İnsanlığın Muhtaç Olduğu Gerçek Medeniyet KUR’ÂN KÜLTÜRÜ…

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com – seyri@yuzaki.com

Kur’ân-ı Kerim…

Allâh’ın insanlığa gönderdiği son kitâb-ı âzamı.

O’nda;

Lâfız, mânâ ve hikmet iç içe.

Ezelden ebede tüm devirler en hızlı ve en yavaş olarak aynı anda onda tecellî hâlinde. O tecellî içinde îmâna eren kalb-i selîm gönüller bambaşka ilâhî ve ulvî incelikler ile, bu fânî âlemde de sonsuz feyz ve hazlar ile dolup taşıyor.

Hele ki;

Kur’ân’ın Peygamber edebiyle ve üslûbuyla tilâveti ve riâyeti, tarifsiz bir rahmet.

Öyle bir rahmet ki;

Rûhu dolduruyor. Gözü nurlandırıyor. Özü deryâ ediyor. Söze cilâ. Kalbe şifâ. Tüm sıkıntılara ilâç…

Hakikaten;

Bütün belâlara Hak’tan ilâç, yegâne şifâ,
Beşer için budur Allâh’a yeryüzünde vefâ! (Seyrî)

Kalbini Kur’ân’a açanlar için o rahmet;

İnce bir kar suyu gibi damarların arasına akıyor akıyor akıyor. Hiç tükenmeden akıyor. Serin serin akıyor. Cehennem alevlerini söndürerek akıyor.

Çünkü o bir cennet pınarı.

Kezâ o rahmet;

Yine hiç yakmayan, dirilten bir elektrik gibi bütün vücudu kaplıyor. Beyni kuşatıyor. Fikri kuşatıyor. Îmânı kuşatıyor. Şuuru kuşatıyor. Vücudu da rûhu da kuşatıyor.

İnsana;

Işıktan kanatlar takıyor; uçuruyor her yere, yedi kat gökleri gezdiriyor. O ışıktan kanatlar, sonsuz perdelerin önünden ardına doğru sonsuz sırlara ve hikmetlere, sonra ötelerin ötesine, yüceler yücesine uçuruyor. O ışıktan kanatlar, mîrâca götürüyor, hem de ışıktan daha hızlı götürüyor, şimşekten çok daha hızlı götürüyor.

O rahmet;

Elbette husûsî bir aşk ile de yakıyor gönülleri. Fakat yaktıkça ferahlatıyor. Çünkü o; bizdeki günahları yakıyor, gafletleri yakıyor, hataları yakıyor.

Buna mukabil;

Bütün güzellikleri bağrımızda yeşertiyor. Kulları gül gibi yeşertiyor. Âşık hurma dalı gibi yeşertiyor.

Daha doğrusu;

Semâvî ve nûrânî bir ruh ile diriltiyor. Hastayı diriltiyor. Âcizi diriltiyor. Yorgunu diriltiyor. Ölüleri bile diriltiyor.

O rahmet;

Uyandırıyor… En derin ölüm uykularından da uyandırıyor…

O rahmet;

Ağlatıyor… Ebedî af ve merhamet için, gönülleri için için ağlatıyor. Her ağlatışta da müjde müjde huzur içinde tebessüm ettiriyor.

O rahmet;

Hem ümit, hem korku arasında bir hayat dengesi.

Bir yanda;

Korkutuyor… Bir yanda rahatlatıyor…

Yani tehlikeyi de kurtuluşu da seyran ettirerek kurtuluş istikametinden ayakları kaydırmıyor.

Sonra;

O ışıktan kanatlar;

Ölmeden önce insanı öyle yerlerde dolaştırıyor, öyle yerlerde gezdiriyor ki, ayakların gidebilmesi mümkün değil. Öyle şeyler gösteriyor ki, onsuz gözlerin görmesi mümkün değil. Nice sırlara yaklaştırıp da kulakların duyamayacağı sesleri işittiriyor. Nice perdeleri açıp da gözlerin göremeyeceği hakikatleri gösteriyor. Ellerin erişemeyeceği yeller, rüzgârlar ve fırtınalar bile o kanatların gerisinde kalıyor.

O ışıktan kanatlar;

Dolaştırdığı her yerde akılların eremeyeceği nice meseleleri insana apaçık şekilde idrak ettiriyor. Kalplerin çatlasa dahî hissetmek için yetmeyeceği duyguları hissettiriyor. Canların, fedâ olsa bile elde edemeyeceği kıymetler ve hazineler ikram ediyor.

O;

Allâh’ın şeksiz ve emsalsiz yegâne kitabı çünkü.

Onu;

Beşer sözleri anlatmaya kâfî değil.

O;

Rahmet ve hidâyet. Îman ve takvâ. Tesellî ve tecellî. Hakikat ve tahakkuk.

O;

Nur ve temâşâ. Yücelik ve irtifâ.

O;

Duâ ve ilticâ. Aşk ve iştiyak. Ruh ve hayat.

O;

Sabır ve mükâfat. Şefkat ve şefâat.

