Şanlı Mâzîmizden Seçme Nükteler – AĞIR İBRİK

YAZAR : Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

Mutasavvıf, âlim ve şair Muslihuddin Mustafa Efendi; aslen Konyalıdır. Ebu’l-Vefâ nisbesiyle meşhurdur. Konya’da başladığı tahsilini Edirne’de tamamladı.

Fatih Sultan Mehmed Han ve II. Bâyezid Han devrinde yaşadı. Fatih Sultan Mehmed Han ile zaman zaman görüşür, hayır duâ ederdi. Sultan da kendisinden hiçbir yardımı esirgemez, müşküllerini hallederdi. Hattâ Padişah, onun için daha sonra Vefâ diye anılacak olan semtte bir cami ile çifte hamam yaptırdı.

Zühd ve takvâsı, vaaz ve irşadları ile insanlara yol gösteren Şeyh Ebu’l-Vefâ Hazretleri, 1491 yılında İstanbul’da vefat etti. Kabri, adına yaptırılan caminin hazîresindedir.
*
Şeyh Ebu’l-Vefâ Hazretleri’ne bir gün bir adam gelerek;

“–Şehrimize; şu kadar ağırlıktaki taşı kaldıran, şu kadar ağırlıkta yük taşıyan birisi geldi…” diye bahsetmişti. Ebu’l-Vefâ Hazretleri bu sözü söyleyen kişiye;

“–O ağır yükleri kaldırmak kolay, fakat şu abdest ibriğini taşımak ondan çok daha zordur.” şeklinde cevap verdi. Devamında îzahla;

“Ağır taş kaldırmada, ağır yük taşımada nefsin hazzı vardır. «Ne güçlü ne kuvvetli adam!» denilmesi o kişiye lezzet, şevk ve kuvvet verir. Onun için nefse kolay gelir. Ama abdest ibriğini taşımakta nefsin hazzı ve lezzeti yoktur. Bilâkis nefse muhalefet vardır. Bu yüzden de o hafif ibrik, nefse, o ağır yüklerden daha ağır gelir.” buyurdu. (Mehmet DİKMEN, İslâm Büyüklerinden Unutulmaz Sözler ve Nükteler Antolojisi)

EL-CÜZ’Ü LÂ YETECEZZÂ (ATOM)

Modern kimyanın kurucusu Câbir bin Hayyân, 721 yılında Horasan’ın Tûs şehrinde doğdu. Tebe-i tâbiîndendir. Eczacı olan babasından bitkilerin iyileştirici tesirlerini öğrendi. Daha sonra Kûfe’ye giderek Câfer-i Sâdık -radıyallâhu anh-’ın talebesi oldu. Burada eğitimini tamamladıktan sonra Bağdat’a gitti. Bağdat’ta vezirin desteğiyle çalışmalarını ve araştırmalarını devam ettirdi.

Kimya ve matematik ilimlerine yoğunlaşan Câbir; bunların yanı sıra eczacılık, fizik, gökbilim, tıp, mühendislik, coğrafya, felsefe ve diğer ilmî alanlarda da mühim çalışmalar yaptı, çok sayıda eser kaleme aldı. Bu eserler Avrupa’da asırlarca temel kaynak kitap olarak okutuldu. Îcat ettiği tüpler, imbikler (damıtma ve ayrıştırma âleti), fırınlar kimya alanında kendinden sonra gelenlerin vazgeçilmez araç-gereçleri hâline geldi.

Nitrik asit, hidrojen klorür ve sülfürik asidin rafine ve kristalize usullerini buldu. Sitrik asit, asetik asit, tartarik asidi keşfetti. «Baz» mefhumunu ortaya attı.

Câbir bin Hayyân, 815 yılında Kûfe’de vefat etti.
*
Câbir bin Hayyân bir fizik dersinde talebelerine atom hakkında ancak asırlar sonra anlaşılabilecek şu sözleri söyledi:

“Maddenin en küçük parçası olan el-cüz’ü lâ yetecezzâ (atom)da yoğun bir enerji vardır. Yunan âlimlerinin söylediği gibi bunun parçalanamayacağı sözü kesinlikle doğru değildir. Atom da parçalanabilir. Parçalanınca da öyle bir güç meydana gelir ki, bir anda Bağdat’ın altını üstüne getirebilir. Bu, Allah Teâlâ’nın kudret nişânıdır.”

Câbir’in sekizinci asırda atomun parçalanabileceği ve bu parçalanmadan dolayı büyük bir enerji ortaya çıkacağını belirten bu sözleri, yirminci asırda ABD’nin Nagazaki ve Hiroşima’ya attığı atom bombalarının vahşet verici tesiri ile ayne’l-yakîn gün yüzüne çıktı.

