Âhirete Hazırlık Davetleri

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

 

EY HAK YOLCUSU!
İnsan için hayat macerası, beşik ile tabut arasındaki dar bir koridordan ibarettir. Yolun sonunda ise dehşetlerle dolu âhiret âlemi vardır.
Gaflet ile bakıldığında çok uzak, çok ötelerde zannedilen o âlem; aslında «yarın» kadar yakındır. Nitekim dün aramızda olan niceleri, bugün o yolculuğa başlamıştır.
Âyet-i kerîmede buyurulur:
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَلْتَنْظُرْ نَفْسٌ مَا قَدَّمَتْ لِغَدٍۚ وَاتَّقُوا اللّٰهَۜ اِنَّ اللّٰهَ خَب۪يرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ
“Ey îmân edenler!
•Allah’tan korkun!
➢Herkes yarına ne hazırladığına baksın.
•Allah’tan korkun!
Muhakkak ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (el-Haşr, 18)
Yarına hazırlık o kadar mühimdir ki, Cenâb-ı Hak, öncesinde ve sonrasında bu kısa âyet-i kerîmede iki kez; «Allah’tan korkun, Allah’tan ittikā edin!» îkāzında bulunmuştur. Demek ki yarına hazırlık, takvâ ister…
Takvâ, iç âlemin temizlenmesidir.
Takvâ, nefsânî hoyratlıkları bertaraf etme gayretidir.
Takvâ, rûhânî istîdatları inkişâf ettirmek için sâlih amellere sarılmaktır.
Takvâ, ihsan şuuruna ererek her an ilâhî kameraların altında olunduğu şuurunu kalbe yerleştirmektir.
Takvâ, kalb-i selîme ulaşmaktır.
Hazret-i Mevlânâ, kalb-i selîmi güzel bir teşbih ile anlatarak, insana şöyle seslenir:
“Ey Hak yolunun yolcusu! Senin bedenin, bir mektup gibidir; ona dikkatle bak! Padişaha (yani Cenâb-ı Hakk’a) lâyık olup olmadığını anla da onu, ondan sonra yerine gönder!
Bir köşeye çekil, kendi içine kapan; mektubu, yani kendini aç da oku bakalım! İçindeki sözler padişaha lâyık mıdır?
Eğer o mektuptaki yazı (yani senin bedenindeki huylar ve amellerin, ibâdetlerin, hayır-hasenâtın) lâyık değilse; o mektubu parçala, yırt at da başka bir mektup yazmanın çaresini ara! (Yani yeniden hayatını takvâ ile tanzim et!)”
Cenâb-ı Hak çok sayıda âyet-i kerîmede, bizleri âhirete hazırlanmamız hususunda îkaz buyurmuştur.

 

Âyet-i kerîmede buyurulur:
BAŞKA ÇARENİZ Mİ VAR?
فَكَيْفَ تَتَّقُونَ اِنْ كَفَرْ تُمْ يَوْمًا يَجْعَلُ الْوِلْدَانَ ش۪يبًا
“İnkâr(da ısrar) ederseniz, çocukları ak saçlı ihtiyarlara çevirecek o günden kendinizi nasıl koruyabileceksiniz?”
(el-Müzzemmil, 17)
İnsan tehlikelerden kendisini sakınmak ister. «Takvâ»nın kelime mânâsı, bu sakınma ve kendini muhafaza gayretini ifade eder. O güne karşı hazırlanmak, ancak takvâ ile mümkündür.
O güne takvâ ile hazırlanmak lâzımdır ki Cenâb-ı Hak yardım etsin!..
Âyet-i kerîmede buyurulur:
وَاتَّقُوا اللّٰهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
“…Allah’tan korkun, umulur ki kurtuluşa erersiniz.” (el-Bakara, 189)
Takvâ ile hazırlanmak lâzım ki felâha kavuşmak mümkün olsun.
