O (S.A.V) Ne Öğretti, Nasıl Öğretti, Ne Hâsıl Etti? -9-

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

DUÂ ETMEYİ ÖĞRETTİ

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ashâbına da duâlar öğretirdi.

Bir misal olarak, bir gün Muâz bin Cebel -radıyallâhu anh-’in elinden tutarak ona şöyle buyurmuştur:

“–Ey Muâz! Allâh’a yemin ederim ki, ben seni gerçekten seviyorum. Ey Muâz! Sana her namazın sonunda;

اَللّٰهُمَّ اَعِنّ۪ى عَلٰى ذِكْرِكَ وَشُكْرِكَ وَحُسْنِ عِبَادَتِكَ

«Allâh’ım! Sen’i zikretmek, Sana şükretmek ve Sana güzelce kulluk etmekte bana yardım et!» duâsını hiç bırakmamanı tavsiye ediyorum.” (Ebû Dâvûd, Vitr, 26)

Zikir ve duâ, Cenâb-ı Hakk’ı hayatın hiçbir safhasında unutmamaktır. Âyet-i kerîmenin ifadesiyle;

وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ

Allah Teâlâ zikredildiği zaman, kalpleri titreyerek Cenâb-ı Hakk’ı yâd etmektir.

Şükretmek; sonsuz nimetler karşısında gafletten kendini muhafaza ederek, dâimâ hamd ve şükür hâlinde yaşayabilmektir.

Dilin şükrü: Ya susmak yahut da hayır söylemektir. Sustuğumuzda tefekkürü artırmaktır. Fahr-i Kâinât Efendimiz’in sükûtu tefekkür idi. Semâya bakar tefekkür eder, yere bakar tefekkür ederdi.

Gözün şükrü: Gözlerimizi haramlardan ve şeytânî vitrinlerden korumaktır. Gözlerimizin istikametini rûhânî vitrinlere çevirmektir. Böylece nazar edilen her şeyde ilâhî azameti tefekkür edebilmektir.

Kulağın şükrü: Dedikodu, gıybet, tecessüs ve nemîme gibi sözleri dinlememektir. Kulağımızı; Kur’ân-ı Kerim, sohbetler, ezanlar ve faydalı tilâvetler gibi rûhânî sedâlara tevcih etmektir.

Bedenin şükrü: Allâh’ın verdiği güç ve kuvveti, Allah yolunda kullanabilmektir.

Kalbin şükrü: Verdiği nimetleri dâimâ tefekkür etmek sûretiyle Cenâb-ı Hakk’ı unutmamaktır. Âyet-i kerîmede buyurulur:

اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

“…Bilesiniz ki, kalpler ancak Allâh’ı anmakla mutmain olur (huzura kavuşur).” (er-Ra‘d, 28)

Cenâb-ı Hak îkaz buyurur:

“…İster şükret, ister nankör ol! (İkisinin de karşılığı, mükâfat veya cezası sanadır!..)” (Bkz. el-İnsân, 3)

Cenâb-ı Hakk’a güzel bir kulluk ise, amellerimizin sâlih olmasıdır. Bu da ancak kalbî merhaleler kazanmaya ehemmiyet vermekle gerçekleşir.

Demek ki;

Bu duânın tahakkuku; ancak kalbî hayatımızın inkişâf etmesiyle mümkün olabilir.

Duâlar lâfızda kalmamalı, hâle intikal etmelidir. İşte o zaman; duâlarımız, niyazlarımız, tevbe ve istiğfarlarımız; تَوْبَةً نَصُوحًا «nasuh / samimî bir tevbe» olur, makbul olan duâların muhtevâsına girer.

Âişe -radıyallâhu anhâ-, Peygamber Efendimiz’e bir gün sordu:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Kadir Gecesi’nin hangi gece olduğunu bilecek olursam, o gece nasıl duâ edeyim?”

