GÜNÜMÜZDE KUR’ÂN ve SÜNNET’İ TAHRİF ETMEYE ÇALIŞANLARA REDDİYE!..

YAZAR : Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

Peygamber Efendimiz buyuruyor:

“İnsanlardan öyleleri vardır ki; onlar hayra anahtar, şerre de kilittirler.

Öyleleri de vardır ki; şerre anahtar, hayra kilittirler.” (İbn-i Mâce, Mukaddime, 19)

Bu makale; Kur’ân ve Sünnet’i tahrif etmeye çalışanlara, şerre anahtar ve hayra kilit olanlara cevap olarak kaleme alınmıştır.

Bir düşünelim:

Şahsımıza yahut anne-babamıza vs. bir hakaret edilse, onu reddetmekte bir gevşeklik gösterir miyiz?

“Hangi birini susturacaksın? Hangi birine lâf anlatacaksın?” deyip susar mıyız?

Şahsımızdan, anne-babamızdan daha kıymetli olan varlıklarımıza; dînimize, kitâbımıza, Peygamberimiz’e, mukaddesâtımıza, bu toprağın kıymetli büyüklerine nice zehirli diller uzatılıyor da, maalesef artık cevap vermekten bezmiş bir vaziyete düşebiliyoruz.

Mukaddesâtımıza bu hakaretleri yapanlar, mukavemeti kırmak için başka ağızlar da üretiyorlar.

“–Yahu! Bu sözlerinin ucu küfre çıkar!” derseniz;

“–İşte tekfircisiniz! Radikalsiniz, Işid’siniz, Taliban’sınız!” diyorlar. Böylece sizi susturmaya çalışıyorlar. Fakat kendileri ağız dolusu hakarete devam ediyorlar.

Kimi sessiz kalan kişiler, gayret edip cevap üretenlere karşı;

“–Aslında savunmacı bir dile gerek yok!”

“–O adam cevap vermeye değmez!”

“–Şimdi hiç polemiğe girmeyelim!” diyerek herkesi kendi sessizliğine ve pasifliğine davet ediyor.

Hâlbuki cevap verilmeli!..

Her hâlükârda cevap verilmeli. Çamurun kendisi de izi de silinmeli kadîm duvarlarımızdan. Çamur sadece, gerçek sahibinde, çamuru atan ellerde bulaşık kalmalı.

Reddiyelerin pratik bir faydasını da söyleyelim:

Youtube adlı büyük video sitesini bilirsiniz. Orada mukaddesâtımıza dil uzatılan herhangi bir videoyu tıklayın. Hemen devamında, ekranın çevresinde bu iddiaya verilmiş cevaplar varsa otomatik olarak sıraya girdiğini göreceksiniz. Ebubekir SİFİL, İhsan ŞENOCAK, vb. hocalarımızın bu hususlardaki cevapları hemen diziliveriyor. Böylece iddiayı dinleyenler, verilen cevabı da dinleyebiliyor.

Düşünün orada menfî iddia ve iftira hakkında 8-10 video varken; reddiye ve cevap kabîlinden sadece 1-2 video olunca, vaziyetten habersiz kişilerin zihin terazileri meseleyi nasıl tartar?

Hâl böyle olduğu hâlde cevaptan, reddiyeden erinmek doğru değil.

Keşke ne bu iftiralar olsaydı ne de cevap verilseydi, kimsenin hiçbir şekilde aklı karışmasaydı diye düşünebilirsiniz. Fakat çamur varsa temizlik olmalı. Kirletenler varsa temizleyenler olmalı. Mikrop varsa, dezenfektan olmalı.

Ya olmazsa… Ya cevap verilmezse?

Medyada duyarsınız, birisi bir kişi hakkında bir iddia ortaya atar ve şöyle der:

“Şu tarihte de bu iddia dile getirildi, bugüne kadar da tekzip edilmedi!..”

Demek ki cevapsızlığı ve sessizliği, kabulleniş olarak görenler var. Öyleyse mutlaka cevaplanmalı!

