine kitap verilenlere ve kitapsızlara da de ki:

«–Siz de İslâm oldunuz mu?»

Şayet;

İslâm olurlarsa doğru yola girmişlerdir.

Yüz çevirirlerse, Sana yalnız tebliğ etmek düşer.

Allah kullarını görmektedir.” (Âl-i İmrân, 20)

“Kim;

•Din olarak İslâm’dan başkasına yönelirse,

•Bu ondan kabul edilmeyecektir.

•O âhirette de kaybedenlerdendir.” (Âl-i İmrân, 85)

Kezâ Allah buyurdu ki:

“Size din olarak İslâm’ı uygun gördüm!” (el-Mâide, 3)

Hazret-i Peygamber j bu gerçeği şöyle açıkladı

“Kim:

–Rab olarak Allâh’ı,

–Din olarak İslâm’ı,

–Rasûl olarak Hazret-i Muhammed’i kabul ettim / aşk ile râzı oldum, hayran olarak benimsedim, candan beğendim, her şekilde memnun oldum!» derse, cennet ona vâcib olur.” (Ebû Dâvûd, Salât, 361)

İşte Hazret-i Peygamber, kelime-i şahâdet mührünü bu şekilde gönüllere âdeta çaktı. Her şey, bu mührün etrafında şekillendi.

Öz bu oldu.

Demeli ki:

Sahip değilsek o öze,
Hakkımız yok hiçbir söze! (Seyrî)

Çünkü o öz;

Kelime-i şahâdet mührü. Her şeyiyle İslâm da, o mührün Kur’ânî ve Nebevî mâhiyeti. Buna göre;

Allah katında tek ve son hak din olan İslâm;

En doğru İNANÇ SİSTEMİ,

En doğru İBÂDET SİSTEMİ,

En doğru MUÂMELÂT ve HUKUK SİSTEMİ… olarak;

Hidâyet, tebliğ, irşad, adâlet, cihad, merhamet ve rahmet temelleri üzerinde tüm muhteşem muhtevâsıyla Allâh’ın emrince müstakîm bir mahiyette bu dünyayı âhiret hazırlığına göre tanzim eden ve böylece insanlığı ahsen-i takvîm çerçevesinde bu âlemde her şeye hâkim ancak Allâh’a kul olmak gerçeğinde yaşatmak sûretiyle rızâ-yı Bârî’ye ve nihâyet cennet-i âlâya ulaştıran yegâne bir ilâhî nizamdır.

O nizâmın binası ise, beş temel üzerinde. Hadîs-i şerifte buyurulur:

“İslâm beş esas üzerine bina edilmiştir:

•Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna şahâdet etmek,

•Namaz kılmak,

•Zekât vermek,

•Kâbe’yi haccetmek,

•Ramazan orucu tutmak.” (Buhârî, Îmân 1; Müslim, Îmân 22; Nesâî, Îmân 13; Tirmizî, Îmân 3)

Bu temel hakikat;

İslâm’ın, içiyle ve dışıyla insana dair bütün hayatı, inanç ve ibâdetle kuşattığını göstermektedir. Yani İslâm, müslüman olana içiyle ve dışıyla yaşanan îman ve amel-i sâlihlerle dolu bir hayat tarzıdır. Nitekim Peygamber Efendimiz j, bu gerçeğe şöyle dikkat çeker:

“(Ey insanlar),

•Sizden biri;

•İÇİYLE DIŞIYLA MÜSLÜMAN OLURSA,

•Yaptığı her bir hayır,

•En az on mislinden, yedi yüz misline kadar sevabıyla yazılır.

•İşlediği her bir günah da sadece misliyle yazılır.

–Bu hâl;

–Allâh’a kavuşuncaya kadar böyle devam eder.” (Buhârî, Îmân, 31; Müslim, Îmân, 205, [129])

Burada;

İçiyle dışıyla tabiri, çok mühim. Bu demektir ki:

•İçi dışı bir.

•Dış yapısı da müslüman içyapısı da.

•Kılık kıyafeti de iç âlemi de müslüman. Yani kalıbı da kalbi de müslüman.