Fahr-i Kâinât Efendimiz de şu duâyı tâlim buyurdu:

اَللّٰهُمَّ إِنَّكَ عَفُوٌّ كَر۪يمٌ تُحِبُّ الْعَفْوَ فَاعْفُ عَنّ۪ى

“«Allâh’ım! Sen çok affedicisin, sonsuz kerem sahibisin, affetmeyi seversin. Beni bağışla!»” (Tirmizî, Deavât, 84)

“Duâ ibâdetin özüdür.” (Tirmizî, Deavât, 1) buyuran Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; bir kimse müslüman olduğunda ona önce namaz kılmayı öğretir, sonra da şöyle duâ etmesini tavsiye ederdi:

اَللّٰهُمَّ اغْفِرْ ل۪ى وَارْحَمْن۪ى وَاهْدِن۪ى وَعَافِن۪ى وَارْزُقْن۪ى

“Allâh’ım! Beni bağışla, bana merhamet et, rızânı kazandıracak işler yaptır, bana afiyet ve hayırlı rızık ver.” (Müslim, Zikir, 35)

KABRİ ve ÂHİRETİ TEFEKKÜRLE

Peygamber Efendimiz, ümmetinin kabirdeki hâlini de dert edinirdi. Sahâbeden Sa‘d bin Muâz -radıyallâhu anh- şehîd olarak vefât ettiği zaman, Efendimiz onun başından ayrılmadı. Namazını kıldırdı, defnine kadar başında durdu. Tesbihatta bulundu. Ashâb-ı kiram da Allah Rasûlü’ne tâbî olarak tesbihatta bulundu. Sonra Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tekbir getirdi. Ashab da tekbir getirdi. Daha sonra ashab;

“–Yâ Rasûlâllah! Niçin tesbih ettiniz ve tekbir getirdiniz?” dediler. Allah Rasûlü;

“–Allah ona genişlik verinceye kadar, kabir şu sâlih kulu sıktı da sıktı.” buyurdu. (Ahmed, III, 360) Ardından sözlerine şöyle devam etti:

“–Şayet bir kimse kabrin fitnesinden kurtulacak olsaydı, şüphesiz ki Sa‘d kurtulurdu. Ancak onu kabir önce sıktı, sonra da Allah ona genişlik verdi.” (Taberânî, Mu‘cemu’l-Kebîr, X, 334)

Bu bakımdan Peygamberimiz’in duâlarından biri de şöyledir:

اَللّٰهُمَّ اِنِّى اَعُوذُ بِكَ مِنْ عَذَابِ الْقَبْرِ وَمِنْ عَذَابِ النَّارِ

“Kabir azâbından, ateş (cehennem) azâbından yâ Rabbî Sana sığınırım…” (Buhârî, Ezân, 149)

Bu duâyı Mahmud Sâmi RAMAZANOĞLU Hazretleri de sohbetlerinde sık sık tekrarlardı. Bizler de kabri ve âhireti gözümüzün önüne getirerek; yaptığımız yanlışları, günahları ve hataları tefekkür ederek; bu duâları dilimizden ve gönlümüzden hiç düşürmemeliyiz.

FÂTİHA’DAKİ DUÂMIZ

Dünya ve ukbâmız için en ehemmiyetli duâların başında Fâtiha’daki niyaz gelir. Bu duâların bize telkin ettiği hakikatler vardır.

Her gün en az kırk kez Rabbimiz’e şöyle yalvarıyoruz:

اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَق۪يمَ

“(Yâ Rabbî!) Bizi sırât-ı müstakîme / dosdoğru yola eriştir!”

Dâimâ istikamet ve takvâya dikkat etmemiz lâzım.

صِرَاطَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْۙ

“Kendisine nimet verdiklerinin yoluna (eriştir!)”

Kendisine nimet verilenler ise;

‒Nebîler,

‒Sıddîklar,

‒Şehidler ve

‒Sâlihlerdir. (Bkz. en-Nisâ, 69)

Demek ki onlar gibi olabilmenin, onların hâlinden hisse alabilmenin gayreti içinde olmamız lâzım.

Yani;

Bilhassa peygamberlerin beş sıfatı olan;

•Sıdk,

•Emânet,

•Fetânet,

•İsmet ve

•Tebliğ husûsiyetlerinden hisseler alabilmeli.