Zira;
Tek çare Cenâb-ı Hakk’ın yardımıdır ve Allah Teâlâ; takvâ ehliyle beraberdir, onların yardımcısıdır. Âyet-i kerîmede buyurulur:
وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ مَعَ الْمُتَّق۪ينَ
“…Allah’tan korkun ve bilin ki Allah müttakîlerle beraberdir.” (el-Bakara, 194)
Çünkü dönüş O’nadır. Âyet-i kerîmede buyurulur:
وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاعْلَمُٓوا اَنَّكُمْ اِلَيْهِ تُحْشَرُونَ
“Allah’tan korkun ve bilin ki hepiniz O’nun huzûrunda toplanacaksınız.” (el-Bakara, 203)
O gün; hazırlanmamış, kıyâmetten gafil kalmış olan insan, kaçacak yer arar. Kul hakları, hesap ve mahkeme-i kübrâ sebebiyle; eşinden, dostundan, evlâdından kaçar. Dünyada sığındığı kim varsa, o gün onlardan istimdâd etmek şöyle dursun, uzaklaşmaya çalışır.
Lâkin âhirette kaçacak yer yoktur.
يَقُولُ الْاِنْسَانُ يَوْمَئِذٍ اَيْنَ الْمَفَرُّۚ ﴿10﴾
كَلَّا لَا وَزَرَۜ ﴿11﴾
اِلٰى رَبِّكَ يَوْمَئِذٍۨ الْمُسْتَقَرُّۜ ﴿12﴾
“O gün insan (büyük bir şaşkınlık ve çaresizlik içinde);
«–Kaçacak yer neresi?» diyecektir.
Hayır, hayır!
(Kaçıp) sığınacak yer yoktur!
O gün varıp durulacak yer, sadece Rabbinin huzûrudur.” (el-Kıyâmet, 10-12)
O hâlde, tek istinadgâh, tek barınak, tek ilticâ edilecek yer; huzûr-i ilâhîdir.
Cenâb-ı Hakk’ın yardımından mahrum olanların hâli ne olacaktır?
Âyet-i kerîmede buyurulur:
وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ شَد۪يدُ الْعِقَابِ۟
“…Allah’tan korkun. Biliniz ki Allâh’ın vereceği ceza ağırdır / şiddetlidir.” (el-Bakara, 196)
Müşahhas bir şekilde ifade etmek gerekirse takvâ nedir?
Kur’ân-ı Kerîm’in son inen âyet-i kerîmesinde Rabbimiz bize şöyle buyurur:
“…Bugün size dîninizi ikmâl ettim; üzerinize olan nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim…” (el-Mâide, 3)
Cenâb-ı Hak, İslâm’ın en büyük nimet olduğunu bildirerek; «nimetimi tamamladım» buyurmaktadır.

Kur’ân, 23 senede tamama ve kemâle ermiştir. Bizim için en mühim kültür, Kur’ân kültürüdür. Kendimize ve evlâtlarımıza kazandıracağımız gerçek kültür, gerçek malûmat budur. Kur’ân, her iki cihânı nûra gark eder. İki cihânı mânen mâmûr eder.
Bütün dünyevî kültür ve bilgiler, dünyaya aittir. İnsana dünya için Cenâb-ı Hakk’ın vermiş olduğu çok az bilginin kırıntılarıdır. Kişinin, bütün ömrünü sadece o bilgilere tahsis etmesi; yani o bilgilere kapılarak Hakk’ı ve ebedî hakikati unutması, kendi âhiretini vîrâneye çevirmektir.
İşte feylesofların hazin âkıbeti! Zira onlar, kibirleri yüzünden akıllarını ve kalplerini vahyin içinde kullanmadılar, böylece kendi acziyet ve çıkmazları içinde helâk oldular.
Her ilmin bir zâhirî bir de bâtınî tarafı vardır. Zâhirî ilim; hocalardan ve kitaplardan okumakla ve yazmakla tahsil edilir. Fakat ilmin bâtınî tarafı, ancak kalbin terakkîsi ve mârifetullah ile hâsıl olabilir. Yani Cenâb-ı Hakk’ı kalpte tanıyabilmekle gerçekleşir. Bu ilmi gerçekleştirmek için kalbin mânevî merhaleler kat etmesi zarûrîdir. Her ilmin nihayeti vardır, bu ilmin ise nihayeti yoktur. Bu sonsuz ilimde kul, ancak hiçlikle yol alır.
