BİR DİRHEM HUZURA MUHTAÇ

YAZAR : Fatih GARCAN fatihgarcan@hotmail.com

–Kardeşim sen bu numarayı al. Muharrem Hocaya ait… Durumunu anlat. O seni eli boş çevirmez.

–Allah râzı olsun. Ne zaman arasam uygun olur?

–Ne zaman istersen! Onlarda mesai diye bir şey yoktur. Tanıdığında bana hak vereceksin.

–Tamam inşâallah. Çok teşekkür ederim.

Yılmaz Bey, büyük bir heyecan ile ayrıldı arkadaşının yanından. Uzun zamandır unuttuğu, adını koymakta güçlük çektiği bir heyecandı yaşadığı… Sanki kabul görmüşçesine sevindi. Hemen telefon açıp adresi öğrendi ve soluğu Kur’ân kursunun kapısında aldı.

–Muharrem Hocam, selâmün aleyküm.

–Aleyküm selam, Yılmaz Bey miydi?

–Evet hocam.

–Hoş geldiniz ağabey, şöyle buyurun lütfen.

–Allah râzı olsun hocam. Ben kıymetli vaktinizi fazla almak istemiyorum. Sizi sakin yakalamışken…

–Elbette buyurun hemen konuya geçebilirsiniz.

–Hocam, oğlum Ekrem… Şu bahçedeki bankta sessiz sedasız oturan. Buraya kaydettirmek istiyorum.

–İnşâallah ağabey; yalnız biraz geç olmadı mı? Kayıtlarımız biteli çok oldu. Sezon başladı. Biz alalım ama adapte olmakta biraz zorlanmaz mı?

–Hocam kendisi öyle şeylere adapte olmak zorunda kaldı ki… Bu inşâallah en iyisi olacak.

–«Hayırdır inşâallah?» desem sizi üzmüş olur muyum?

–Estağfirullah hocam. Bilmek hakkınız…

Yılmaz Bey, çok derin bir sükûnet hâline daldı; demeye kalmadan gözlerinden yaşlar fışkırırcasına akmaya başladı. İçli içli ağlamaya başladı. Göğsü sanki büyük bir daralma yaşıyormuşçasına inip kalkıyor, nefes almakta güçlük çekiyordu. Muharrem Hoca sehpa üzerindeki hazır sulardan hemen bir bardak uzattı. Ardından da bir tutam peçete… Yılmaz Beyin sakinleşip de konuşmaya mecal bulması bir hayli sürdü.

Muharrem Hoca ister istemez mevzunun nereye varacağını merak ediyordu.

–Ağabey daha iyi misiniz?

–Allah râzı olsun hocam. Yalnız o «iyilik» hâlini hak etmeyen biriyim. Lütfen zahmet buyurmayınız. Çocuğumu kabul ederseniz, bana dünyanın en büyük iyiliğini yapmış olacaksınız zaten.

–Bana biraz müsaade edin hemen geliyorum.

Muharrem Hoca dışarı çıkarak, yardımcısı Halil Hocadan bir müddet organizeyi devralmasını, âcil bir şey olmadıkça herhangi bir görüşme yönlendirmemesini rica etti. Mevzu ciddî idi. Vakit alabilirdi. Kapısındaki nöbetçi öğrenciye de bir tâlimat verdi: «Âcil bir şey olmadıkça içeri giren olmasın!» Tekrar odasına döndü.

–Ağabey müsaitim. Buyur anlat!

–Nasıl anlatayım bilemiyorum hocam? Çok pişmanım; ama size anlatmalıyım, bunu biliyorum. Sizler topluluk önüne çıkıp konuşan, öğrencilere ibretli manzaralar aktaran birisiniz. Bunu öğrenin ve anlatın ki başka yuvalar da yıkılıp, Ekremler öksüz kalmasın!

–Allah yâr ve yardımcınız olsun…

–Ben ilk evlendiğimiz yıllarda eşimi çok seviyordum. Aslında bu sevgi kaybolmadı; ama nasıl düştüysem şeytanın pençesine, ne olduğunu anlayamadım. Hayatınıza yön veren mânevî dinamikleriniz yoksa veya hâlinize şükretmenin ne demek olduğunu tam mânâsıyla bilemiyorsanız, sürükleniyor ve kendinizi bir yuvanın enkazında buluyorsunuz. Hayatın rutininde boğulup; mâneviyat, sadâkat ve saygı ile çok rahat dolacak boşlukları doldurmak için başka kapılara yöneliyorsunuz. Sonradan çok tahlil etme fırsatım oldu; ama artık eşim yoktu… Bir de söz dinlemez bir tarafınız ve dik bir başınız var ise geçmiş olsun.