Kezâ sıddîkların da, sadâkat ve teslîmiyetlerinden hisseler alabilmeli…

Kezâ şehidlerin de aşk ve fedâkârlıklarından hisseler alabilmeli…

Kezâ sâlihlerin de ihlâs ve samimiyetlerinden hisseler alabilmeli…

İşte nimet verilenlere râm olmak bu. Allah’tan istenilecek olan da, dâimâ onların yoluna nâil olmamız. Asla;

غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّٓالّ۪ينَ

“Gazaba uğramışların ve sapmışların yoluna değil.” (el-Fâtiha, 7)

Demek ki;

İslâm dışı birtakım örfler, an‘aneler, reklâmlar ve modalardan ciddiyetle uzak durmamız, bunlara asla heves etmememiz, İslâm vakar ve şahsiyetinden taviz vermememiz îcâb eder. Aksi hâlde îmânımız zaafa uğrar.

Hadîs-i şerifte buyurulur:

مَنْ تَشَبَّهَ بِقَوْمٍ فَهُوَ مِنْهُمْ

“Kim bir kavme benzemeye çalışırsa, o da onlardandır.” (Ebû Dâvud, Libâs, 4/4031)

DÂİMÂ HAYRI İSTE!..

İnsanın Cenâb-ı Hak’tan dâimâ hayırlı şeyler istemesi gerekir. İnsan; acziyetini îtirâf hâlinde olmalı, dergâh-ı ilâhîden imtihanlar ve meşakkatler talep etmek gibi bir hataya düşmemelidir. Bu hususta Peygamber Efendimiz’in îkāzını Enes -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, son derece zayıflamış bir hastayı ziyaret etti ve;

«–Allâh’a bir şey için duâ ediyor muydun veya O’ndan bir şey istiyor muydun?» diye sordu.

Hasta;

«–Evet; ‘Allâh’ım, bana âhirette vereceğin cezayı bu dünyada hemen peşin olarak ver!’ diye duâ ederdim.» dedi.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

«–Sübhânallah! Senin buna gücün yetmez. Şöyle duâ etseydin olmaz mıydı:

رَبَّنَاۤ اٰتِنَا فِى الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِى الْاٰخِرَةِ حَسَنَةً وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ

‘…Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, âhirette de iyilik ver ve bizi cehennem azâbından koru!’ (el-Bakara, 201)»

Bunun üzerine o hasta bu duâyı yaptı ve şifâ buldu.” (Müslim, Zikir, 23; Tirmizî, Deavât, 71/3487)

İnsanın kendisine olduğu gibi; eş, evlât ve etrafındaki kimselere de dâimâ hayır duâda bulunması lâzımdır. Kişi, ne kadar öfkelense de ağzını bedduâya asla alıştırmamalıdır. Maalesef birtakım kimseler, ağız alışkanlığıyla; birtakım anne ve babalar sinirlerine hâkim olamayarak acı sözler, ağır bedduâlar ederek kendi evlâtlarının istikbâline zarar vermektedirler.

Zira hadîs-i şerif olarak rivâyet olunmuştur:

“Belâ ağızdan çıkan söze bağlıdır!..” (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I, 110)

Buna şahit olarak şöyle bir hâdise nakledilir:

Lügat âlimlerinden İbnü’s-Sikkît, devrin halîfesi Mütevekkil’in evlâtlarının hocalığına kadar yükselmişti. Bir gün şehzâdelere şu şiiri tâlîm etti:

“İnsan ayağının sürçmesi ile ölmez.

Fakat dilinin sürçmesinden dolayı ölür!..

Zira söz hatasıyla insanın başı gider.

Hâlbuki ayak sürçmesiyle hâsıl olan yara, zamanla iyileşir.”

Aynı gün İbnü’s-Sikkît; Halîfe ile otururken yanlarına, talebeleri olan, Mütevekkil’in iki oğlu Mu‘tez ile Müeyyed geldi. Mütevekkil ona dedi ki:

“–Benim iki oğlumu mu daha çok seviyorsun, yoksa Hasan ile Hüseyin’i mi?”