Meselâ;
Sakarya, Karadeniz’e aktıktan sonra artık, kendisi o deryânın içinde tamamen onun sıfatlarına bürünmüş olur. Bir Hak dostu ne güzel buyurur:
Sen çıkınca aradan,
Kalır seni Yaradan…
Bu itibarla;
İlimlerin sırf zâhiri kâfî değil, mutlaka bâtınıyla beraber iki kanatlı olarak tahsil edilmesi zarûrîdir. Yoksa Hazret-i Mevlânâ’nın dediği gibi;
“Tek kanatla uçmaya kalkışan kuş, azgın kedilerin lokması olur!”
Dolayısıyla;
Fıkıh ilmini öğrenmek şarttır, fakat mühim olan onun öğrettiği ibâdetlerin rûhânî olarak edâ edilmesidir. Zira Cenâb-ı Hak, namazın tâdil-i erkân ve huşû ile kılınmasını emrediyor. Bu da ancak takvâ ile mümkün olacağından, ilmin rotası mutlaka takvâ ekseninde olmalıdır ki, ilmin gerçek maksadı hâsıl olsun! Zaten ilmin değeri, ameller üzerinde kendini gösterir. Aksi hâlde sadece kîl u kāl ve lâf u güzaf olarak kalır.
Takvâdan uzak bilgiler işe yaramaz.
Takvâya sarılanlar ise, kıyâmet ve mahşer gününün dehlizlerinde yollarını aydınlatan ilâhî bir nûra kavuşurlar.
İlme bu şekilde takvâ ile yaklaşılırsa; dört yardım tecellî eder:
1. Allah takvâlı kuluna, bilmediklerini öğretir.
Âyet-i kerîmede buyurulur:
وَاتَّقُوا اللّٰهَۜ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّٰهُۜ
“…Takvâ sahibi olun, Allah size öğretir…” (el-Bakara, 282)
Takvâya sarılanlar, dünyada hak ile bâtılı ayırt edecek bir furkan melekesine mazhar olurlar.
2. Kur’ân takvâlı kullara hidâyet rehberi olur. Âyet-i kerîmede buyurulur:
هُدًى لِلْمُتَّق۪ينَ
“…O (Kur’ân), müttakîler (sakınanlar ve arınmak isteyenler) için bir yol göstericidir.” (el-Bakara, 2)
3. Müttakî kul, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sünnetine ittibâ eder; Efendimiz de, kendisine tâbî olan ümmetini tezkiye eder, ona kitap ve hikmeti öğretir. Âyet-i kerîmede buyurulur:
مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ
“Kim Rasûl’e itaat ederse Allâh’a itaat etmiş olur…” (en-Nisâ, 80)
4. Müttakî kul, bu şuurla kâinatta her nereye baksa, ilâhî imzayı görür. İlâhî azamet nakışları ve kudret akışlarını okuyarak, tefekkürde derinleşir. Âyet-i kerîmede buyurulur:
اِنَّ فِي اخْتِلَافِ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَمَا خَلَقَ اللّٰهُ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَّقُونَ
“Gece ve gündüzün değişmesinde (uzayıp kısalmasında) Allâh’ın göklerde ve yerde yarattığı şeylerde, takvâlı bir kavim için elbette nice deliller vardır!” (Yûnus, 6)
Kalbin gerçek sanatı; kâinat kitabının sahîfelerini çevirerek mikrodan makroya, zerreden kürreye kadar okuyabilmesidir.

Unutmamalı ki;
Bizim bu dünya hayatında asıl hazırlanmamız gereken âhiret hayatıdır.
Âhirete hazırlık da Kur’ân’daki ilâhî tâlimatlara gönül vererek, سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا diye îman ve teslîmiyet göstermekle tamama erer.
Yine son inen âyet-i kerîmelerden birinde şöyle buyurulur:
“Allâh’a döndürüleceğiniz, sonra da herkese hak ettiğinin eksiksiz verileceği ve kimsenin haksızlığa uğratılmayacağı bir günden sakının.” (el-Bakara, 281)

MEÇHULLERE DOĞRU
Yarına hazırlık, esasında insanın çok âşinâ olduğu bir husûsiyettir.
Meselâ sabah bir uçak yolculuğu olan bir insan; erkenden kalkar, saatler öncesinden hazırlıklarını yapar, valizini düzenler. Tekrar tekrar biletini yahut pasaportunu kontrol eder. Her türlü aksaklık ihtimalini düşünür, biraz da erken gider.
