MEYVEYE DURAN FİDANLAR
YAZAR : Aşkar KUTLUBEY askarkutlubey@gmail.com
Gün, gündüzün ikinci yarısının son demlerini yaşamaya doğru kaymış; toprak, güneşten aldığı enerjinin vermiş olduğu dinginlikle, gecenin karanlık kollarına, binlerce yıldır tekrarlanageldiği gibi yeni ve taze bir güne hazırlık için kendini bırakmaya doğru yol alıyordu.
Gün batımına giden bu saatlerde, istikbâle ait bir tereke olarak elindeki erik fidanlarını bir anne rikkatiyle yavaşça yere bıraktı. Bu köye ilk geldiği zamanları düşündü. Üçüncü vazife yeriydi. O zamandan bu zamana kadar; caminin bahçe duvarlarını, hayatında camiye hiç uğramamış bir ayyaşla çevirmiş, boyasını da toplumda neredeyse müslüman olarak görülmeyen, bırakınız camiye uğramayı, caminin olduğu sokaktan bile geçtiği görülmemiş Suat Ustaya yaptırmıştı. Şimdi, ikisi de cemaatin müdâvimiydi çok şükür.
Başını çevirdi ve yanındaki dolgun kırmızı yanaklarıyla, bu köyde pek görülmeyen gece karası gözlerini kendisine dikmiş ve ne yaparsa aynısını yapmaya çalışan Salih’e, boyacı Suat Ustanın en küçük oğluna çevirdi. Sanki bu bakışı bekliyormuşçasına konuşmaya başladı Salih de:
–Hocam. Biz bu erik fidanlarını dikiyoruz ya hani. Kur’ân’da Allah, zeytin ve incirden bahsettiği gibi erikten de bahsediyor mu? Erik için de yemin ediyor mu?
Hafif tebessüm etti Mehmet Hoca. Hafif bir mırıltıyla;
«Mâşâallah!» diyerek başını okşadı. Demek ki dünkü Cuma vaazını dikkatli dinlemişti Salih.
“–Can oğlum benim!” dedi.
–Can oğlum! Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerim’de her şeyden ince ince bahsetmez. Fakat insanlar; kıyas yoluyla kendi ihtiyaçları, akılları ve bilgileri seviyesince Kur’ân’dan kendileri için hikmetleri süzerek alırlar ve hayatlarına aksettirirler. Bununla birlikte, incir ve zeytinden özellikle bahsedilmesinin de hikmetleri yok değildir. Onu da işin ehli bilir ve ona göre yorumlarla bildirileni anlamaya çalışarak insanlara faydalı olmaya gayret sarf ederler. Kur’ân bu mânâda, bir bitki bilimi kitabı değildir.
Meselâ:
Kur’ân’da Yûsuf Sûresi var ve bu sûrede Yûsuf Peygamber’in hayatı anlatılır. Fakat her günü her saati her dakikası detaylı bir şekilde anlatılmaz. Sadece belli noktalar ve ibret alınacak hâller anlatılır ki o da hepsi değil. Kur’ân, büyüklerin hayatlarının anlatıldığı bir tarih kitabı da değildir.
Bilinse ki bir sivrisinek bile insana ne kıymetli mesajlar vermektedir. Bir arı vızıltısı, bir rüzgâr hışırtısı, güneşin ısıttığı ve aydınlattığı bir erik fidanı, bir emeğin ürünü olan şu cami minaresinin gölgesi… Yani her şey kendince bir hakikati bir gerçeği bir sırrı açıklar; anlayan, sezmeye gayret eden, bu yolda uğraşan insanlara. Yeter ki anlamak için kalbini açsın insan. Yeter ki sırrı çözmeye gayret sarf etsin.
Durdu sonra Mehmet Hoca. Konuşurken etraftan verdiği örneklere baktı, bir de Salih’e. Sonra da anlayıp anlamadığını sezmeye çalıştı. Normalde bir çocukla konuştuğu zamanlarda daha sade bir dil kullanır ve daha anlaşılır örnekler vermeye çalışırdı, fakat bu çocuk çok farklıydı. Daha bir anlayışlı daha bir idrâki yüksek idi. Genelde, sanki bir büyükle sohbet ediyormuş hissi ile konuşurdu Mehmet Hoca, Salih ile konuşurken. Fakat bu sefer tam olarak öyle olmamıştı. Salih, sorduğu sorunun cevabını tam anlamamış bir yüz ifadesi ile bakıyor ve cevaptan yetinmediğini îmâ ediyordu bu kara gözlü derin bakışlarla.