Bu münasebetsiz sual karşısında âlim zât; tedbiri unuttu, kendisini âdetâ o gün öğrettiği şiirdeki âkıbete uğratacak ağır bir cevap verdi:

“–Vallâhi, Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’in hizmetçisi Kanber, benim nazarımda senden de iki oğlundan da daha hayırlıdır!..”

Bunun üzerine öfkeye kapılan Mütevekkil, adamlarına;

“–Şunun dilini kafasından kesip ayırın!” dedi.

Zavallı âlimin dilini kestiler ve o gece öldü.

Peygamberler tarihinde de Yûsuf -aleyhisselâm-’ın;

“Yâ Rabbî! Beni davet ettikleri günahlara düşmektense, zindan benim için daha sevimlidir!” şeklindeki niyâzının, hapse atılması için mânevî bir sebep olduğu bildirilmiştir.

Bir kişi, Abdullah bin Mübârek Hazretleri’ne gelerek ona çocuğunun âsîliğinden şikâyet etti. Abdullah bin Mübârek;

“–Çocuğuna bedduâ ettin mi?” diye sordu.

O zât;

“–Evet.” cevabını verdi.

Bunun üzerine Abdullah bin Mübârek -rahmetullâhi aleyh-;

“–Çocuğun bozulmasına sen sebep olmuşsun!” dedi.

İnsanın kendisi için ağır çile ve meşakkatler istemesinin doğru olmamasının bir hikmeti de, insanın hâlindeki değişikliklerdir. İnsan; ağır ve zor bir şeyi, sevabına heveslenerek talep eder, fakat o zorlukla karşılaşınca, başta gösteririm zannettiği sebat ve sabrı gösteremez ise, perişan olur. Bu sebeple Fahr-i Kâinât Efendimiz buyurmuştur:

“Ey müslümanlar! Düşmanla karşılaşmayı temennî etmeyiniz; Allah’tan afiyet dileyiniz. Fakat düşmanla karşılaşınca da sabrediniz (sebat ve metânet ile onlarla harp ediniz!).” (Buhârî, Cihâd, 112)

Bu nebevî tavsiyeyi genişletebiliriz:

Mü’min; sıhhat istemeli, fakat hastalık gelince sabrederek Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etmelidir.

Mü’min; helâl ve geniş rızık istemeli, fakat darlık gelirse bunu imtihan bilip, isyandan ve günahtan uzak durarak kanaatkâr olmalıdır.

Velhâsıl; hayrı istemeli, kaderinde şer gibi görünen şeylerle karşılaştığında ise, rızâ hâlinde teslîmiyetle sabr-ı cemîl göstermelidir. Zira insan, hakkında neyin hayırlı olduğunu bilmez. Hoşuna giden şeylerin bazıları aslında kendisi için şerdir. Hoşuna gitmeyen bazı şeyler ise, kendisi için mahzâ hayrdır.

Bu sebeple;

Rahmeti sonsuz olan Cenâb-ı Hak; bazen kulunun duâsına icâbet ettiği hâlde, istediği husûsu dünyada vermez, erteler veyahut bunun yerine âhiretteki ecrini artırır. Bu itibarla mü’min;

“Rabbim, duâlarımı kabul etmiyor.” diye vehme kapılarak dergâh-ı ilâhîden uzaklaşmak gibi bir azîm hataya düşmemelidir.

Diğer taraftan; duâlarının kabul olmadığını düşünen bir kişinin, mânevî hayatını da dâimâ murâkabe altında tutması gerekir.

Çünkü duâların kabulünde, yenilen gıdânın ve kazancın helâl olması çok ehemmiyetlidir.

Abdullah bin Ömer -radıyallâhu anhümâ- bu hakikati şöyle ifade etmiştir:

“Namaz kılmaktan zayıflayıp yay gibi, oruç tutmaktan eriyip çivi gibi olsanız da; haram ve şüphelilerden kaçınmadığınız takdirde, Allah o ibâdetleri kabul etmez.”

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurur:

“Bir kimse Allah yolunda uzun seferler yapar. Saçı-başı dağınık, toza-toprağa bulanmış vaziyette ellerini gökyüzüne açarak; «Yâ Rabbî! Yâ Rabbî!» diye duâ eder.