Belki de defalarca gittiği bir yere seyahat etmektedir. Fakat yine ihtiyatı elden bırakmaz. Aksiliklerle uğraşmak istemez.
Hâlbuki ebediyet yolculuğu, hiçbir dünya yolculuğuna benzemez. Onun her köşesi meçhullerle doludur.
Pasaport yahut bilet mesâbesindeki îman ve sâlih amellerimizin, kabul edilip edilmeyeceği meçhuldür.
İlk hesap-kitap, kabirde Münker ve Nekir ile başlar ve art arda devam eder. Unutmamalı ki, ebediyet yolculuğunda cennete girene kadar nice hesap geçitleri vardır. O merhalelerden geçemeyenler cennete yol alamazlar. Geri de dönemezler, ancak ve ancak fecî bir âkıbete dûçâr olurlar.
Unutmamalı ki;
O gün herkes aynı vaziyette değildir. Tamamen dünya hayatındaki hazırlığına göre;
Kimi yüzler kararır, kimi yüzler ağarır…
Kimi yerlerde sürünür, kimisi şimşekler gibi yol alır…
Kimisi «toprak olsaydım» der, kimisine ise ne korku ne de hüzün vardır!..
İşte o dehşetli sual:
Bizim hâlimiz bunlardan hangisi olacaktır?
Âyet-i kerîmede Rabbimiz sorar:
فَكَيْفَ اِذَا جَمَعْنَاهُمْ لِيَوْمٍ لَا رَيْبَ ف۪يهِ وَوُفِّيَتْ كُلُّ نَفْسٍ مَا كَسَبَتْ وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ
“Onları gelmesinde şüphe edilmeyen bir gün için topladığımız ve hiçbir haksızlığa uğramaksızın herkese kazandığı şeyler tastamam ödendiği zaman hâlleri nice olur?” (Âl-i İmrân, 25)
Bir gün Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Abdullah İbn-i Mes‘ud -radıyallâhu anh-’dan Kur’ân okumasını istemiş ve huzurla dinlemişti. Şu âyet-i kerîmeye gelince gözyaşlarıyla;
“Kâfî…” buyurdular:
فَكَيْفَ اِذَا جِئْنَا مِنْ كُلِّ اُمَّةٍ بِشَه۪يدٍ وَجِئْنَا بِكَ عَلٰى هٰٓؤُ۬لَٓاءِ شَه۪يدًاۜ
“Her bir ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve Sen’i de onlara şahit olarak gösterdiğimiz zaman, onların hâlleri nice olacak!” (en-Nisâ, 41) (Buhârî, Tefsîr, 4/9; Müslim, Müsâfirîn, 247)
İşte takvâ; «Hâlimiz nice olacak?» diyerek o büyük güne titizlikle hazırlanmaktır.
Peygamber Efendimiz’in buradaki hüznü, ümmeti hakkındaki endişesindendi. Zira Fahr-i Kâinât Efendimiz, ümmetine karşı çok merhametli ve şefkatliydi.
Vedâ Hutbesi’nde de ümmetini şöyle îkāz etmişti:
“‒Aman günah işleyerek kıyâmet gününde beni mahcup etmeyin!” (İbn-i Mâce, Menâsik, 76)
Zira;
Peygamberler de ümmetlerinden yana hesaba çekilecektir.
Allah Rasûlü’nü sevmenin yegâne ölçüsü; O’nun sevdiğini sevmek, O’nun sevmediğinden de uzaklaşmaktır. Mahşer gününde Havz-ı Kevser’in başında O’nunla buluşmak sevdâ ve aşkıyla O’nun yolunda koşmaktır.

Ashâb-ı kiram; Hazret-i Peygamber’in şahsiyetinde insanlıktan büyük bir âbide seyretmişler, kendilerine gönderilen o muhteşem ilâhî mûcizeye hayran olmuşlar, böylece her nefes O’nun izinden gitmişler ve aşklarının yegâne ifade olarak;
“‒Anam-babam, malım-canım, her şeyim Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” demişlerdir.
O’nun uğrunda can vermeyi, her emrine kurban olmayı, canlarına minnet saymışlardır.