O;

Cefâlı yollarda yegâne vefâ. Kederli fânîde ebedî derman.

O;

Müjde ve kurtuluş. Dirâyet ve inâyet. Davet ve icâbet. Selâm ve selâmet. Rıhlet ve cennet.

O;

Bedene mi ruh üflüyor, rûhu mu bedenden çekiyor, fark etmek mümkün değil.

Okuyan tam okuyorsa, dinleyen tam dinliyorsa;

O asırları kuşatan vahiy, sanki yeni nâzil oluyor gibi. Onunla îmanlar, erişilmez zirvelere çıkmakta. Ama nasıl bir zirve! Saatlerce okunsa bile bitmeyecek bir mânâ ve iştiyak beraberliğinde. Bu beraberlik, hiçbir sevgilinin veremeyeceği bir hazza ve lezzete sahip bir beraberlik. İnsanın bu dünyada tadacağı en müstesnâ lezzetlerden biri. Âhiret lezzeti. Cennet lezzeti. O anda insan ondan başka hiçbir lezzet istemiyor, hiçbir tat istemiyor. Hiçbir çeldirici şey, ayağına pusu kuramıyor insanın.

İşte Kur’ân;

Böyle bir lutf-i ilâhî. Böyle bir hakikat ve mânâ.

Zaten;

Kur’ân bunun için daha bir değerli insana. Eğer insan anlarsa ne âlâ! Anlamazsa eyvah!

Anlayanlara ne mutlu!

Çünkü hakkıyla anlayana bu kitâb-ı muazzam, hâl lisânıyla diyor ki:

Ey insan!

Aç mısın? Seni Kur’ân öyle doyurur ki hiçbir yemekte onun lezzet ve doygunluğunu bulamazsın.

Ağlıyor musun? Kur’ân oku! En güzel tebessüm ile seni kuşatsın!

Gülüyor musun? Kur’ân oku! Seni sular seller gibi ağlatsın…

Doymak istemiyor musun? Kur’ân oku!

Doymak istersen de KUR’ÂN oku!

Açlık hissetmek için yine Kur’ân oku!

Allah sesi ve nefesi bunun için verdi. Her varlık O’nun zikri ile güzel sesli. Merkep az zikrettiği için sesi çirkin değil mi? Onun ilmi bahsinde kitap yüklü merkeplerin de sesleri / fikirleri / yorumları bu yüzden çirkin. Çünkü O’nun zikrinden / Kur’ân’ından gerek kalben ve ahlâken gerek fikren ve irfânen, gerek hâlen ve rûhen ayrı düşen her ses, çirkinleşir. Yeryüzünde bülbül bile zannedilse gökyüzünde kargadan beter bir çirkin sestir artık o.

Zira;

Her ses, ancak Kur’ân’ın güzelliği ile bir başka tatlı.

Ey okuyup yaşayan!

Dert etme bu dert içinde isen. Gam çekme bu gam içinde isen. Yanmazsın O’nun nârı içinde isen. Ölmezsin O’na can verirsen. Solmazsın O’na fedâ olursan. Yorulmazsın, O’nun içinde terlersen.

Unutma;

Bıçağın kesmediği taşları bile Kur’ân’ın kelimeleri keser. Ateşin işlemediği damarları bile o yakar kavurur.

Hissederek dinleyenin dili tutulur.

Anlar ki;

Lezzeti hiçbir gıdâda yok.

Derinliği hiçbir okyanusta yok.

İlmi hiçbir kitapta yok.

Güzelliği hiçbir çiçekte yok.

Saltanatı hiçbir sarayda yok.

Zarâfeti hiçbir bağda yok.

Sedâsı hiçbir seste yok.

Âriflere malûmdur:

Kur’ân-ı Kerim’de her harf;

Ne kadar sonsuz inceliğe ve âhenge sahip.

Her kelime,

Ne kadar derin ve engin deryâlar akıtıyor.

Her cümle,

İki dünyayı hiçbir lisânın anlatamayacağı muazzam bir kudrette anlatıyor, sır içinde sır ile. Mânâ içinde mânâ ile. Kalemler îzaha yetmiyor. Daha doğrusu ona kalem yetmiyor. Mürekkep yetmiyor. Denizler mürekkep olsa da yetmiyor. Ağaçlar kalem olsa da yetmiyor. Yetmez de.

Çünkü o, Yaratıcı kelâmı. Diğerleri ise yaratılmış şeyler; nasıl yetsin?

İnsanı değerli kılan hakikat ki;

Aklının da kalbinin de ancak güçlü ve sonsuz mânâlar ile doyup kuvvet bulmasındadır. Münkirler bile bu noktada muhtaçtırlar.

Bu yüzden;

Ebû Cehiller bile Kur’ân’ı dinlemekten kendilerini alamamışlardır. Onlar, inatlarından dolayı inkâr ve şirke dalsalar da fıtratlarından dolayı gizli gizli gidip Hazret-i Peygamber’in Kur’ân okuyuşunu ve yüce kelâmın edebî ve kudretli anlatışını dinliyor ve mest oluyorlardı.