Hâlbuki onun yediği haram, içtiği haram, gıdâsı haramdır.

Böyle birinin duâsı nasıl kabul edilir!” (Müslim, Zekât, 65; ayrıca bkz. Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 3)

Haram lokma sadece duâların değil, ibâdetlerin de kabulüne mânidir. Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Kim bu Beyt’i, haram kazançtan elde ettiği parayla ziyaret ederse Allâh’a itaatten çıkmış olur. Böyle bir insan hacca niyet eder, ihrama bürünerek bineğinin üzengisine ayağını basıp devesini hareket ettirdikten sonra;

«Lebbeyk Allâhümme lebbeyk» derse, semâdan bir münâdî şöyle seslenir:

«Sana ne lebbeyk ne de sa‘deyk! (Sen huzurdan retsin.) Çünkü senin kazancın haram, azığın haram, bineğin haramdır. Hiçbir sevap almadan günahkâr olarak dön! Hoşlanmayacağın şeyle karşılaşacağından dolayı da kahrol!»

Fakat kişi helâl parayla hac yolculuğuna çıkar, bineğinin üzengisine ayağını basıp onunla hayvanını hareket ettirir ve;

«Lebbeyk Allâhümme lebbeyk» derse, semâdan bir münâdî şöyle seslenir:

«Lebbeyk ve sa‘deyk! Sana icâbet ettim. Çünkü senin bineğin helâl, elbisen helâl, azığın helâldir. Haydi çok büyük sevaplar elde etmiş ve hiç günaha girmemiş olarak dön! Seni memnun ve mesrûr edecek şeyle karşılaşacağın için sevin!»” (Heysemî, III, 209-210)

 

Duâların kabulünde, kalbî terakkî ve mânevî merhaleler de çok mühimdir.

Rivâyet edilir ki;

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- bir ağaç altında otururken bir fakir gelip ihtiyaçlarını arz eder. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-; yerden bir avuç kum alır, okur. Fakire uzatır. Fakir, kumların altın tozu hâline geldiğini görünce sevinir, şaşırır ve yalvararak;

“–Yâ Emîre’l-mü’minîn! Ne olur, Allah aşkına bana okuduğunu öğret!” der.

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-; Fâtiha Sûresi’ni okuduğunu söyleyince fakir, yerden bir avuç kum alır, okur. Bir değişiklik olmaz. Merak ile Hazret-i Ali’ye;

“–Bu hâl nedir? Neyin nesidir?” der.

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-;

“–İkimiz de Fâtiha okuduk… Bu, ağız ve kalp farkıdır.” buyurur.

Yine duâda, ihlâs ve samimiyeti ihlâl edebilecek davranışlardan da uzak durmak îcâb eder. Kalabalıklar içinde yapılan duâlarda kafiyeler sıralayarak hüner göstermek için cemaatin heyecanını kaybettirecek derecede duâyı uzatmak ve bağırıp çağırmak da ibâdetin özünü israf etmek demektir.

Zira Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“Duâda bağırmayınız, zira siz bir sağıra hitâb etmiyorsunuz.” (Buhârî, Cihâd, 131; Müslim, Zikr, 44) buyurarak çığlıklı ve gürültülü duâları yasaklamıştır.

Bu tür ifratlar, ibâdetlerin rûhâniyetini zedeler ve feyzine halel getirir.

Diğer bir hadiste de;

“Bu ümmetten bir zümre gelecek, temizlik (vesvesesi) ve duâda haddi aşacak!” buyurulmaktadır. (Ebû Dâvûd, Tahâret, 45)

Dâimâ ısrarla, yanık bir gönülle duâya devam edeceğiz, fakat bunun yanında asla unutmayacağız ki;

İbâdetlerimizin ve duâlarımızın cümlesi kabule muhtaçtır.

Duâ ve ibâdet etmeye bizleri nâil eyleyen de Rabbimiz’dir. Bu nasîbe de hamd ve şükür ile mukabelede bulunmak yine kulun vazifesidir.