Rabbimiz; Kur’ân-ı Azîmüşşan’da, Kendisine, peygamberlerine, kitâbına atılan iftiralara bir bir cevap veriyor. İlzam ediyor, susturuyor. Kıyâmete kadar da bizlere o cevapları tekrar ettiriyor.1

Bu girizgâhtan sonra neredeyse her sayfası birer sayfa reddiye isteyen bir kitaba sözü getirmek istiyorum:

İlhami GÜLER’in; «Kur’ân, Tasavvuf ve Seküler Dünyanın Yorumu» başlıklı kitabı…

İlhami GÜLER, Ankara İlâhiyat hocalarından. Tarihselci bir ilâhiyatçı. Sivri ve alaycı diliyle; “Kur’ân’da değiştirilmesi gereken bir kıssa var!” dediği videosu halkımızda infial uyandırmıştı.

Tarihselciliğin ne olduğunu kendi satırlarından ifade edelim:

“Bir konuşma ve söylev/mdeki metafizik ve ahlâkî bildirimler, tavsiyeler muhatap kitleyi zamansal olarak aşabilir; ancak ondaki siyâsî, hukûkî ve iktisâdî direktifler, tavsiyeler ve emirler, o toplumun somut yaşam formlarını kolay kolay aşamaz. O; tarih, atmosfer, kültür ve coğrafya ile sınırlanır. Kur’an böyle bir söylemdir. Hatibin «Tanrı» olması hasebi ile bunun değişmeyeceği inancı, bazı mü’minlerin teolojik, dogmatik bir yanılsamasıdır.” (s. 77)

Neymiş? Kur’ân tarih ve coğrafya ile sınırlıymış.

“Vahyin inişindeki tedrîcîliği kabul edenler -içkinin yasaklanmasında olduğu gibi- kaldırılması yönünde ilk adımın -örneğin kadın ve kölelik konularında- Kur’ân tarafından atılıp, atılması gereken diğer adımların tarihe/mü’minlere bırakıldığını neden kabul etmiyorlar? Bu adımları atamayanlar, sahtekârlık yaparak Tanrı’nın atılması gereken bütün ve son adımı attığını iddia eder: “Mevrid-i nassda içtihâda mesağ yoktur.” (s. 74)

Kur’ân-ı Kerim’de;

“…Bugün size dîninizi tamamladım…” (el-Mâide, 3) âyeti ortada dururken,

Peygamberimiz kıyâmete kadar, dalâlete düşmemenin yolunu Kitap ve Sünnet’e sarılmak olarak ilân etmişken;

Tarihin, Kur’ân’daki -hâşâ- «geri» ahkâmı «geliştirmesi»ni ileri sürmek. İşte tarihselcilik!..

Kur’ân’a -hâşâ- «çöl kanunu» diyen lâikçi yobazlardan ne farkları var? Hiç!..

Zaten Tarihselciler 28 Şubat aktörlerinin akıl hocalığını da yaptılar, tarihteki dedeleri Mûtezile gibi en büyük darbeyi de bu hâinâne siyâsî tercihlerinden yediler.

Görüleceği üzere bir tarihselci için, Kur’ân’daki ahkâmın, emir ve tâlimatların günümüzde hiçbir değeri yoktur.

Peki boşluğu kim, neyle dolduracak?

Cevapları hazır:

Tarihselci dolduracak, aklıyla dolduracak. Yani hevâsıyla, hevesiyle, felsefesiyle…

Güler bunu saklamıyor:

“Kur’ân’ın mesajı ve Hz. Muhammed’in sünneti yedinci yüzyılın Arap Yarımadası’nın zihinsel-kültürel rûhu, çapı, kabiliyeti ve kapasitesi içinde vukû bulmuştur. Modern bilincin ölçü alınması doğru olmadığı gibi, Kur’ân ve sünnetin dogmatik olarak [nasslar hâlinde] mîyar/mizan, ölçü alınması da doğru değildir. Doğru olan, diyalektik/diyalojik olarak, yaratıcı ve yorumlayıcı olarak kaynaklara gitmek ve oradan buraya gelmektir.” (s. 66)

Evet «yaratıcı olarak» diyor. Din yaratmaktan bahsediyor.