Yani;

Anlama kabiliyetine sahipse, münkirlerin bile tescilledikleri yegâne gerçek şu:

Hiç bıkmadan doğumdan ölüme kadar dinlenilebilecek ve dinlenildikçe de mest olunacak tek ses ve mânâ, sadece Allâh’ın kelâmı.

Galaksi galaksi zerreden kürreye ilâhî nakışlarla dolu kâinâta bir bakın. Ne görürsünüz?

Sonsuz hayran edici muhteşem hârikalar…

Niçin?

Çünkü hepsi de Cenâb-ı Hakk’ın tarifsiz sedâsını işitti, O’ndan gelen bir hece, tek bir hece ile en mükemmel, en muazzam ve hiç noksansız şekliyle var oldu. Her şey O’nun kudretiyle var olurken O’nun sedâsıyla güzelleşti. Her varlığın anlata anlata bitirilemeyen güzelliklerinin sebep ve hikmeti bu. Yani;

Ondan sadece bir hece duyan varlık, yoktan var olmakta, bin bir güzellik ile âlemi ziynetlendirmekte. Bakmaya doyulmayan bir temâşâ sergisi meydana gelmekte. Sadece bir hece ile ömürleri boyunca mest olarak öyle yaşamaktalar ki, o sesten başka hiçbir şey onların dünyalarına girememektedir. Bütün varlıklar o sesin kendilerindeki doyumsuz yankısı ile hayat sürmekte, o yankı bitince de can vermekteler. Ömürlerinin çünkü can nefesi o sesin yankısıdır sadece.

O sesten;

Her varlığın nasibi kaç hecedir bilinmez. Lâkin en fazla nasip, insanoğluna. Ahsen-i takvîm / varlığın gözbebeği olarak yarattığı insana Allah, sayısız heceler ihsan buyurdu. Hece hece kelimeler, kelime kelime cümleler, cümle cümle satırlar, satır satır âyetler, âyet âyet sûreler, sûre sûre kitaplar ve hepsinin son mührü olarak da eşsiz bir kitabı, Kur’ân-ı Kerîm’i lutfetti.

Kur’ân-ı Kerim;

Öyle yüce bir kitap ki, onu aşk, samimiyet ve riâyetle okuyan en cılız kimseyi bile en güçlü kimse hâline getiriyor. O öyle yüce bir kitap ki, sesler onunla güzelleşiyor, nefesler onunlar diriliyor, can buluyor. Gönüller onunla perverde. Ruhlar onunla semâvî. Yerler onunla münbit.

İnsanlık ancak onunla müstakim ve ebediyet geçidinde ancak onunla muvâfık ve mazhar.

Cennetten düştüğü yeryüzünde aklını başına alıp da ona / Kur’ân’a hayran olup yaşayan kul, gökleri hayran bırakan bir şeref kazanıyor. Kur’ân’ın işte bu gerçeği ve her tecellîsi;

Sadece hayran bırakıyor.

Akl-ı selîm olup;

Hayran kalan da, hayran ediyor.

Çünkü Kur’ân-ı Kerim;

Öyle bir insan yetiştiriyor ki, Allâh’ın, tâ ezelde meleklerin ona secde etmesini emrettiği bir mütevâzı yüceliği hâiz oluyor.

Öyle bir insan inşâ ediyor ki, ona ahsen-i takvîm / varlıkların gözbebeği deniliyor.

Öyle bir insan bina ediyor ki, o, yeryüzünde Allâh’ın halîfesi makamını deruhte ediyor.

Peki;

Kur’ân-ı Kerim, hangi özellikleri kazandırıyor da böyle bütün âlemlerde eşsiz bir mertebeye yükseltiyor insanı?

Yani;

Kur’ân nasıl bir şahsiyet inşâ ediyor?

Bu sual;

En temel husûsiyetler etrafında incelendiğinde görülecektedir ki Kur’ân-ı Kerim, emsalsiz bir ilâhî terbiye ile insanoğlunu yaratılışına uygun en müstesnâ özelliklerle yetiştiriyor.

Öyle eşsiz bir maharet ki;

Yere düşmüş bir insanı yeniden göğe kaldırıyor ve onu hazret-i insan eyliyor.

Bu gerçek etrafında işte Kur’ân’ın inşâ ettiği şahsiyet:

•Mü’min. Allâh’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, hayr ve şerrin Allah’tan olduğuna / kadere şeksiz şekilde inanan ve inancını kalp ile tasdik, dil ile ikrâr eden bir mü’min. Yani her hâliyle bütün ömrü kelime-i şahâdet olan bir mü’min.

O şahsiyet;

•Ehl-i namaz. Tüm namazlarını dosdoğru kılan,

•Onları huşû içinde edâ eden,

•Devamlı namaz hâlinde yaşayan,

•Kıldığı namazlar, kendisini her türlü kötülük ve fuhşiyattan alıkoyan bir âbid ve

•Ne olsa, namaz ve sabırla Allâh’a sığınan, yardımı bu şekilde ancak O’ndan isteyen bir zâhid.