İşte onlar, âhirete böyle hazırlanmışlar ve ebediyete böyle gitmişlerdir.
Ne mutlu onlara! Onlar gibi olmaya gayret edenlere!
Ashâbın izinden giderek, dostluğun, Allah’taki kaynağını elde eden Şâh-ı Nakşibend, Geylânî, Mevlânâ, Yûnus ve Hüdâyî misâli Hak dostları; ebediyyen bütün insanlığın dostu oldular, sevdiler, sevildiler, fânî hayatlarından sonra dostluk ve muhabbette ebedîleştiler. Hâlâ gönülleri irşâd ediyorlar.
Buna mukabil;
Tarihteki büyük zâlimlerden Atillâ, İskender, Hülâgû ve günümüze kadar bütün benzerleri ise; kendilerinin ve bütün insanlığın düşmanı oldular, hiç sevilmediler, hatırlarda zulüm sembolü olarak kaldılar, saltanatları da hüsranla son buldu. Döktükleri kan göllerinin girdaplarında insanlığın yüzkarası oldular.
Üzerimizdeki güneş; bir müddet Firavunların, Hâmanların, Nemrutların, Âdların, Semudların saraylarını, köşklerini, hazinelerini aydınlatan, sonra da harabelerinin üzerine haşmetle doğan aynı güneştir. Lâkin o gösterişli sarayları bugün köpekler ve baykuşlar şenlendiriyor!
Hazret-i Mevlânâ da geçmiş kavimlerin misâline dikkatimizi çekerek şöyle der:

İHTİYATLI BULUNUN!
“Ya önce gelip geçen kavimlerin hâllerine bakın, ibret alın yahut son­radan gelenlere doğru ihtiyatla uçun.
İhtiyat nedir? İki tedbirden hangisi seni tehlikeye düşmekten alıkoyacaksa onu yapmaktır.
Birisi sana;
«Gideceğin şu yedi günlük yolda, hiç su yoktur. Ancak ayakları yakan kum vardır.» dese;
Başka birisi de;
«Bu söz yalandır, yolda her gece akan bir çeşme göre­ceksin.» haberini verse;
İhtiyat odur ki; yanına su alır, susuz kalmak korkusundan kurtulur ve doğru hareket etmiş olursun.
Eğer yolda su varsa, taşıdığın suyu döker, tazesini içer ve kabını doldu­rursun, fakat ya yolda su yoksa; eyvahlar olsun susuz yola düşene…
Ey Allâh’ın halîfesi olan Âdemoğulları! İnsaflı olun, doğru hareket edin de kıyâmet günü için ihtiyatlı bulunun!”
Ne gariptir ki gafil insan; nefs ve şeytanın vesveseleriyle, dünya için ihtiyat gösterir de âhiret husûsunda aldanışa gark olur.
Şunu hatırdan çıkarmamalıdır ki;
Bu dünyada herkesin rızkı yazılmıştır. Rızık Allâh’ın teminatı altındadır.
Fakat cennet için hiçbir teminat yoktur. Mağfiret için hiçbir garanti yoktur.
İnsanın, teminat altında olan fânî dünya için ihtiyat gösterip bütün ömür sermayesini ona harcaması, buna karşılık, büyük tehlikeler ve riskler altında olan ebedî hayatı aldanış dolu ümit ve hayallere bağlaması ne hazin bir hamâkattir!..
Necip Fazıl bu hissiyatla şöyle der:
Şu geçeni durdursam, çekip de eteğinden;
Soruversem: «Haberin var mı öleceğinden?»
Hepimiz haberdarız. Lâkin hazırlık ne âlemde?
Ömür, bu hazırlık için verilmiş bir sermayedir.

Bu sebeple;
En büyük israf, zaman israfıdır. İnsanoğlunun bu fânîdeki mahdut ömrünü bitmek tükenmek bilmeyen boş emellere, bomboş hayallere harcaması ve seraplara aldanması, ebedî bir hüsran getiren çok acı bir gaflet ve akılsızca bir israftır…
Cenâb-ı Hak buyurur:
“Herhangi birinize ölüm gelip de;
«Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip sâlihlerden olsam!» demesinden önce, size verdiğimiz rızıktan harcayın.” (el-Münâfikûn, 10)
Ebediyet yolculuğunun yegâne azığı takvâdır. Âyet-i kerîmede buyurulur:
وَتَزَوَّدُوا فَاِنَّ خَيْرَ الزَّادِ التَّقْوٰىۘ
وَاتَّقُونِ يَٓا اُو۬لِي الْاَلْبَابِ
“… Kendinize yol azığı hazırlayınız!