Çünkü tarihselciye göre İslâm’a Araplık sızmıştır ve evrensel bir İslâm yaratmak için bu unsurların «temizlenmesi» gerekir:

“Arap’ın «rûhu» Kur’ân aracılığı ile; kültürü ve davranışı ise «sünnet-icmâ» aracılığı ile İslâm’a doğal olarak sızmıştır. Bugün «Evrensel» bir İslam yaratılacak ise; Din Psikolojisi, Din Antropolojisi, Din Sosyolojisi, Felsefe ve Teoloji, Dinler Tarihi’nin, bu sızmaları göz önünde bulundurması gerekir.” (s. 72)

“Neden bugün bizden Arapların kıssasını (Kur’ân ve sünneti) bütünü ile taklit etmemiz isteniyor?” (s. 68)

“O [Kur’ân], Allâh’ın insan aklı, insan aracılığı (Hz. Muhammed) ve insan dili (Arapça) ile insana (Araplara) hitabıdır.” (s. 68)

Tarihselcilerin bu anlayışı ve bu teklifleri, elbette bir müslümanın tüylerini diken diken edecektir. Fakat İlhami GÜLER kızıyor bu tepkiye ve hakaretlerine başlıyor:

“…vahyin inişinden 1400 sene geçmesine rağmen, Allâh’ın ve Peygamber’in sözünden bir milim çıkmaya cesaret edemeyen çocuk ruhlu müslümanlar…” (s. 71)

Bunun bir cesaretsizlik değil, haddini bilmek ve Hudûdullâh’a riâyet etmek şeklinde bir Kur’ânî esas olduğunu kime söylemeli, kime dinletmeli?

“Dindar insanlar, en son dînin bundan 1400 sene önce kurulduğunu (İslâm), dinsel kurumların ve kavramların zamanın çürütücülüğüne, karartıcılığına, kirlendiriciliğine, eskitilmesine maruz kalabileceğini düşünememekteler. Tecdid, reform, ıslah ve temizleme, onlara bid’at, bozma, tahrif olarak görünmektedir.” (s. 87)

Dindar insanlar elbette «tecdid ve ıslah»ın ne olduğunu bilir ve bunu kendilerine, kendi anlayış ve tatbikatlarına uygularlar. Dinlerine, dînin sâbitelerine reform yapılmasına ise şiddetle karşı dururlar. Çünkü bu, Hıristiyanlığın, Yahudiliğin uğradığı tahrif yolunun ta kendisidir.

Peki, ehl-i sünnet ve’l-cemaat anlayışını muhafaza eden ve ümmeti; tarihselcilik, sünnet düşmanlığı ve mezhep düşmanlığı gibi modernist sapkınlıklara karşı en çok ikaz edenler kimlerdir?

Dindar, mutasavvıf müslümanlar. Onların vaaz ve irşadları, neşriyatları, destek oldukları eğitim merkezleri, kurslar, yurtlar vs. bu fitne cereyanlarının yayılmasının önündeki en kuvvetli engellerdir.

Bu sebeple İlhami GÜLER’in hakaretlerinden en çok nasibi onlar alıyor. Sûfîlere ağız dolusu sövüyor. Sokak ağzı, rezil, çirkin ifadeler birbirini kovalıyor.

Bu edepsizliği, meşrebine verelim… Fakat şurası çok câlib-i dikkat ki, tasavvufla uğraşayım derken kendisini unutuyor:

İlhami GÜLER; tasavvufa saldırırken, kendisinin bir tarihselci olduğunu dahî unutuyor. Sanki şeriatperver bir âlim imiş gibi, şeriatten taviz verdiğini iddia eden sûfîlere çatıyor. Öylesine hızını alamıyor ki, İbn-i Teymiyye gibi, bazı mutasavvıflara mesafeli olan âlimleri bile övüyor, referans gösteriyor. (s. 14) Sırf evliyayı ta’n edebilmek için;

“Peygamberlerin gerçek vârisleri, fakihlerdir, kelâm âlimleridir, muhaddislerdir, evliyâ değil.” diyebiliyor. Hâlbuki bu âlimler hakkındaki gerçek görüşü şöyle:

“Din adamı ve teologların çoğunun ahlâksız olmasının nedeni, onların Tanrı adına konuşmakla ahlâkî vazifelerini icra/îfâ ettiklerini sanmalarıdır.” (s. 118)

Ona göre; Kelâm, kuru akılcılıktır, Fıkıh, şekilciliktir. (s. 107)

Yine yukarıda görüşlerini gösterdiğimiz üzere, kendisi Kitap ve Sünnet’e bağlı kalmamamızı, dîni aklımızla yeniden yaratmamız gerektiğini savunuyor.

Fakat Güler bunu unutuyor; tasavvufu, «sırât-ı müstakîm»den ayrılmak, yolsuzluk, dînin içinde din uydurmak gibi akla zarar suçlamalarla suçluyor.