Her hakikatte olduğu gibi, duâda da lisanlarımızın zâhiren o duâları telâffuz edivermesi yetmez. Yanık bir gönül ve hakikatli gözyaşları ve kalb-i selîm lâzımdır.

Hasan-ı Basrî Hazretleri buyurur ki:

“Duâlarınız kabul olunmayacak diye korkmuyorum. Sizin, duâ edemez hâle gelmenizden endişe ediyorum…”

Bu hâle misal olarak; Rabbine doğru düzgün ibâdet etmeyen, muâmelâtı doğru ve dürüst olmayan, dünyaya meyleden ve diliyle yaptığı duâya kalbi iştirâk etmeyen bir kişinin duâsı, Allah katında ne kadar makbul olabilir?

SAMİMÎ GÖZYAŞLARI

Hazret-i Mevlânâ, gözyaşlarıyla Cenâb-ı Hakk’a ilticânın ehemmiyetini şöyle anlatır:

“Mum, ağlayıp gözyaşı dökünce daha da aydın bir hâl alır. Ağaç dalı da ağlayan bulutun bereketi ve güneşin hararetiyle yeşerir, tazelenir. Yani bir meyvenin yetişmesi için hararet ve su gerekir.

Tıpkı bunlar gibi; tevbelerin kabulü için de bulut ve şimşek, yani gözyaşı ve gönül yanışı ister.”

“Şayet gönül şimşeği çakmaz da göz bulutu yağmur yağdırmazsa, nefsin öfke ateşi ve günah alevleri nasıl söner? Vuslatın feyzi, yani ilâhî tecellî nûrunun parlaklığı gönülde nasıl belirir? Mânâ menbâları nasıl coşup akar? Yağmurlar yağmasa gül bahçesi, yeşilliğe nasıl sır söyleyecek? Menekşe yaseminle nasıl ahitleşecek?”

“Tabiatı bırak da hıçkıra hıçkıra ağlasın. Bu topraklar, sudan ayrılınca çoraklaşır. Irmaklardan, derelerden ayrı kalan, uzak düşen sular da; sararır, kokar, bulanır ve kapkara olur.”

“Cennet gibi yemyeşil olan bağlar ve bahçeler, sulardan ayrı düşünce; sararır, solar, yaprakları kurur, dökülür ve bir hastalık yurdu olur. (İnsan da böyledir…)”

“Nerede akarsu varsa, orada yeşillik vardır. Nerede gözyaşı dökülürse; oraya rahmet gelir, merhamet olur. Bostan dolabı gibi inleyerek gözlerinden yaşlar saç da; can bağında yeşillikler bitsin. Gözyaşı istiyorsan, gözü yaşlı olanlara acı. Acınmak, merhamete kavuşmak arzu ediyorsan; zayıflara, zavallılara merhamet et.”

Duânın hakikatini, içli gönüller şöyle dile getirmişlerdir:

•Duâda dilenen, ilâhî rahmet ve merhamettir.

•Duâda isteriz ki sonsuz kudret bize acısın ve üzerimize lütuflar yağdırsın.

•Duânın rûhunu dolduran, ilâhî merhametin ümididir.

•Allah’tan ümidimiz; aşk hâlini alınca, duâ en yüksek hâline ulaşmış demektir.

•Duâ, kevserlerin en tatlısıdır. Gözyaşlarından ve ilâhî rahmetten yapılmıştır. Sevdâlar onun başında söyleşir, garipler onun kenarında dinlenir. Yanmış yürekler onu içtikçe ferahlarlar.

Necip Fazıl da hapishânede Cenâb-ı Hakk’a ilticâ hâlini şöyle ifade eder:

Duâ duâ, eller karıncalanmış;
Yıldızlar avuçta, gök parçalanmış.
Gözyaşı bir tarla, hep yoncalanmış…
Bir soluk, bir tütsü, bir uçan buğu.
İplik ki incecik, örer boşluğu.

ÇOK GEÇ OLMADAN

Tevbe ve istiğfârı asla geciktirmemek, dâimâ duâ ve yakarış hâlinde yaşamak lâzımdır.