O şahsiyet;

•Oruç tutan, rızkın sahibini idrâk ile «ahlâkullâh»a bürünen,

•Yediren ve içiren bir diğergâm.

•Münfik. En sevdiğinden Allah yolunda bolca infak edici.

•Kerîm. Allâh’ın verdiklerini cömertçe ikram edici.

•Müşfik. Şefkat ve merhametli.

O şahsiyet;

•Zekât ve hac bahsinde «şeâirullâh»a hürmetkâr ve duyarlı.

O şahsiyet;

•Âmil. Bütün ilâhî emirleri yerine getiren amel-i sâlih sahibi.

•Kâmil. İnanç ve ibâdetlerinin hikmetine muvâfık bir olgunluğa sahip.

•Müslim. Âlemlerin Rabbine teslim olmuş değerli bir müslüman.

•Muhsin. Maddeten ve mânen ihsan sahibi. Kendini gönülden Allâh’a vererek daima Allâh’ı görüyormuşçasına ibâdet eden bir muhsin.

•Muhlis. Samimiyet ve ihlâs ile kulluk eden bir kimse. Kalbine doldurduğu muhabbetullah ile Allâh’a sırdaş bir kıvamda.

•Hâlis. Her bakımdan pırıl pırıl, tertemiz, berrak. Özellikle dîni tamamen Allâh’a has kılmış olarak yaşayan…

O şahsiyet;

•Müttakî. Her hâlükârda takvâ sahibi, yani Allâh’a sevgi ve korku arasında edepli ve itaatkâr.

•Sâlih. Her ameli düzgün ve dürüst olan sâlih bir kul.

•Sâdık. Özüyle sözü bir olan ve her hâlükârda Allâh’a sadâkatli bir gönül. Ne olursa olsun doğruluktan ayrılmayan sebatkâr bir irade.

O şahsiyet;

•Zâkir. Devamlı Hakk’ı zikir hâlinde.

•Mütefekkir. Yerlerin ve göklerin ihtişamını, kendi yaratılışını, dünya ve âhireti, her şeyin en doğrusunu ve en eğrisini görüp, düşünüp fikreden bir mütefekkir.

•Mücâhid. Gerek nefsiyle gerek münkirlerle devamlı mücadele hâlinde ve hakkın bâtıla galebesi için her daim gayret eden şuurlu bir kahraman.

O şahsiyet;

•Kâtip. Allâh’a en güzel bir hayat defteri götürmenin kâtibi…

•Hâkim. Sadece Allâh’a kul ve köle, onun gayrindeki her şeye hâkim bir yapıda.

•Âlim. Hiçliğin Allâh’ın ilmine açılan kapısında hakikî bilgilerle mücehhez, iki kanatlı, canlı ve gerçek mâlûmat sahibi.

•Ârif. Bildiklerinin içinde ve tatbikatında irfan incileri devşiren bir kimse.

O şahsiyet;

Zâhiri de bâtını da illâ ve illâ gören göz, gösteren öz, söyleyen söz olma makamında.

O şahsiyet;

Leyl’den bedr’e, bedir’den fecr’e, fecir’den şems’e, şems’den asra kadar tüm zamanların ve mekânların, yerlerin ve göklerin farkında, tefekkür ufkunda, mâhiyetinde, hakikatinde, idrakinde ve onlardaki ilâhî âyetlerin seyrinde ve daima yeniden dirilişin eşiğinde dipdiri bir akl-ı selîm ve kalb-i selîm sahibi.

O şahsiyet;

•Basîretli. Hak ile bâtılı, hayır ile şerri -ne kadar karmaşık da olsa- birbirinden her zaman ayırabilen bir inceliğe sahip.

•Hakîm. İlâhî sır ve hikmetlere âşinâ, hükmünde isabetli, her şeyin hakikatine riâyetli.

•Âdil. İçinde ve dışında adâlet üzere. Kendinde ve çevresinde de adâletli. İbâdet ve kulluğunda da âdil.

O şahsiyet;

•Mübelliğ. Daima ilâhî gerçekleri tebliğ edici.

•Daima gönülleri diriltip ihyâ edici.

•Daima hidâyetlere vesile olucu.

•Daima yol gösterici ve irşad edici.

•Her hâlükârda hakkı ve hayrı tavsiye edici.

•En faydalı şekilde öğüt verici, hiç bıkmadan nasihatler edici, ne yapıp edip şuurlandırıcı.

•Hiçbir zaman suratını asmayıp solmaz bir gül gibi devamlı tebessüm edici.

O şahsiyet;

•Az gülüp çok ağlayan.

•Hakk’a âciz, halka müstağnî.

•Allâh’a fakr hâlinde, halka ganî gönüllü.

O şahsiyet;

•Zorluklara katlanan.

•Kolaylığın, zorluklar içinde olduğunu bilen.

•Bir işi bitirince hemen diğer bir işe koyulan, yani Allah yolunda gece gündüz gayret eden, hiç boş durmayan.