Ona göre mutasavvıfların müsamahası suç, muhabbeti suç, vecdi suç, istiğrâkı suç… Her şeyleri suç…

Evvelâ;

Güler, tasavvuf adı altında bir suçlu ilân edip, kendisi yargılayıp, kendisi yaftalayıp, kendisi idam etmeye kalkıyor. Ona göre tasavvuf, panteizm, ilkel paganizm (s. 31), Hind, Hermes, Platon rûhudur. (s. 15) Ona evvelâ; «Hangi tasavvuf?» diye sormak hakkımızdır.

Tasavvuf hareketleri içinde, bizzat mutasavvıfların tenkit ettiği fırkalaşmalar, haddi aşmalar olmuştur. Bunlar Tasavvuf Tarihi’nden ziyade Mezhepler Tarihi’nin mevzuudur. Fakat Güler, bunları genelleştirip, hepsini Tasavvuf’a mâl ediyor.

Meselâ s. 15’te iddia ettiği üzere; hangi tasavvufçu Mesnevî ve Fütuhât’ı daha gelişkin ve ileri, Kur’ân ve Sünnet’i primitif ve kaba buluyor? Kim?

“Ben Kur’ân’ın kölesiyim!” diyen Mevlânâ Hazretleri mi? Hâşâ!.. Bir isim, bir misal, bir dipnot hak etmiyor mu, bu iddia ve isnat?

Yine s. 17’de sûfîlerin gayba muttalî olduklarını iddia ettikleri iddia ediliyor. Kimin böyle mutlak bir gaybı bilme iddiası var? İsim? Dipnot?

Bunlar gibi sayısız havaya atılmış yumruk var.

İkinci olarak;

Kitabın aktüel meselelere temas ettiği açık. Günümüz Türkiye’sinde tasavvuf ve tarîkatlerin en geniş çaplı temsilcileri Nakşî-Hâlidî çizgidir. Bu çizginin vahdet-i vücud nazariyesini benimsemediği malûm. Şeriat, Kur’ân ve Sünnet’ten taviz vermediği müsellem. O hâlde, Güler, vahdet-i vücud sapıklığı, panteizm, şeriatın üstüne çıkmak, alternatif din, şu, bu diyerek kime sataşıp duruyor?

Kaldı ki vahdet-i vücud da panteizmin mukabili değildir. Osmanlı medeniyetinde yüzlerce temsilcisinin en güzel şekilde îzah ettikleri bir âlem anlayışı tecrübesidir.

Sûfîleri; cihâdı terk etmek, aylaklık, âvârelik, mâlâyânîlik ve yalakalık ile suçlayan satırlarını kimden bahsediyor olarak alabiliriz ki?

Fütüvvet ve ribâttan mı başlayalım, Yeniçeri Ocağı’nın Hacı Bektâş-ı Velî himmetiyle asırlarca zaferden zafere koşmasını mı analım, Millî Mücadele’ye destek olan Özbekler Tekkesi’ni mi zikredelim? Senûsîlerin Kuzey Afrika’daki mukavemet ve direnişlerini mi hatırlatalım? Yoksa Kafkasya’daki direnişin zeminindeki Nakşî rûhu mu söyleyelim?2

Üçüncü olarak;

Kitap boyunca, muhafazakârları ve dindarları, dînin ahlâk boyutunu ihmal etmekle suçlayan Güler; kendisini savunma imkânı bulunmayan merhum mutasavvıflara, böyle edepsiz bir dille, belden aşağıya vurmasını hangi ahlâkla îzah edebilir?

Paparazzi ağzıyla; «Şems ile Mevlânâ arasındaki ilişkide de erotizmden bahsedenler var.» diye yazmak hangi Kur’ânî ahlâktan besleniyor? Kur’ân’ın; «Fâsıkların getirdiği haberi araştırma emri» de mi tarihsel? Zandan kaçınma, tecessüste bulunmama, ahlâksızlığı yaymaktan uzak durma tâlimatları da mı tarihsel? Yoksa bunlar da Arap ahlâkı filân mı?

Kur’ân-ı Kerim, sayısız âyet-i kerîmesinde; alaycılığı bir münkir ve münafık huyu olarak ortaya koyar. Fahşâyı ise yasaklar. İlhami GÜLER; kitap boyunca sürdürdüğü alaycı ve terbiyesiz dili, hangi ahlâkî zemine oturtuyor acaba?

Dördüncü olarak;

Aşk mefhumunun kendisini haram (s. 25) ve kandırmaca (s. 170) gören Güler’in, ilâhî aşkı anlamasını beklemek mümkün müdür?