“–Haydi, gel bakalım. Şu fidanları yavaş yavaş dikelim.” dedi.
Fidanın birisini eliyle alıp Salih’e uzattı. Kendi elindeyken küçücük görülen fidan, Salih’in ufak avuçlarına gelince sanki meyveye duracakmış gibi büyük görünmekteydi. «Bugünün fidanları, yarının meyve veren ağaçları» diye düşündü.
Salih fidanı aldı, toprağa eştikleri küçük kuyunun içine yerleştirdi başını çevirip Mehmet Hocaya baktı. Hoca başını sağa-sola çevirdi olmadı dercesine. Fidanı öyle koydu; «Hayır!» dedi, böyle koydu; «Hayır!» dedi. En sonunda mahcup bir edâ ile;
“–Nasıl yapacağım, hocam?” dedi.
Mehmet Hoca fidanı eline aldı. Kenardaki makas ile fidanın alt kısmındaki uzamış ince dalları hafif hafif kısalttı. Üst üste binmiş kök dallarını ayırarak, uygun olmayanlarını budadı.
–Bak Salih. Bu yaptığım işleme, dikim budaması derler. Tarım kitaplarında yazarlar bunu. İşin erbabı, ustası, tarımla ilgilenen ehil kişiler bunu bilir. Ona göre de bu fidanı böyle budayarak dikimini yaparlar. Sonbaharda, yani yılın bu mevsiminde dikilen fidanın budaması yapılır ve kök, derli toplu bir hâle getirilirse, fidanı sökerken köke verilen zararlar ve bu budama esnasından yapılan kesimden kalan yaralanmalar kış boyunca yavaş yavaş kapanarak kökün topraktan tam besin alacak seviyeye gelmesine vesile olur. Bu budama yapılmazsa, baharın gelişiyle birlikte fidan çabuk sürgün verir ve kök besinini tam alamadığı için kurumaya yüz tutar. Bazı fidanlar tutmaz ve meyveye duramaz. Meyve verse bile onların meyvesi iri ve bol sulu olmaz.
Yani iki ihtimal vardır ki burada birincisi fidanın tutmamasıdır. Bu da bütün emeğin boşa gitmesi demektir. İkinci ise fidan toprakta kök salsa bile, kışı verimli geçiremediği için meyvesi sıhhatli ve verimli olmaz. Emek yine boşuna gitmiş demektir.
Kur’ân’da bu konudan detaylı bahsedilmez. Bu botanik yani bitki biliminin konusudur. Kur’ân, insanlara; «Öğrenin!» der; «Okuyun!» der; «Düşünün!» der; «Akledin!» der; «Uygulayın!» der. Bunu da; «Tabiatın kuralları ile yapın!» der. Çünkü Allah; dünyayı bir nizam, intizam, düzen üzerinde yaratmıştır ve ona göre bir sistem kurmuştur. Erik fidanı ekersen erik alırsın, zeytin fidesi ekersen zeytin alırsın. Sizin zeytinliğiniz var meselâ, bu sene zeytinlikten erik çıkacak mı diye düşünüyor musunuz hiç?
Bu soru tebessüm ettirdi Salih’i. Anlamıştı hocanın ne demek istediğini şimdi iyice.
–Haydi bakalım, daha beş tane daha fidanımız var dikecek. Akşam vakti gelmeden işimizi bitirelim de abdestlerimizi tazeleyecek vaktimiz kalsın.
Böylece ikinci, üçüncü derken bütün fidanları diktiler. Ameliyatlı sırtını doğrultmaya çalışarak; «Elhamdülillâh!» dedi Mehmet Hoca. Salih’in yüzü gülüyordu fidanlara bakarken. Babasının boyadığı caminin bahçesinde, kendisinin de bir eseri vardı artık. Sanki fidanların büyüyüp de meyveye durduklarını görüyordu.
Mehmet Hocanın arka tarafından bahçe kapısının açıldığını duydu Salih. Zaten yüzü neredeyse kapıya yönelikti, fakat daha dikkatli baktı ve;
“–Komutan amca geliyor, yanında da birisi var hocam!” dedi.
Salih’in komutan amca dediği, emekli Albay Hüseyin Efendiydi. Bu köyden Ali Ağa isimli birisinin oğluydu; pavyonda tanıştığı bir hanımla evlenmiş, emekli olunca da buraya, köyüne gelip yerleşmiş, camiye sadece şehid cenazelerinde girmiş vatansever bir askerdi. Dînî bilgisi yoktu hiç. Küçükken haminnesinden öğrendiği sûrelerden zihninde kalan Fâtiha ve İhlâs sûreleri dışında.