Unutulmamalıdır ki; kulluk, niyaz ve duâ, son nefese kadardır. Son nefesten sonra, iş işten geçmiş olur.

Nitekim Lût kavminin helâk edileceğini duyduğunda, İbrahim -aleyhisselâm-; onlara merhametle duâ etmek istedi.

Bunun üzerine melekler;

“–Artık duâ vakti geçti!..” dediler.

Kur’ân-ı Kerim’de; cehennemlik kişilerin, ebedî azaptan kurtulabilmek için nice yalvarıp yakarmalarına, nedâmet dolu ibretlik niyazlarına yer verilmektedir. Lâkin bu yalvarışların hiçbir faydası olmayacağı bildirilmiştir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“İnkâr edenler için ise cehennem ateşi vardır. Öldürülmezler ki ölsünler. Kendilerinden cehennem azâbı da hafifletilmez. İşte Biz, her nankörü böyle cezalandırırız. Onlar cehennemde;

«–Ey Rabbimiz! Bizi buradan çıkar ki dünyada iken işlemekte olduğumuzdan başka ameller, sâlih ameller işleyelim!» diye bağrışırlar.

(Onlara şöyle denilir:)

«–Sizi, düşünüp öğüt alacak kimsenin düşünüp öğüt alabileceği kadar yaşatmadık mı?

•Size uyarıcı da gelmişti.

•Öyle ise tadın azâbı! Çünkü zâlimler için hiçbir yardımcı yoktur.»” (Fâtır, 36-37)

Mahşer gününde bu ağır hitaplara muhatap olmamak için, bu dünyada gayret etmek elzemdir. Hem kavlî duâlarla, hem fiilî duâlar olan; sâlih ameller, ibâdetler, infaklar, fedâkârlıklar ve gayretlere devam etmek zarûrîdir.

İŞ İŞTEN GEÇMEDEN…

Âyet-i kerîme âhiretteki çok acı fakat faydasız pişmanlığa karşı şöyle îkāz eder:

“Herhangi birinize ölüm gelip de;

«Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip sâlihlerden olsam!» demeden önce, size verdiğimiz rızıktan infâk edin.” (el-Münâfikûn, 10)

Bu sebeple, hayatta iken dâimâ tevbe, istiğfar ve duâ hâlinde yaşanmalıdır.

Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:

“Akıllı kişiler önceden ağlarlar; ahmaklar ise işin sonunda başlarına vururlar, hayıflanırlar. Sen işin başlangıcında sonunu gör de kıyâmet gününde pişman olma!”

Makalemizi şu kıssadaki duâ ile hitâma erdirelim:

Ebû Ümame -radıyallâhu anh- anlatıyor:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- öyle çok duâ ederdi ki bir kısmını ezberleyemezdik.

Dedik ki:

«‒Ey Allâh’ın Rasûlü! Birçok duâlar ediyorsunuz, bir kısmını ezberleyemiyoruz!»

Bunun üzerine şöyle buyurdular:

«‒Size bütün bunları kapsayan bir duâ öğreteyim mi? Şöyle dersiniz:

اَللّٰهُمَّ إِنَّا نَسْأَلُكَ مِنْ خَيْرِ مَا سَأَلَكَ مِنْهُ نَبِيُّكَ مُحَمَّدٌ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَنَعُوذُ بِكَ مِنْ شَرِّ مَا اسْتَعَاذَكَ مِنْهُ نَبِيُّكَ مُحَمَّدٌ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَأَنْتَ المُسْتَعَانُ وَعَلَيْكَ البَلَاغُ وَلاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِاللّٰهِ

‘Allâh’ım!

Sen’den, Peygamberin Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in dilediği güzelliklerden biz de niyâz ederiz ve Peygamberin Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Sana sığındığı kötülüklerden biz de Sana sığınırız. Yardım edecek olan Sen’sin. Sonunda Sana ulaşacağız. Allâh’ın yardımı olmaksızın kudret ve kuvvete ermek mümkün değildir.’»” (Tirmizî, Deavât, 88)

Yâ Rabbî!

Cümlemize Rasûlullah Efendimiz’in hâlinden bir tecellî nasîb eyle!

Âmîn!..