•Çevresi de merkezi de müslüman.

•Geneli de özeli de, mahremi de müslüman.

•Gizlisi de alenîsi de müslüman.

•Görüntüsü de görünmeyen yönü de müslüman. Görünsün, görünmesin, her yönüyle müslüman…

Zaman zaman;

Kimisi dış görünüş mühim değil zanneder. Fakat öyle değil. Dışa yansımayan bir şeyin içerde mevcut olmama ihtimali daima vardır. Çünkü bal küpünden bal, sirke küpünden sirke sızar.

Bu bakımdan;

Dış ve içe dair ne varsa bir bütün olarak HER ŞEYİYLE Müslümanlık, Hazret-i Peygamber’in tarif ettiği bir hakikattir.

Niye?

Çünkü hayat, iç ve dışın bütünlüğünden ibarettir.

O bütünlük olmayınca îman da şahsiyet de yerli yerince olmaz. İnsan, türlü türlü zikzaklar çizer.

Bu noktada hiç unutmamalı ki:

Eski semâvî dinlerin tahrîfâta uğramalarının sebebi, inanç erbabının dıştan başka, içten başka olmalarıydı. Yani bal küplerinden bozuk sirkeler akmasıydı.

Yine o tahriflerin / bozulmaların bir sebebi de;

Başlangıçta her dînî meselede; «Allah ve Peygamber’i bilir!» mührüne göre hareket eden îman dolu aklı ve kalbi, sonraları; «Ben de bilirim!» dürtülerine kaptırmalarıydı. Bu da, gerçek hidâyetin, ona düşman olan sinsi şeytan ile nefsin bilgiç fısıltıları tarafından târumâr edilmesiydi.

Kezâ o tahriflerin bir sebebi de;

Akıp giden zamanla birlikte değişen şartlar karşısında dînin de değişmesi gerektiği masalına aldanarak keyif için günümüz tabiriyle dinde güncellemeler yapmaya kalkışmaktı.

Kezâ o tahriflerin sebebi;

Aşırılıklardı. Yani ilâhî ölçülere ters aşırılıklara kapılarak güya daha iyi olacağı yalanına hizmetçi bomboş zanları, dopdolu ve sarsılmaz hakikatlerden daha geçerli ve değerli görme gafletiydi.

Hâsılı o tahriflerin sebebi;

Yaşayışların bozulmasıydı. İnsanlık tarihi şahittir: Hak yolundan sapanlar, önce yaşayışlarını bozdular, sonra da inançlarını. Onlar, eğer doğru bir îman ile takvâ üzere yaşayışlarını bozmasalardı, elbette inançlarını da bozmazlardı.

Bu çok mühim bir gerçektir:

Ne zaman ve kimde olursa olsun, doğru yaşayışlar bozulunca doğru îmanlar da bozuluyor. Çünkü insan; inandığı gibi yaşamazsa, yaşadığı gibi inanmaya başlayan bir varlık. Bu itibarla 150 senedir bütün İslâm coğrafyasına karşı yapılan düşman hücumlarının en kuvvetli noktası, müslümanların yaşayışlarını olabildiğince bozabilmek mücadelesidir. Yani bütün kavga;

–Önce yaşayışları bozmak,

–Sonra inançları bozmak.

Kâh modayla, kâh yasaklarla, kâh zaaflar etrafında, her şekil metotlarla.

Günümüz bunun en çalkantılı çekişmelerine sahne.

Yaşayışların bozulması için gayretleri, fedâkârlıkları ve fazîletleri bozmaya uğraşıyor düşman taraflar. Biliyorlar ki, fedâkârlık ve fazîletlerle dolu güzel ve müstesnâ gayretler bozulursa, yaşayışlar kendiliğinden bozulacaktır. Yaşayışlar bozulduğunda da îmanlar kendiliğinden bozulacaktır. Îmanlar bozulunca da hedefler ve gayeler bozulacaktır. Dolayısıyla bugün îman, ilim, fazîlet ve çalışkanlık bahsinde daha az mesai, daha az gayret, fakat daha fazla atâlet ve tembelliklerin empoze edilmesi hep bu yüzden.