Mecaz hakikatten beslenir. Hakikati reddeden kişi, onun üzerine bina edilen mecâzı nasıl idrâk edebilir? Bu anlayışsızlık yüzünden, Güler; tasavvufta dile getirilen ilâhî aşka, çok çirkin benzetmelerle saldırmaktadır:

“Tanrıyla ensest ilişki, Tanrı ile senli benli lâubâlîlik, kucağına çıkmak, Tanrı ile balayı…”

İlâhî aşkı anlayamama problemi, günümüz katı selefîlerinde de sıklıkla görülür. Kendilerini tenkit edenleri derhâl Işid vs. diye suçlama temâyülündeki tarihselciler, garip bir şekilde anlayışsızlıkta selefî çizgi ile birleşmektedirler.

İlhami GÜLER; tasavvuftaki muhabbetullah anlayışına karşı, İslâm’da Allah-Kul münasebetinin sadece îman ve ibâdet çerçevesindeki saygıdan ibaret olduğunu ileri sürüyor. Sanırsınız ki, Kur’ân’da Allâh’ı sevmek ve Allâh’ın kullarını sevmesi diye bir mefhum yok!

Bilâkis «Allah sevgisi» bir Kur’ân mefhumudur:

“Mü’minler Allâh’ı çok ziyade severler.” (el-Bakara, 165)

“Allah onları, onlar da Allâh’ı severler.” (el-Mâide, 54)

Allah Teâlâ; mü’minleri, ihsan sahiplerini, müttakîleri, temizlenenleri, tevbekârları, sabredenleri, adâletli olanları, kendisine tevekkül edenleri, yolunda omuz omuza cihad edenleri sever.

Cenâb-ı Hakk’ın sıfatları arasında, sevgi veya diğer cemâlî sıfatların galip olması; yine Kur’ân ve Sünnet temellidir. Cenâb-ı Hak; “Zâtına merhameti yazdığını / prensip edindiğini” bildirmiş (el-En‘âm, 12); “Rahmetinin her şeyi kuşattığını” (el-A‘râf, 156) beyan buyurmuştur. Kudsî hadîs-i şerifte ise; “Rahmetim gazabımı geçti.” buyurulur. (Buhârî, Tevhîd, 55)

Dolayısıyla Güler’in iddia ettiği üzere; adâlet-merhamet, gazap-sevgi, ceza-af ikilemi arasında sûfîlerin hep ikinciyi seçtikleri ve bunun vazifeden kaytarmak olduğu iddiaları (s. 32) temelsizdir.

Yine Güler’e göre; Kur’ân, îman-küfür, cennet-cehennem gibi bölücü bir dil kullanırmış (bölücü tabiri kendisine ait), fakat tasavvuf birleştiriyormuş.

Tasavvufun birleştiriciliği, gönülleri fethetmek için hidâyet ve rahmet üslûbudur. Günahkâra değil, günaha düşman olmaktır. Kâfirde mü’min potansiyelini görmek ve ona el uzatmaktır.

Bu da Tasavvuf’un icad ettiği bir şey değildir. İslâm davetinin ana prensibidir. Bedir gibi cihadlar esnasında dahî Hazret-i Peygamber; düşmanına su ikram etmiş, sahâbe, müşrik esirlerini bineklerine bindirmiştir.

Ana siyaset olarak da Hudeybiye’den itibaren Kur’ân’ın ve Hazret-i Peygamber’in de tatbik ettiği bir yaklaşımdır. Osmanlı da fethettiği topraklarda aynı şer‘î siyaseti takip etmiş ve nasipli milletlerin îmanla müşerref olmasına vesile olmuştur.

Beşinci olarak;

Tasavvufî yaklaşımda aklın, vahyin himayesi ve muhtevâsı altında tutulması esastır. Onların ne kadar haklı olduğuna ise, Güler gibi akılcı ilâhiyatçılardan her birinin diğerini nakz eden türlü hezeyanları şahit olarak yeter.

Lâkin tasavvuf, aklı reddetmez. Hele şer‘î aklın (fıkıh, kelâm) işine hiç karışmaz. Sadece aklı aşan hususlarda teslîmiyet gösterir.