Şüphe yok ki azığın en hayırlısı takvâdır.
Ben’den ittikā ediniz ey akıl sahipleri!” (el-Bakara, 197)
İnsanın âhireti esas almayan hazırlıkları, tahsilleri ve gayretleri; «عَامِلَةٌ نَاصِبَةٌ» «boşuna gayret»lerdir.
Muhammed İkbal’in bu hususta güzel bir temsili vardır.
GÜVE ve PERVÂNE
«Güve»; aşksız, ruhsuz bir ilim adamını, «Pervâne» ise, âşık bir ârifi temsil eder.
Güve, Pervâne’ye imrenerek şöyle der:
“–İbn-i Sînâ’nın kitapları içine yerleştim. Fârâbî’nin eserlerini gördüm. Lâkin bu hayatın felsefesini bir türlü anlayamadım. Kâbuslu çıkmaz sokakların hazin bir yolcusu oldum. Bir güneşim yok ki, günlerimi aydınlatsın!..”
Pervâne ona şöyle cevap verir:
“–Ben bu aşk için kanatlarımı yaktım. Hayatı daha canlı kılan, çırpınış ve muhabbetlerdir; hayatı kanatlandıran da aşktır!..”
Öyleyse tek çare:
“Ey îmân edenler!
Siz Allâh’ın dînine yardım ederseniz, (yaşarsanız, yaşatırsanız, takvâlı olursanız) Allah da size yardım eder ve ayaklarınızı kaydırmaz.” (Muhammed, 7)
Demek ki insan, dünya hayatında kaygan bir zemin üzerinde. Demek ki tek çare, şer‘-i şerîfin bütün husûsiyetleridir. Misal olarak tek başına oruç kâfî değil, namaz da tek başına kâfî değildir. Yani dîn-i mübîni bütün muhtevâsıyla takvâ içinde yaşayabilmek zarûrîdir.
Dolayısıyla;
Bir ömür dâimâ bütün zâhirî farzlar ile zâhirî haramlara karşı ve bütün bâtınî farzlar ile bâtınî haramlara karşı teyakkuz hâlinde olmak ve her birine riâyet etmek zarûrîdir.
I. Ahmed Han ne güzel ifade eder:
Zikreyle Hakk’ı her nefes,
Allah bes, bâkî heves,
Pes gayriden ümmîdi kes,
Tekrâr-ı zikrullâh ile…
Hazret-i Mevlânâ da âhirete hazırlığın ancak Kitap ve Sünnet’in, Allah ve Rasûlü’nün izinden yürümek olduğunu, bu hususta kuru aklın vahyin dışında kaldığını şöyle anlatır:
“Kendini felsefeye vermiş adam, ölüm günü aklı çok âciz ve faydasız görür. O vakit garazsız olarak hakikati îtirâf eder.
«Biz» der; «Zekâmıza, aklımıza güvendik, olmayacak yerlere at sürmüşüz. Boş yere saçma sa­pan şeylerle uğraşmışız. Gurura kapıldık, kendimizi üstün gördük, aldandık da Hak erlerinden yüz çevirdik, hayal denizinde yüzdük durduk. Mahiyetini bilmediğimiz engin ruh denizinde yüzmeye çalışmak, çırpınıp durmak o kadar boşmuş. Meğer o denizde Nûh’un gemisine binmekten başka çare yokmuş!»
Peygamberlerin Padişahı şöyle buyurmuştur:
“Bu sonsuzluk denizinde, yani bütün âlemi kaplayan vahdet denizinde kurtuluş gemisi, ancak benim.
Yahut o kurtuluş gemisi benim can gözüme vâris olan, can gözümü elde eden, gerçek olarak benim yerime bana halîfe olan kişidir.”