BU HAYRIN SEVABI ELMADAĞ KADAR

Sultan II. Abdülhamid Han, 21 Eylül 1842 tarihinde İstanbul’da doğdu. Şehzâde Abdülhamid, 1876 yılında tahta geçerek Abdulhamîd-i Sânî oldu.

Tahta çıktığında, Osmanlı Devleti içte ve dışta buhran içindeydi. Çıkan isyanlar, savaşları takip eden mâlî krizler, ülkeyi iyice zayıflatmıştı. Abdülhamid Han bu vaziyetteki devleti 33 yıl ayakta tuttu. Bununla kalmayıp ülkenin çeşitli yerlerinde îmar çalışmaları başlattı. Hicaz dâhil Osmanlı topraklarının birçok yerine demiryolu döşetti.

Abdülhamid Han, 31 Mart ayaklanmasıyla tahttan indirilerek Selânik’e sürgün edildi ve üç yıl Selânik’te yaşadı. Daha sonra İstanbul’da Beylerbeyi Sarayı’na getirilen Padişah 10 Şubat 1918’de vefat etti. Kabri, Sultan II. Mahmud’un türbesindedir.
*
Ankara Valisi Abidin Paşa, Ankara yakınlarındaki Elmadağı’nın şifâlı ve leziz suyunu şehre getirmek için teşebbüse geçerek projesini yaptırdı. Parasını da hayırsever vatandaşlardan topladıktan sonra Sultan II. Abdülhamid’den mektupla irâde-i şâhâne (müsaade) istedi.

Sultan Abdülhamid Han ise cevâbî mektubunda Abidin Paşa’ya şu satırları yazdırdı:

“–Çok hayırlı bir işe teşebbüs etmişsiniz, tebrik ederim. Dînimizde bir canlıya, bir insana, hele bir müslümana su vermek çok sevaptır. Fakat bunun sevabını ben almak isterim. Paraları sahiplerine iade edin ve hemen işe başlayın. Masraflarını ben kendi özel mülkümden karşılayacağım.”

MÜSAMAHA VAR, TAVİZ YOK!

Muzaffer ÖZAK Hoca, 1916’da İstanbul Karagümrük’te dünyaya geldi. İlk tahsilini Abdurrahman Sâmi Saruhânî’den aldı.

Mehmed Rasim Efendi’den Kur’ân-ı Kerim ve tecvid, Gümülcineli Açıkbaş Mustafa Efendi’den Arapça dersleri aldı.

Abdülhakim Arvâsî ve Şefik Efendi gibi tasavvuf şeyhlerinin sohbetlerine devam etti.

Kefeli Camii imamı Şakir Efendi’den sahaflık öğrenerek Sahaflar Çarşısı’nda bir kitapçı dükkânı açtı.

Muzaffer ÖZAK Hocaefendi, 1985’te İstanbul’da vefat etti. Kabri, Karagümrük’tedir.
*
İrfan GÜNDÜZ anlatır:

Muzaffer ÖZAK Hoca ve bir arkadaşı Avrupa’da bir ülkeye giderler. Namaz vakti gelmiştir fakat etrafta cami bulamazlar. Bir kilise görürler;

“Papaza gidelim, rica edelim. Bize kiliseyi açsın, namazımızı orada kılalım.” derler. Giderler, rica ederler, papaz da müsaade eder. Abdestlerini alıp namazlarını kılarlar. Namazdan sonra papaz bunlara çay vs. ikram eder. Sohbet esnasında papaz der ki:

“–Bakın siz geldiniz bizden ricada bulundunuz. Biz de size kilisemizi açtık, namaz kıldınız, ibâdet ettiniz. Biz de İstanbul’a gelsek; «Ayasofya’da âyin yapmak istiyoruz…» desek; «Sultanahmet’te âyin yapmak istiyoruz…» desek siz de bize aynı müsamahayı gösterir misiniz?”

Muzaffer Hoca der ki:

“–Papaz Efendi bak! Hazret-i İsa -aleyhisselâm- sizin ne kadar peygamberinizse bizim de o kadar peygamberimiz. «Aleyhisselâm» diyoruz. Siz de gelin «Muhammed aleyhisselâm» deyin Sultanahmet’i de Ayasofya’yı da size ardına kadar açalım.”

Onu demiyorlar. Biz hiçbir peygamberi diğerinden ayırt etmeyiz. Bütün peygamberler Allâh’ın peygamberidir. Getirdikleri vahiy haktır ve her birisi değişmez hakikatleri insanlığa getirmişlerdir…