•Bilhassa çalkantılı anlarda kendini çirkef ve fenâlıklara gömmeyen.

•İç âlemini son nefese kadar daima arındıran ve daima nefsini tezkiye eden bir ehl-i hakikat.

O şahsiyet;

•Allâh’ı her şeyden fazla seven.

•Rasûlullâh’ı da canından çok seven. Fermân-ı ilâhî üzere O’nu üsve-i hasene edinen. O’nun her verdiğini alan, her yasakladığından da kaçınan.

•Allâh’a ve Rasûlü’ne her bakımdan mutî olan / itaat eden; fakat şeytan ve nefsâniyete karşı ise her açıdan âsî olan ve ancak haksızlık ve zulümlere isyankâr.

•İslâm’ı ancak Hazret-i Peygamber rehberliğinde yaşayan.

•Allâh’ın tüm emânetlerine, özellikle de Kur’ân ile sünnet-i Rasûlullâh’a sahip çıkan.

•Kelâmullâh’ı gece gündüz hakkıyla okuyarak, anlayarak ve yaşayarak canlı bir Kur’ân olan bir ahsen-i takvim.

O şahsiyet;

•Her şeyin hakkını bilen ve riâyet eden.

•İlâhî mîzâna göre dengeli olan. Bilhassa dünya ve âhiret ayarını hiç bozmadan yürüten.

•Geçmişten ibret alan ve geleceğe en güzel şekilde hazırlanan.

•Hakk’ın muradınca aklen ve kalben muhasebe içinde olan.

•İlâhî emirlere riâyette kınayanların kınamasına aldırmayan bir şâhid-i Mevlâ…

O şahsiyet;

•Her imtihana râzı ve kazanabilmek için çırpınış hâlinde olan

•Hiçbir fırtına ve depremde ayakları kaymayan,

•Dünyayı değil âhireti isteyen

•Ölene kadar kulluk rotasını ve ibâdetlerini hiç terk etmeyen bir müstakim.

O şahsiyet;

•Sübhânallah deyu Rabbini çokça tesbih eden

•Elhamdülillâh deyu hiç durmadan şükreden

•Allâhu ekber deyu Cenâb-ı Hakk’ın yüceliğini ve yüce esmâsını müdrik olan,

•Lâilâhe illâllah deyu şirke düşmeden tevhide sarılan.

•Ehl-i küfürle değil mü’minlerle istişare hâlinde olan ve

•Nefsine değil azmedip de Allâh’a güvenen bir mütevekkil.

O şahsiyet;

•Affedici,

•Mü’minlerle arasını düzeltici,

•Mü’minlerle ancak kardeşlik kurucu,

•Mü’minlere merhametli, kâfirlere ise şiddetli ve çetin.

•Sabırlı. Sabrı katlanmak olarak değil en güzel şekilde takdire rızâ olarak anlayışlı.

O şahsiyet;

•Dâvâ sahibi.

•Dert sahibi.

•Nesilleri Kur’ân ile en güzel şekilde eğitici.

•Mükemmel bir aile hayatı kuran,

•Mükemmel bir toplum hayatı oluşturan bir mânevî mimar.

O şahsiyet;

•Asla haram yemeyen,

•Helâl üzere yaşayan.

•Şüphelilerden kaçınan.

•İlâhî murâkabe altında yaşayan,

•Allâh’a şahdamarından daha yakınlığı idrak ile Allâh’a kaçan,

•Her bakımdan müeddeb

•İlâhî sırlara âşinâ.

•Peygamberler, sıddîklar, şehidler ve sâlihler ile dost olan. Onların yolunda hidâyet üzere ömür süren.

•Daima duâ hâlinde. İlticâ hâlinde, niyaz hâlinde, yakarış hâlinde.

•Seherlerde istiğfar eden uyanmış bir gönül.

O şahsiyet;

•Kötü sözlerden ve yalandan şiddetle kaçınan.

•Boş şeylerden kesinlikle yüz çeviren.

•Mahrem, edep yerlerini herkesten koruyan.

•Gözlerini haramdan koruyan. Sözlerini gıybetten koruyan. Özlerini vesvese ve fesattan koruyan bir mü’min.

O şahsiyet;

•Müjdeleyen,

•Korkutan

•Allâh’a davet eden.

•Parıl parıl bir kandil olabilen.

•Uykusunu bölüp «huzûrullâh»a can atan.

•Ancak Allah ile mutmain bir haslet.

O şahsiyet;

•Hazret-i Peygamber’in önüne geçmeyen, O’na saygısızlık yapmayan.

•Kitap yüklü merkep olmayan.

•Bilgisini, hakkıyla Allah korkusu etrafında tahsil ve tâlim eden.

•İlâhî sınırlara riâyet eden, asla aşırılık yapmayan bir terazi.

O şahsiyet;

•Haksızlık karşısında susup dilsiz şeytan olmayan ve ancak hakkı haykıran gür bir sedâ.

O şahsiyet;

•Dünyanın gidişâtından kendini sorumlu tutan bir edâ.