–Estağfirullah…

–Yok, hayır «Estağfirullah» değil! Aynen öyle… Her şey yolunda gitmesine rağmen eşim ile aramda acayip bir durum oldu. Tartışmalar hariç, konuşmalarımız günde on dakika sürüyor veya sürmüyordu. Biz eşimle konuşmuyor, tartışıyorduk. Ne söylese rahatsız ediyordu. Bunu şimdi fark ediyorum; sabah giderken, «Ben gidiyorum!» akşam eve gelirken; «Alınacak bir şey var mı?» o kadar… Yemeği yedikten sonra ben televizyon karşısına, o mutfağa. Sonra ben televizyon karşısında uyuyup kalıyordum. Bana; «Git yatağına burada tutulup kalacaksın…» derken… günlük konuşmalar azaldı. Arada ihtiyaca dair birkaç cümle daha eklenirse o… Çünkü çalıştığım iş yerinde bir bayan arkadaş ile vazife ortaklığı oldu. Ben çay almaya giderken; «Yılmaz Bey bana da getirir misiniz lütfen?» Getirdikten sonra; «Ay Yılmaz Bey çok kibarsınız…»

Yılmaz Bey kibardı ya… Bunu bir tek o kadın fark etti ya… Yılmaz Beyimiz kibar kibar çay getirir-götürür oldu. Arada bir-iki iş çözüyor derken, iyi iş öğretiyor derken artan muhabbetler. O evli ben evli olduğumuz hâlde, öğle yemeklerine de beraber çıkmaya başladık.

Büyüklerin sözünü dinlemedim. Kadın-erkek karışıklığının câiz olmadığını, tehlikeye, harama götürecek yolları İslâm’ın kapattığını söylediklerinde hep güler geçerdim. «Yobaz bunlar!..» derdim. «İnsanın iradesi var canım!..» derdim. Meğer ateşin yanında pamuğun iradesi yokmuş!

Evde görmediğim ilgiyi, iş yerindeki bayan arkadaştan görüyorum zannettim. Muhabbetler ilerledikçe o kocasından, ben eşimden şikâyet etmeye başladık ve sonra radikal bir karar aldık. Yaa! Hem de çok radikal! Cânım yuvalar yıkıldı. Evlâtlar ortada kaldı… Biz birbirimizi çok iyi anlıyorduk ya her şeye değerdi. İnsan o zaman düşünemiyor işte; şartlarınız ve ortamınız aynı. Bunun nesiydi farklı olan? Ne değişti? Biz iş yerine beraber gidip gelmeye başladık… Akşam eve dönünce; o bana bakıyor ben ona. Ne sofra kuruluyor ne ev temizleniyor ne de vs. vs… «Aynı işi yapıyoruz canım! Bunların hepsini ben tek başıma yapacak değilim ya!!!»

Senin anlayacağın güzel hocam, gül gibi yuvamı basit bir aldanış uğruna harcadım. Ama eşim çok üzüldü. Çünkü hiçbir anlam veremedi. Çünkü hiçbir suçu yoktu. Çünkü o tertemizdi… Çok acılar çekti, ağır bir hastalığa yakalandı. Yaralı yüreği daha fazla dayanamadı. Ekrem’ini, biricik yavrusunu sadece Rabbine emânet ederek teslim etmiş rûhunu… Ve ben, bütün bunların sebebi… Onun yanında olamadım… Cesaret edemedim… Hangi yüzle edebilirdim ki? Ki o da beni asla görmek istememiş. Pişmanlığımı tarife kelimeler yetmez. İnan yer yarılır da içine girer miyim diye çok baktım; ama o da olmadı.

Yeni evliliğim üç ay sürdü sürmedi. Ağza alınmayacak hakaretler… Küfürleşmeye varan tartışmalar… İnsanın aklına daha kötü şeyler geliyordu. Akıl da mantık da gidiyordu artık. Zar zor boşandık. Elimde ne var ne yok, hepsi gitti.

Gözümün gördüğü, biricik evlâdım Ekrem’imden başka hiçbir şeyim yok artık. O da kabul ederseniz size emânet.

–İnşallah Yılmaz ağabey. Delikanlı besmeleyi çeksin inşâallah.

–Bir de ricam var hocam; beni anlatın! Bu pişmanlığı anlatın. Yıktım! Hem kendi yuvamı hem diğer yuvayı… Her şeyi elime yüzüme bulaştırdım. Şimdi hem o ailenin çocuklarının vebâli hem kendi çocuğumun vebâli var artık omuzlarımda. Kendimi affettirebilir miyim bilmiyorum Rabbime? Huzûruna nasıl çıkarım bilmiyorum… İşte bir akl-ı selîm, bana bu aklı verdi. Beni size yönlendirdi. Allah ondan râzı olsun. İnşâallah Ekrem’im burada hâfız olur. Belki annesine bu dünyada ödeyemediğim vefâ borcunu bu şekilde ödemiş olurum.

–İnşâallah ağabey. Rabbimiz’in lütuf kapıları, af kapıları ardına kadar açık. İnşâallah lâyıkıyla o kapıyı çalmayı bilip nasipdâr olanlardan oluruz. İnşâallah Ekrem de güzel bir hâfız olur. Hepimize cennet vesilesi olur…

–Âmin inşâallah. Allah râzı olsun. Beni nasıl mutlu ettiniz, anlatamam size. Allah râzı olsun binlerce kez…