Hazret-i Mevlânâ’nın işaret ettiği hadîs-i şerif şöyledir:
“Ehl-i beytimin misâli, Nûh’un gemisi gibidir. Kim ona binse kurtulur. Her kim dışında kalırsa boğulur.” (Hâkim, Müstedrek, III, 151)
Hazret-i Nûh’un dördüncü oğlu Ken‘an; babasına îmân etmemiş, aklına ve kuvvetine güvenmişti. Hâlbuki bildiği şeyler, dünyaya ait idi. Tûfan ise, ilâhî bir musîbet olarak bütün bildiklerini yerle yeksân etmişti. Âhiret de insanın dünyevî bilgilerini sıfıra müncer edecek dehşetli bir gündür.

BUGÜNDEN GÖR!
Hazret-i Mevlânâ devam eder:
“Hazret-i Nûh’un, îmansız olarak boğulan oğlu Ken‘an gibi;
«Dağa çıkar da kurtulurum.» deme! Kur’ân’dan;
«Bugün kurtulan yok!» âyetini dinle!”
“Sonunda sen de bunu ikrar ve idrâk edeceksin ya, bari şimdiden kendine gel de son günü, yani âhireti bugünden gör!
Aklını başına al da işin sonunu bugünden görmeye çalış! Hakikati, âhireti görecek gözünü gafletle körleştirme!”
“Sonu gören mesut olur. Böyle kişinin Hak yolunda yürürken hiçbir zaman ayağı kaymaz, sürçmez, tökezlemez.
Ayağının kaymasını, sürçüp düşmeyi istemiyorsan, kâmil bir insanın ayağının bastığı toprağı gözüne sürme olarak çek de gözün aydınlansın, hakikati görsün.
Kâmil insanın ayağı tozunu gözüne sürme et de şu edepsizin, yani dünya sevgisinin başına vur, def et gitsin!”
Âhirete hazırlık için yegâne yol, Allah Rasûlü’nün sünnetidir. İslâm’ı tahsil etmek ve hayatın her safhasında onu yaşamak ve yaşatmaktır. Bu hakikat ortada olduğu hâlde, dünyevî lâkırdılar ve sözün maskarası olarak eldeki mahdut zamanı, yani bu fânî ömrü israf etmek ne hazin bir hüsrandır.
Hazret-i Mevlânâ bu durumdaki gafil insanı, bir nehir kenarında uyuyup da rüyasında su peşinde koşan kişiye benzetir:
“Yalnız içinde bulunduğu hâli gören, (sadece dünyevî ve zâhirî bilgileri öğrenen), sonu göremeyen göz ve ruh sahibi, nereye giderse gitsin, zaman zaman yüz üstü düşer.
Bu çeşit insanlar içinde uzağı gören olsa bile, hünersizdir. Görür ama uykuda ve rüyada görülen uzaklar gibi hayalden ibârettir.
Irmağın kıyısında dudakların kupkuru, susuz bir hâlde yatmış uyumuşsun da rüyanda su aramak için saraya doğru koşup durursun. Kendi görüşüne âşık oluyor da uzakta gördüğün saraya doğru koşu­yorsun.
«İşte şu tarafta su gördüm, haydi koşup oraya gideyim.» dersin. Hâlbuki senin gördüğün su değil, seraptır.
Böylece her adım attıkça, mânen âb-ı hayattan daha çok uzaklaşır ve aldatıcı serap tarafına koşa koşa yaklaşırsın.
Nice kişiler vardır ki, ulaşmak istedikleri yerden gafil kalırlar da tam zıddı olan bir başka yere doğru yola koyulurlar. (O yere bir türlü varamazlar, çünkü varmak için ilerledikçe daha da uzaklaşırlar. Sanki bataklığa yuvarlanan bir insanın fecî âkıbeti gibi. Kurtulmak istedikçe batarlar.)
Yani;
Gaflete dalmış, uyumuş bir kişinin ne görüşü bir işe yarar ne de lâfı. Onun görüşü de lâfı da ancak bir hayaldir. Ondan el çek, yani söylediklerine kulak verme!”
Cenâb-ı Hak; ebedî yolculuğumuza, dünyada hazırlananlardan eylesin!.. Cümlemizi gafletten muhafaza buyursun. Huzûruna kalb-i selîm götürebilenlerden eylesin!..
Âmîn!..