O şahsiyet;

•Dünyadaki tüm yetimlere gariplere yolda kalmışlara mazlumlara ve mahrumlara sahip bir abd-i Hudâ.

O şahsiyet;

•Nerden geldiğini, ne’den yaratıldığı ve niçin var olduğunu bilen.

•Nereye gideceğinin farkında olup nasıl gitmesi gerektiğinin idrakinde olan.

•Şehîd olarak Allâh’a kavuşmaya âşık,

•Bütün hayırlarda en önde koşan, yarış hâlinde olan,

•Allâh’a verdiği her sözü yerine getiren,

•Dehşetli bir gün olan kıyâmetin felâketinden korkan,

•Kendi içleri çektiği hâlde elindeki rızkı yoksula, öksüze ve esire yediren.

•Yaptığı iyilikler karşısında kuldan teşekkür beklemeyip sadece Allah’tan ebedî kurtuluş dileyen bir yüce karakter.

O şahsiyet;

•Îmânının ve aklının gözlerini kapatan örtülerden sıyrılıp da «Bismillah!» diye kalkarak Allah için inzâr eden,

•Rabbini yücelten,

•Giydiklerini temiz tutan,

•Kötü şeyleri terke devam eden,

•Yaptığı iyilikleri başa kakmayan,

•Allah için rahmet tevzî eden bir insan.

O şahsiyet;

•Peygamber’in ve gerçek mü’minlerin yanında yer alan,

•Ancak Allah, Peygamber ve İslâm’ı yaşayan mü’minleri dost edinen.

•Kâfirleri, kötüleri, münkirleri, münafıkları, bedbahtları, zâlim ve zındıkları asla dost edinmeyen.

•Malıyla ve canıyla cenneti satın alan,

•Günahlardan sakınan ve daima tevbekâr olan bir insan.

O şahsiyet;

•Hakkıyla rükû ve secde eden

•İyilikleri emredip kötülüklerden alıkoyan,

•Allâh’ın koyduğu sınırları hakkıyla koruyan bir kişilik.

O şahsiyet ki;

•Münafıklığa fersah fersah uzak,

•Münkirliğe, şirke, küfre uzak,

•İslâm ve îmâna karşı her türlü vesvese ve şüphelere uzak,

•Tüm zararlı felsefelere uzak;

•Sadece özüne yakın, Rabbine yakın, Peygamber’ine yakın bir vasıf.

O şahsiyet;

•Fânîlik ve ebedîlik arasında sıkışıp kalmadan âhiret rotasında bu dünyaya karşı sonsuz bir zafer kazanan ve tüm çağları dize getiren bir fatih.

O şahsiyet;

•Allâh’ın rızâsını ve fazlını gaye edinen,

•Yüzünde ve alnında secdenin nûru alâmet hâline gelen,

•Kol kol çoğalan ağaçlar misali artarak güçlenen,

•Mü’minleri sevindiren,

•Kâfirleri titreten bir heybet.

Hâsılı o şahsiyet;

•Cehennemlik işlere bulaşmayan,

•Allah ondan râzı, o da Allah’tan râzı olarak,

•Ebedî müjde ve mükâfatlara mazhar olan,

•Bir cennet yolcusu.

•Firdevs cennetlerine vâris bir yolcu.

İşte;

Kur’ân’ın yetiştirdiği hazret-i insan!

İşte;

Kur’ân’ın yerlerden alıp göklere kaldırdığı ahsen-i takvîm varlık!

İşte;

Hazret-i Peygamber’in ifadesindeki «ümmetin en şereflisi» olmanın hakikati!

İşte;

Tarih boyu milletimizi zaferden zafere koşturan âbide şahsiyetlerin gerçek özellikleri!..

İşte;

İnsanlığın muhtaç olduğu gerçek medeniyet ölçüleri!

İşte;

Kur’ân kültürü…

İşte;

Bu kültürle yetişmiş nesillerimizi onca haçlı savaşlarına rağmen, 15 Temmuz kalkışmasına rağmen, yok edici ekonomik hücumlara rağmen mağlûp edemeyenlerin bu milletin elinden Kur’ân’ı ve dosdoğru inancı almak isteyişlerinin sebebi!

Çünkü inançlar yıkılınca kişiler yıkılacak.

Bu yüzden bu memleketin kadîm düşmanları, en amansız kavgaları inanç üzerinde yoğunlaştırıyorlar. Sahte hocalar, sahte bilgiçler, sahte dindarlar üretip çıkardıkları inanç buhranlarını ve yangınlarını sahte akademisyenlerle körükleyip gençliği Kur’ân kültüründen ve kendi şahsiyetinden koparmak, sonra da kolayca yutmak istiyorlar.

Bu yüzden;

Birileri çıkıp da Hazret-i Peygamber’in;

“Kur’ân hakkında münâkaşa küfürdür!” (Ebû Dâvûd, Sünnet, 5) beyanına aldırış etmeden güya şahsî fikirlerini çok mâsumâne bir akademik dille söylüyormuşçasına Kur’ân hakkında şüpheler ve heyezanlar üretmeye yelteniyor.