Aslında bu tavır, ahlâkî bir duruştur. Meselâ kader sırrında akılla devam etmeye kalkan kişi, akıl zannettiği bir duygusallıkla, Allâh’ı suçlamaya, haset, itiraz ve isyan gibi duygulara savrulmaya başlar. Buna, İlhami GÜLER’in şu satırlarını misal verelim:

“Tanrı; yoğunlaşmış mutlak güç olarak tasavvur edilirse, insan ile ilişkisinde ahlâk ve hukuka riâyet etmez ise insanı felç edebilir. Dindarların çoğunun meflûç oluşları bundandır.” (s. 118)

Bu spotun başlığı olan «Tanrı’nın Tehlikesi» aynı zamanda yazarın bir kitabının adı. Evet, akıl öyle haddini aşıyor, öyle küstahlaşıyor ki, Tanrı’ya tanrılık öğretiyor.

Hâlbuki dînimiz; teslîmiyet, rızâ ve gönül hoşnutluğu istemektedir:

“De ki: Allâh’ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez. O bizim mevlâmızdır. Onun için mü’minler yalnız Allâh’a dayanıp güvensinler.”
(et-Tevbe, 51)

Lâkin Güler; büyük sûfîlerin aklı peynir ekmekle yemeye, onu terk etmeye, ondan kurtulmaya, hâsılı mecnunluğa, deliliğe, sarhoşluğa çağırdığını iddia ediyor. (s. 14) Tasavvuf aklın iptalidir, diyor. (s. 18)

Tasavvuf, eğer «böyle bir sözde akl»ın iptali ise, biz dünden râzıyız. Keşke Güler de, kendisine böyle hezeyanlar savurtan sözde «akl»ı iptal edebilse…

Güler’in kitabının tek mevzuu tasavvuf değil. İlerleyen sayfalarda siyaset, ekonomi, toplum üzerine daha birçok “özlü değiniler” (!) var. Bunlarda da bâriz bir sakatlık, bizi şaşırtmıyor:

Aşağılık kompleksi!..

Şu başlık yetmez mi:

“İslâm Dünyası Neden Namert?” (s. 106)

Yahut şu satırlardaki aşağılık kompleksine bakın:

“Toplum, bireylerin itibarlı ve iyi yaşamak için girişilmiş bir yarış ve rekabet ortamıdır. Doğu’da bu yarış ve rekabet pusu, puştluk, dek (hile, düzen), dubara, (oyun, düzen), dolap çevirmek, kumpas ve kurnazlık veya salt güç ile yapılır; insan hakları ve hukuk devletine bağlı Batı toplumlarında ise, eşit, açık, kurallara bağlı olarak gerçekleşiyor (Düello, Challenge.)” (s. 158)

Yine tarihî cehâlet ve kompleks:

“Selçuklu ve Osmanlı medreselerinde eğitim ve öğretim birinci şekilde (metin okuma esaslı) yapılıyordu. Bundan dolayı da top dökmeyi 15. yüzyılda Macarlardan öğrendikleri hâlde, 20. yüzyıla kadar bir tüfek bile «îcat» etmediler.” (s. 138)

Bu sebeple mi 16. asra Türk asrı dendi? Bu sebeple mi Osmanlı tâ 18. asra kadar ciddî bir mağlûbiyet görmedi? Açe’den, Babür’den gelip Osmanlı silâh gücü hususunda yardım talepleri acaba nedendi?3

Başta hükmümüzü belirtmiştik:

Bu kitabın her sayfasına birer yazıyla reddiye gerek. Kitabın anlayışına, üslûbuna bilhassa Tasavvuf’a ve sûfîlere saldırılarına geniş açıdan tenkitlerimizi sıraladık.

Bir tane de teknik misal verelim:

Güler, tarihsel kafaya delil olsun diye birkaç kez şu ifadeyi övücü olarak kullanıyor:

“«Kur’ân’dan sadece Asr Sûresi bize yeter» diyebilen sahâbe ile altı bin küsur ayet ve bir o kadar da hadis ile de yetinemeyen «müslüman»ı eşitlemek ayıptır. «Sözün bütünü aptala söylenir.»” (s. 63)4

“Neresini düzeltelim” fıkrasını hatırlayarak sıralayalım:

1. Bu söz bir sahâbîye ait değil.

2. Bu söz, İmâm-ı Şâfiî’ye nisbet edilmişse de eserlerinde geçmiyor. Kaynak problemi var.5 Sözün şu şekildeki nakilleri ise, Güler’in bu sözden sağmaya çalıştığı mânâyı bertaraf etmekte:

“İnsanlar Asr Sûresi’ni hakkıyla tefekkür ve tedebbür etseler, bu onlara kâfî gelir.” (İbn-i Kesîr, Tefsîr, Asr Sûresi)

3. İmam-ı Şâfiî’ye nisbet edilen sözü, kendisinden doğru olarak nakledilmiş olarak kabul etsek dahî, o söz, Güler’in aktardığı gibi değil, şöyledir:

“Allah, sadece Asr Sûresi’ni indirseydi, insanlara yeterdi.”