Onun için;

İslâm’ın en büyük mücadelesi, gayret gayret gayret… Müstakîm bir inançla yaşamak, yaşamak, yaşamak… Gayreti ve yaşayışı hiç bozmamak…

Zaten;

Hak dînin en önce yaptığı şey, yaşayışları düzeltmektir.

Zaten;

İslâm’ın ilk uygulaması, yaşayışları düzelterek işe başlamasıdır.

Çünkü;

İslâm, kuru bir fikir akımı değildir. Hayatı baştan sona ilâhî ölçülerle takvâ üzere ihyâ etmenin ta kendisidir. Allâh’ı râzı edecek ve cennette noktalanacak bir yaşayışı tanzim etmenin ve gerçekleştirmenin ta kendisidir. Bu bakımdan emr-i bi’l-mâruf / iyiliği emretmek ve nehy-i ani’l-münker / kötülüğü nehyetmek üzerine kurmuştur inanç ve ibâdet temellerini. Ebedî maksat, Allâh’ın istediği gibi dosdoğru olmaktır. Yegâne mesele, istikamet üzere bir hidâyettir.

Bu itibarla;

Öz hakikatine zıt olan her gaflete ve yoruma kapalıdır İslâm’ın kapısı. Öyle ki, insanın helâlinden işinde ve gücünde olmasını ibâdet saymasına rağmen bunu, İslâm için gayretleri bir kenara koymak sûretiyle gerçekleştirmeye asla cevaz vermez. Böyle bir davranış, bizzat Kur’ân diliyle «kendi eliyle kendini tehlikeye atmak» olarak ifade edilir.

Eslem bin İmrân anlatıyor:

“Medine’den gazve için yola çıktık. Niyetimiz İstanbul’du. Cemaatin başında Abdurrahman bin Hâlid bin Velid vardı. Rum askerleri sırtlarını şehrin surlarına yaslamış müdafaada idiler. Bizden biri tek başına düşmana saldırıya geçti. Halk;

«‒Dur, dur! Lâilâhe illâllah! Eliyle kendini tehlikeye atıyor!» diye bağrıştılar.

Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri atıldı;

«‒Ey ensar topluluğu! Bu âyet bizim hakkımızda indi. Cenâb-ı Hak, Rasûlullah j’e yardım edip, İslâm galebe çalınca biz;

‘–Artık işlerimizin başında kalıp, onları yoluna koyalım.’ dedik. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyeti indirdi. Yani; ellerimizle kendimizi tehlikeye atmak demek, malın-mülkün başında kalıp onları düzene koymak için cihâdı terk etmektir.» dedi.” (Tirmizî, Tefsir, Bakara, 2, [2976]; Ebû Dâvûd, Cihâd, 23, [2512])

Yani;

Bahane ve sebepler, ne kadar geçerli olursa olsun, İslâm için gayretler ve vazifeler, hiçbir özel yaşayışın dışında değildir. Aksine onlar, her zaman hayatın içinde ve daima daha önceliklidirler.

Çünkü hadîs-i şerifte buyurulduğu gibi:

“Her kul öldüğü hâl/amel üzere diriltilir.” (Müslim, Cennet, 83)

Meselâ;

“Fâiz yiyenler (kıyâmet günü mezarlarından) ancak şeytan çarpmış kimselerin kalktığı gibi kalkarlar. Bu hâl onların; «–Esasen alışveriş de fâiz gibidir!» demeleri yüzündendir.” (el-Bakara, 275)

Âyet açık:

Herkes, hangi hâl üzere ölmüşse ona göre dirilecek.

Bu da bir bakıma;

Herkes yaşayış hâline göre ölecek demektir. Yani su testisi su yolunda. Yani güzel bir ölüm için başından sonuna kadar bir ömür dosdoğru yaşamak gerek.

Süfyan bin Abdillâh es-Sakafî t anlatıyor:

“‒Ey Allâh’ın Rasûlü, bana İslâm hakkında öyle bir bilgi ver ki, bana yetsin ve sizden başka kimseye İslâm’dan sormaya hâcet bırakmasın.” dedim.