Lâkin İslâm;

Bilgiç hâinlerin akıl fabrikasında îmal edilmiş bir keyfî lâkırdılar dîni değildir. Lâstik gibi yorumlarla her tarafa çekilebilen bir oryantalist sakızı da değildir.

O hâlde;

Oryantalist sakızı çiğner gibi konuşan yerli bilgiçlerin, İslâm’a ve Kur’ân’a dair hiçbir temsil ve tefsir hakları yoktur.

Onlar;

Şu ilâhî tokadın yüzlerinde şakladığı zavallılardır:

وَلَا تَقْعُدُوا بِكُلِّ صِرَاطٍ تُوعِدُونَ وَتَصُدُّونَ عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِ
مَنْ اٰمَنَ بِه۪ وَتَبْغُونَهَا عِوَجًاۚ

“Ve;

•Her yolun başına oturup da;

•O’na mü’min olanları,

•Korkutmak sûretiyle

•Allâh’ın yolundan çevirmeye ve

•ALLÂH’IN YOLUNU EĞRİ VE ÇELİŞKİLİ GÖSTERMEYE ÇALIŞMAYIN!” (el-A’râf, 86)

Bu îkaz dolu âyetin sonunda gösterilen tablo ise ibret dolu:

“Bir bakın; bozguncuların sonu nasıl oldu!” (el-A’râf, 86)

Ta asr-ı saâdetten beri her zaman îmanlı toplumlarda bir imtihân-ı ilâhî olarak var olagelen bozguncuları fark etmek ve onlara karşı tedbirli olmak gerek.

Mâlûm;

Hiçbir yalan; «–İşte muhteşem bir yalan!» diye ortaya çıkmaz. Ancak ve ancak; «–İşte tek doğru! İşte yegâne gerçek!» diye kendini arz eder. Yani her yalan, ancak bir doğrunun üzerinden kabullendirmek ister kendisini.

Aynen;

İnanç bozguncuları da güya inançlarda düzeltme yapıyor edâsında bütün virüslerini zerk ediyorlar.

Aynen;

Kur’ân hakkında tartışmak ve ona olan îmanları bozmak isteyenler de güya çok ince mânâlar keşfetmişçesine tüm mikroplarını şırınga ediyorlar.

Aynen;

İslâm’ı bozmak isteyenler de güya tahrifleri ve hurâfeleri ortadan kaldırıyormuşçasına bir pişkin tavrın arkasında oryantalizmin zehirli sakızlarını çiğnetmeye çalışıyorlar.

Bu hususta;

Sağdan yaklaşan sayısız hücumlar ve arsız tipler, epeydir zehirli mantar gibi hortladı. Daha tuhafı, hepsinin de ambalâjlarında sadece şifâ markası vurulu, doğruculuk markası vurulu, hurâfeleri düzeltiyormuşluğun markası vurulu, Kur’ân’ı daha doğru anlıyorlarmışlığın markası vurulu, İslâm’ı güya tahriflerden kurtarıyorlarmışlığın markası vurulu. Yahu bu markalar bile onları kullananların nasıl bir bozguncu ve iftiracı olduklarının en bariz delilidir.

Bunlar;

Hazret-i Peygamber’e olan düşmanlık ve saldırılarını, yani «dırar» hâllerini «mescid markası» ile örtbas ederek İslâm’a hücum edenlerden zerre kadar farklı değiller.

Bunlar;

Daha o ilk asırda bile güya Kur’ân’dan çok ince meseleler çıkarıyormuşluklarını vitrin ve marka yaparak doğruculuk kılıfı altında kaderi inkâra yeltenen münkirlerden de zerre kadar farklı değiller.

O vitrin, marka ve kılıfları kaldırınca bakalım nasıl bir gerçek ortaya çıkıyor!

Yahya İbn-i Ya’mur anlatıyor:

Basra’da kader üzerine ilk söz eden kimse Ma’bed el-Cühenî idi. Ben ve Humeyd bin Abdirrahmân el-Himyerî, hac veya umre vesilesiyle beraberce yola çıktık. Aramızda konuşarak, ashabdan biriyle karşılaşmayı temenni ettik.

Maksadımız;

Ondan (sahâbîden) kader hakkında şu heriflerin ettikleri lâflar hususunda soru sormaktı.

Cenâb-ı Hak, bizzat Mescid-i Nebevî’nin içinde Abdullah İbn-i Ömer v ile karşılaşmayı nasîb etti. Birimiz sağ, öbürümüz sol tarafından olmak üzere ikimiz de Hazret-i Abdullâh’a sokulduk.

Arkadaşımın sözü bana bıraktığını tahmin ederek, konuşmaya başladım:

“–Ey Ebû Abdirrahmân, bizim taraflarda bazı kimseler zuhur etti. Bunlar Kur’ân-ı Kerîm’i okuyorlar. Ve çok ince meseleler bulup çıkarmaya çalışıyorlar.”