«Lev» edatıyla yani faraziye kalıbıyla kurulmuş bu cümlenin; Asr Sûresi’nin mânâ derinliğini ve Kur’ân mevzularını şâmil, özlü bir sûre olduğunu, mübalâğa sanatıyla anlatmaktan başka bir gayesinin olmadığı açıktır.

Hâlbuki Güler, bu sözü bir «sahâbî»(!)nin;

“Elimizde bir Asr Sûresi olsa yeter. Gerisini biz hallederiz! Başka âyetlere, sünnetlere, icmâlara ihtiyacımız yok!” şeklinde söylediğini ileri sürmüş oluyor.

4. Güler’in mensubu bulunduğu Ankara Ekolü, İmam-ı Şâfiî’den «Sünnî Paradigmanın Oluşturulması»ndaki rolü sebebiyle âdeta nefret ederler.6 (Bkz. S. 115) Sapıklıklarına delil diye bula bula İmâm-ı Şâfiî’nin Asr Sûresi’nin mesajına dikkat çekmek için söylemiş olduğu bir cümleyi bulabilmeleri acınası bir hâldir.

Dînimizi müdafaa nâmına konuşacak, sâbitelerimizi hatırlatacak, hakaretleri susturacak;

“Bu cehâletle, bu dalâletle nasıl ilâhiyatta hoca olunur?” diye müeyyideler uygulayacak bir resmî müessese yahut bu çağrıları yapacak kuvvetli bir sivil heyet maalesef yok.

Bu yokluğun verdiği cesaret, ruh hastası tipleri her türlü hezeyanla ortaya döküyor.

Tenkit ettiğimiz yazarın tezatlarla dolu ruh hâlini ifade eden son bir paragrafıyla, yazımıza son vermek istiyorum:

“Dil uzatılmayacak kişiler/otoriteler oluşturmak, bir toplumu çürütür/çökertir. İftira ve hakaret etmeden, hak ettiği saygıyı göstermekten çekinmeden herkese dil uzatılabilmelidir.” (s. 194)

Rabbimiz, Peygamber Efendimiz’in buyruğunca; sağa sola yalpalamayan, istikametli âlimlerin yolundan bizleri ayırmasın.

Şerre anahtar ve hayra kilit olan dalâlet ehlinden, zihinlerimizi ve kalplerimizi, bizleri ve nesillerimizi muhafaza buyursun.

______________________

1 Birkaç misal: el-Bakara, 116; Âl-i İmrân, 181; el-Mâide, 64; en-Nahl, 103; el-İsrâ, 42; el-Ahkāf, 8; et-Tûr, 29-34…
2 https://www.yuzaki.com/2014/12/maneviyatin-destegindeki-siyasi-ve-ilmi-direnis/
3 16. asırda devletin dışında özel sektörün dahî Anadolu’da tüfek imalâtı vardı. Mücteba İLGÜREL; “Osmanlı İmparatorluğunda Ateşli Silâhların Yayılışı” http://dergipark.gov.tr/download/article-file/101819
4 Süleyman Hayri BOLAY’ın tarihselcilere yönelttiği tenkide (https://bit.ly/2vUIfbi) cevabın başında da İlhami GÜLER, aynı sözü bu kez şöyle çarpıtarak kullanıyor:
“«Farz-ı muhal, Kur’ân yok olsa; sadece Asr Sûresi kalsa, bize yeter.» diyebilen bir mü’minin vicdanı ve özgüveni ile âyetlerin altını kuyuya-maden ocağına çevirip oradan sürekli anlam «istinbat/istihraç/istismar» eden ulemânın hâlini mukayese etmek gerekir.” https://bit.ly/2MwhLUL
5 Sözün kaynağı hakkında bir tartışma için: https://bit.ly/2KFk4Tv
6 Müsellem sitesindeki bir makale için: https://bit.ly/2KEEI6r