Şu cevabı verdi:

“‒Allâh’a inandım de, sonra da dosdoğru ol!” (Müslim, Îmân, 62)

O hâlde;

İslâm ve onun dosdoğru olarak yaşanışı bahsinde çok şuurlu olmak gerek. Hakikatine asla dokunmamak ve kesinlikle de dokundurmamak gerek. Çünkü dînin hak oluşu; her türlü bâtılın, gafletin ve cehâletin ona dokunmasına engel olmayı zarûrî kılar.

Malûm:

Hayatta fânî şeylerde bile insanoğlu birtakım dokunulmazlıklar oluşturuyor.

Buna mukabil;

Yüce mevzularda ise her şeye dokunmaya kalkışıyor.

Oysa;

Yegâne hakikatin daha ziyade dokunulmazlığı vardır.

Son din İslâm’ın her yönden dokunulmazlığı vardır. Hele onun temel noktalarının bilhassa dokunulmazlığı vardır.

Câlib-i dikkattir:

Önce İslâm’a soğuk durup Peygamber’i taşlayan Tâifliler, sonra muhteşem hakikat karşısında boyun büktüler. Hazret-i Peygamber’e geldiler. Fakat yine de şartları vardı. Namazdan muaf tutulmak istediler. Ancak bu şekilde îmân edebileceklerini söylediler. Fakat Hazret-i Peygamber, bu tuhaf teklifi;

“Rükûsuz (namazsız) bir dinde hayır yoktur.” diyerek reddetti. (Ebû Dâvûd, Harâc, 25-26/3026)

Nihayet olması gerektiği gibi îmân ettiler.

Bu meselede;

Peygamber Efendimiz, onlar yeter ki müslüman olsunlar şeklinde mâsumca bir niyetle hareket etmedi. Müslüman olmamaları pahasına da olsa, onlara İslâm ve namaz bahsinde taviz vermedi. Rükûya dokundurtmadı. Aksi hâlde din, önceki tahriflerin tuzağına düşer ve İslâm diye bir hakikat kalmazdı.

Yeri gelmişken açıkça belirtmek gerek:

•İslâmî itikad / tevhîd inancı dokunulmazdır.

•Temel ibâdetler dokunulmazdır.

•İslâm’ın 5 şartı dokunulmazdır.

•Îmânın 6 şartı dokunulmazdır.

•Kur’ân-ı Kerim dokunulmazdır.

•Hazret-i Peygamber dokunulmazdır.

•Helâl ve haramlar dokunulmazdır.

Âhirzamandayız;

İslâm düşmanlarının özellikle bu mevzulara yoğun bir şekilde dokunmanın en hâinâne çalışmalarını niçin yapmakta olduklarını iyi anlamak lâzım. Onların İslâm’a zarar dokundurmak için yaptıkları nice sinsi manevralar, artık ekranlara döküldü. İşte bazıları:

–Zıt fikirler oluşturup yüce hakikatleri sarsma gayreti.

–Örtülü ve açık itirazları normalleştirmeye uğraşmak.

–Ulvî ve ilâhî mevzuları hafife almaya çalışmak.

–Bunları hayatın dışına çıkarmak için çırpınmak, mantıklı mazeretler ile.

–Sadece lâkırdılarını yapıp da dîni hakkıyla ve takvâ üzere yaşamayı hiç tercih etmemek.

Bu şekilde İslâm’a saldıranlar, acaba gerçekten müslüman mıdır?

İslâm’ı hiç yaşamayan bilgiçlerin, acaba gerçekten İslâm’ı doğru anlatmak diye bir dertleri olur mu? Olsa bile ne kadar mantıklı bir tablodur bu?

Yahu;

İslâm’a dolaylı yollardan şiddetle itirazı olanlar, İslâm hakkında mikrop mikrop şüphesi bulunanlar, İslâm’a karşı türlü türlü inkârcı tavırlar içinde olanlar mı bize onun ne olup ne olmadığını öğretecekler?