Ellerini yüzüne götürdü ve bu fidanların tutması, meyveye durması için yaptığı fısıltılı duâyı bitirip kapıya yöneldi. Tam albaya; «Zamanında gelsen yardımcı da olurdun; bunca kuyuyu biz açtık, fidanları diktik…» diye takılacaktı ki yanındaki kişinin bir hanım olduğunu gördü. Pür tesettür bir kadın. Hanımı olamazdı, çünkü albayın eşi Ceyda Hanım tesettürlü, başörtülü birisi değildi. Gerçi son bir yılın neredeyse her günü, kocası vasıtasıyla sorular sormuş ve hocanın gönderdiği kitapları iki-üç güne okuyup iade etmişti fakat…
“–Albayım, hoş geldiniz!” dedi.
Bir taraftan da ufak bir göz işareti yaptı Hüseyin Efendiye; «Kim bu arkadaki hanım?» der gibi. Albay Hüseyin, hafif bir tebessüm hâlinde idi. Buruk bir tebessüm desen tam değil, sevinçli bir tebessüm desen hiç değil. Hafifçe omuz silkti vücudunu kenara çekerken. Bu esnada arkadaki hanımın sesi duyuldu:
–Hocam, ben Ceyda!
Sübhânallah. Ceyda. Konsomatris Ceyda. Bu kadar kısa sürede, böyle kökten bir değişim. Yer yer sorduğu sorulardan ümit ışığı görüyordu; fakat Trakya’nın bu köyünde, normalde başörtülü gezenlere bile yan yan bakılan bu yerlerde, eski bir konsomatrisin böyle bir değişime cüret etmesi ve tesettüre girmesi havsalanın kolayca alacağı türden bir manzara değildi.
Şaşkınlıktan küçük dilini yutacaktı neredeyse Mehmet Hoca. Ellerini beline attı. Doğrulduğunda kendisini daha bir sert hissettiren sırtındaki ağır ameliyatın acısı bile, şu anda bal şerbeti gibi tatlı geliyordu. Elleri belinde hafifçe doğrulttu bedenini. Başını kaldırıp bakmak, sesin sahibinin yüzünü görmek, bu muhteşem hâlinin bir karesini zihnine almak, gözleriyle olsun tebrikini yüksek düzeyde hissettirmek istiyordu. Fakat ne aldığı dînî terbiye ne aile terbiyesi ne de üzerinde taşımaktan haz duyduğu imâmet mesleğinin ağırlığı böyle bir hareketi kendisine doğru kabul ettirdiği için başını kaldırıp bakmamıştı.
Sadece bir silûet, varlık ırmağından kana kana içmiş müheykel bir edâ, arkasından vuran akşam güneşinde sonsuzluğa uzanan bir varoluş kaygısının gölgesi duruyordu. Başını kaldırsa gözlerine yansıyacak görüntüde. Fakat kaldırmadı. İhtidâ etmiş bir kulun sevincini taşıyan yüreğinin teheyyücünde, dalgalanan fırtınalı okyanusların göğe ulaşmak için en yüksek dalgasının en uçtaki su zerreciğinin heyecanını taşısa da kaldırmadı başını. Bütün sevincini bastırdı yüreğinde.
Sade birkaç kelime döküldü dudaklarından, göz pınarlarından süzülen sevinç gözyaşlarını en masum şekilde tecessüm ettirdi o birkaç kelimecik de:
“–Sevindim, Ceyda Hanım, çok sevindim!” dedi Mehmet Hoca.
Belki binlerce kelime ile îzah etmek isterdi sevincinin ifadesini, fakat ancak buna takat getirebildi. Vakit akşama yakındı. Abdest tazelemek gerekiyordu. Fidanları dikmişlerdi. Bu fidanların meyveye durduklarını ya görürdü ya görmezdi fakat çok şükür ki fidanları istikbâle yazılmış mektuplar gibi dikmişler, zarflayıp toprağını kapatmışlar, pullayıp ilk suyunu vermişlerdi. Vakit akşama yakındı. Bugünü de bahşeden Yaratan’a şükür vaktiydi şimdi. Albaya döndü titrek bir sesle:
“–Haydi Albay, sıra sende…” dedi.
Gözyaşlarını saklamaya çalışarak güya Salih’in omuzundan tuttu. Fakat o küçük Salih bile anlamıştı hocasının takatsiz kaldığını ve küçücük bedeni ile bir baston oldu, sebebini tam bilemediği kara gözlerinden akan yaşları saklamaya ihtiyaç duymadan camiye doğru yönelen hocasına.