Onların durumlarını beyan sadedinde şunu da ilâve ettim:

“–Bunlar; «Kader yoktur, her şey hâdistir ve Allah önceden bunları bilmez!» iddiasındalar.”

Abdullah t dedi ki:

“–Onlarla tekrar karşılaşırsan, haber ver ki ben onlardan berîyim, onlar da benden berîdirler.”

Abdullah İbn-i Ömer, sözünü yeminle de te’kîd ederek şöyle tamamladı:

“–Allâh’a kasem olsun, onlardan birinin Uhud Dağı kadar altını olsa ve hepsini de hayır yolunda harcasa kadere inanmadıkça, Allah onun hayrını kabul etmez.”

Sonra Abdullah dedi ki:

“–Babam Ömer İbnu’l-Hattâb t bana şunu anlattı:

–Ben Hazret-i Peygamber j’in yanında oturuyordum. Derken elbisesi bembeyaz, saçları simsiyah bir adam yanımıza çıkageldi. Üzerinde, yolculuğa delâlet eder hiçbir belirti yoktu. Üstelik içimizden kimse onu tanımıyordu da. Gelip Hazret-i Peygamber j’in önüne oturup dizlerini dizlerine dayadı. Ellerini dizlerinin üstüne hürmetle koyduktan sonra sormaya başladı:

«–Ey Muhammed! Bana İSLÂM hakkında bilgi ver!»

Hazret-i Peygamber j açıkladı:

«–İSLÂM, Allah’tan başka ilâh olmadığına, Muhammed’in O’nun kulu ve rasûlü olduğuna şahâdet etmen, namaz kılman, zekât vermen, Ramazan orucu tutman, gücün yettiği takdirde Beytullâh’ı haccetmendir.»

Yabancı;

«–Doğru söyledin!» diye tasdik etti.

Biz hem sorup hem de söyleneni tasdik etmesine hayret ettik.

Sonra tekrar sordu:

«–Bana ÎMAN hakkında bilgi ver!»

Hazret-i Peygamber j açıkladı:

«–Allâh’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Kadere yani hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna da inanmandır.»

Yabancı yine;

«–Doğru söyledin!» diye tasdik etti.

Sonra tekrar sordu:

«–Bana İHSAN hakkında bilgi ver!»

Hazret-i Peygamber j açıkladı:

«–İhsan, Allâh’ı sanki gözlerinle görüyormuşsun gibi Allâh’a ibâdet etmendir. Sen O’nu görmesen de O seni görüyor.»

Adam tekrar sordu:

«–Bana kıyâmet(in ne zaman kopacağı) hakkında bilgi ver.»

Hazret-i Peygamber j bu sefer;

«–Kıyâmet hakkında kendisinden sorulan, sorandan daha fazla bir şey bilmiyor!» karşılığını verdi.

Yabancı;

«–Öyleyse kıyâmetin alâmetinden haber ver!» dedi.

Hazret-i Peygamber j şu açıklamayı yaptı:

«–Köle kadınların efendilerini doğurmaları, yalın ayak, üstü çıplak, fakir -Müslim’in rivâyetinde fakir kelimesi yoktur- davar çobanlarının yüksek binalar yapmada yarıştıklarını görmendir.»

Bu söz üzerine yabancı çıktı gitti. Ben epeyce bir müddet kaldım. Hazret-i Peygamber j;

«–Ey Ömer, sual soran bu zatın kim olduğunu biliyor musun?» dedi.

Ben;

«–Allah ve Rasûlü daha iyi bilir.» deyince şu açıklamayı yaptı:

«–Bu Cebrail u idi. Size dîninizi öğretmeye geldi.» (Müslim, Îmân, 1; Nesâî, Îmân, 6; Ebû Dâvûd, Sünnet, 17; Tirmizî, Îmân, 4)

İşte;

Asıl mesele bu!

Dînimizi sahibinden, kitabından ve rehberinden öğrenmek.

Lâkin;

Kur’ân’ın gerçek kültüründe yetişen âbide bir şahsiyet olabilmek gayesiyle öğrenmek.

Yani esas maksat;

Canlı bir Kur’ân olabilmek. Gizliden gizliye canlı bir düşman olmak değil.

Her iki örnek de zamanımızda çok fazla. Nasıl ayırt edilecek?

Hiç zor değil.

Îman şahsiyeti Kur’ânî ve Peygamberî olan her mü’min;

Sadece yüzlerine bakılınca bile Allâh’ı ve Peygamber’i hatırlatan canlı bir Kur’ân olanı da tanır, buna mukabil nursuz ve meymenetsiz suratlarına bakılır bakılmaz şeytanı ve isyanı hatırlatan canlı bir düşman olanı da tanır.

Hâsılı;

En karışık ve puslu ortamlarda bile hakkı ve bâtılı da, ayrıca hangi hâl içinde olurlarsa olsunlar onların temsilcilerini de hakkıyla tanıyabilen ârif mü’minlere ne mutlu!

Yâ Rab,

Nasîb eyle!

Âmîn…