Doğrudan İslâm düşmanları her zaman belli. Fakat müslümanlık şemsiyesi altında düşmanlık yapanlardır asıl problem tipler. Sinsi casuslar gibi çalışanlardır asıl tehlike. Onları bilmek kolay değilse de zor da değil. Şu basit terazi kâfî:

Hakikî müslüman, dîn-i mübîn-i İslâm’ı ancak müstakîm bir hidâyet üzere yaşatabilmek gayesi içinde anlatır. Takvâ ve ihlâsı artıracak şekilde anlatır. İslâm’a karşı aşkı ve muhabbeti besleyecek şekilde anlatır. Îmanları ve irfanları coşturacak şekilde anlatır. Asla Ebû Cehillerin hatrını gözetecek bir dille ve Ebû Lehebleri memnun edecek bir hâlle İslâm’ı anlatmaz müslüman. O ancak ashâb-ı kiram misali ümmet-i Muhammed olmanın dili ve hâliyle anlatır. Hazret-i Peygamber’i örnek almanın şart olduğu gerçeği içinde ve O’nu candan daha çok sevmenin ufkunda anlatır. O’na sevdâyı artırmak için çırpınarak anlatır. Bu uğurda İslâm’a ve Hazret-i Peygamber’e zerre kadar toz kondurmaz. O iki büyük nimete ve rahmete, çamurlu kâfirlerin ellerini de dillerini de dokundurmaz.

Fakat âh gafil tipler;

En sıradan beşerî mevzularda bile dokunulmazlıklar oluşturup bunu normal görüyorlar da, ilâhî ve değişmez gerçekler hakkında aynı mantıkla hareket etmiyorlar, güya edemiyorlar. Hele bâtıl dinlere zaten diyerek nerdeyse hiç dokunmayıp da gece gündüz hak dîne zarar dokundurmaya çalışanlar, ne yazık ki şunu göremiyorlar:

İslâm’ın dokunulmazlarına dokunmaya çalışan kimselere, ancak cehennem alevleri dokunur.

Çünkü;

İslâm’ın binâsı Hakk’ın sarayı,
Öyle sağlamdır ki haktan dolayı;
Kim dokunsa onun bir tek taşına,
Çekmiştir başına sonsuz belâyı… (Seyrî)

Şüphe yok:

Ebediyete kadar İslâm; tek hak din olarak daima mükemmeldir ve muhteşemdir! Bütün sistemler geçici, İslâm kalıcıdır. Her sistem, mutlaka İslâm’a muhtaçtır.

Evlâtlara en güzel miras da;

Onlara İslâm karakter ve şahsiyetini miras bırakmaktır. İlk günden bugüne peygamberlerin, Hak dostlarının ve sâlih kulların bıraktığı en güzel miras da, îmanlı nesillerdir. Bu hakikat Müslümanlığın kıvâmıdır. Bu kıvam da, îmandan mahrum insanlığı halka halka müslüman yapacak bir kıvamdır. Hazret-i Peygamber böyle bir gönül olmuş, ashâbı da O’nun beraberliği içinde böyle bir gönül olmuştur.

O’nu sevenler bilir ki:

“Kişi, sevdiğiyle beraberdir.”

Bu hakikat etrafında;

“–Anam, babam, canım, malım Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” diyebilenlere ne mutlu!

Modern cehâletin insanları yuttuğu bir cihanda;

Rasûlullah ve ashâbı gibi insanlara İslâm’ın güleryüzü olup da gönül gönül hidâyetlere vesile olabilenlere ne mutlu!

Kezâ;

Cenâb-ı Hak ile dost olmanın şartı; «Secde et ve yaklaş!» sırrı.

Bu sırra mazhar olan mü’minlere Kur’ân-ı Kerim, Cenâb-ı Hakk’ın cennete davet mektubu.

Bu ilâhî daveti hakkıyla okuyup yaşayanlara ve yaşatanlara ne mutlu!

Hâsılı;

«Hak din İslâm» diyerek Kur’ân ve Sünnet’e sımsıkı sarılan ve Hazret-i Peygamber’i örnek alarak yüce îmânını da ibâdet ve gayret dolu yaşayışını da hiç bozmayanlara ne mutlu!

Yâ Rab!

Nasîb et!

Âmîn…