Sâlih Amel ve Hâlis Niyet

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

VESİLE ARAYIN!

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Ey îmân edenler! Allâh’tan ittikā edin (takvâlı olun) ve herkes yarına ne hazırladığına baksın…” (el-Haşr, 18)

Yine âyet-i kerîmede buyurulur:

“Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve O’na yaklaşmaya vesile arayın!..” (el-Mâide, 35)

Bizi bekleyen geleceğin tehlikelerine hazırlık ve vesile aramak…

İnsanlar dünya hayatında da gelecekleri için hazırlanırlar. Para biriktirirler; tahsil yaparlar; meslek sahibi olurlar; aile, teşkilât vb. içtimâî çevreler edinirler. Lâkin âhirete hazırlık böyle değildir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Sizi huzûrumuza yaklaştıracak olan ne mallarınızdır ne de evlâtlarınız. Îmân edip iyi amelde bulunanlar müstesnâ; onlara yaptıklarının kat kat fazlası mükâfat vardır. Onlar (cennet) odalarında güven içindedirler.” (Sebe’, 37)

Bu ve sayısız âyet-i kerîmede; âhirette geçer akçenin, mü’min olarak edâ edilen sâlih ameller olduğu bildirilmiştir. Bir mü’min, son nefese kadar; yakîn olan ölüm gelip çatıncaya kadar; âhirete hazırlanmalıdır. Zor zamanlarda tevessül edebileceği, yani kurtarıcı bir vesile olarak, Hak katına arz edebileceği sâlih ameller, fedâkârâne hizmetler ve samimî ahlâkî davranışlar biriktirmelidir.

Şu hadîs-i şerif, zor zamanlarda sâlih amellerin ve ihlâslı fedâkârlıkların nasıl imdâda yetiştiğinin en güzel şahididir:

“Geçmiş ümmetlerden, yolculuğa çıkan üç arkadaş vardır. Yolculuk esnasında yağmura yakalanan üç arkadaş, geceyi geçirmek için bir mağaraya girerler. Derken dağdan büyükçe bir kaya parçası düşer ve mağaranın girişini kapatır. Ne kadar gayret etseler de kendi güçleriyle onu kımıldatamazlar. Sanki canlı canlı kabre konulmuş gibi olurlar.

Bunun üzerine birbirlerine derler ki:

«–Sâlih amellerimizle Allâh’a duâ etmekten başka çaremiz yoktur; bizi buradan, Allah’tan başka hiç kimse kurtaramaz.»

Onlardan biri, ana-babasına olan itaatini ve hürmetini anlatır. Bu kişi; yıllarca anne ve babasına ikramda bulunmadan evlâtlarını dahî doyurmamış, bunu da yalnızca Allah rızâsı için yapmıştır. Bu amelini arz ederek, mağaradan kurtulmaya vesile kılar. Kaya biraz yerinden oynar, fakat mağaradan çıkılacak gibi değildir.

İkinci kişi; Allah korkusunu, hayâ ve iffetini vesile kılar. Gönlünün meylettiği amca kızı, fakirlik ve açlık sebebiyle, arzusuna râm olacakken; «Allah’tan kork!» îkāzında bulunmuştur. Bu kişi de; sadece bu îkāz ile ürpererek, nefsini dizginlemiş ve Hazret-i Yûsuf gibi, Allâh’a sığınarak, şehvetin girdabına düşmekten son anda kurtulmuştur. O da bu amelini arz ederek, mağaradan kurtulmaya vesile olarak kabulünü niyaz eder. Kaya biraz daha aralanır, ama yine çıkılacak gibi değildir.

Üçüncüsü de, kul hakkına olan riâyetini anlatır: Sürülere sahip bu kişinin, çalışanlarından biri, maaşını almadan ayrılır ve ortadan kaybolur. Bu kişi, elinde emânet kalan bu parayı sadece muhafaza etmez, aynı zamanda onu kendi parasını işlettiği gibi işletir. Uzun bir müddet sonra gelen işçisine; «Şu sürü senin!» der. Bu zât da, kardeşini üstün tutan fedâkârlığı Allâh’a arz eder ve mağaradan kurtulmaları için vesile olarak takdim eder. Allâh’a yalvarır. Bunun üzerine kaya, mağaranın ağzından tamamen kayar ve dışarı çıkarlar.” (Bkz. Buhârî, Edeb, 5, Enbiyâ, 53; Zikir, 100)

CENNET YOLU

Her birimiz ukbâ yolcularıyız. Arzumuz cennet ve Cemâl’e vâsıl olmaktır. Lâkin yolumuzun üzerinde sayısız mânia ve tehlike vardır. Mîzan vardır, Sırat vardır, Mahkeme-i
Kübrâ vardır. En küçük kusurumuzun bile yazıldığı kayıtlarla yüzleşmek vardır. Her türlü kul hakkı için murâfaa / duruşma vardır. Yûnus Emre Hazretleri’nin tarifiyle;

Bu yol uzaktır,
Menzili çoktur,
Geçidi yoktur,
Derin sular var…

O zorlu yolculuk için, heybemizde neler var?

Hangi fedâkârlıkları biriktirdik?

“Yâ Rabbî! Beni Sırat’tan ateşe düşmekten kurtar, ben Sen’in rızân için şu ameli işledim!” diyebileceğimiz ne hazırlıklarımız var?

Yoksa oraya sâlih ameller bir tarafa, sadece suç mu götürüyoruz?

Tâhirü’l-Mevlevî mahviyet ve acziyet içinde şöyle niyâz eder:

Eli boş gidilmez gidilen yere,
Boş gelmedim yâ Rab ben suç getirdim!
Dağlar çekemezken o ağır yükü,
İki kat sırtımla çok güç getirdim!

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Cenâb-ı Hakk’ı dost edinmek istersen; şunu iyi bil ki, dostların yanına eli boş gidilmez. Dostların yanına eli boş gitmek, değirmene buğdaysız gitmeye benzer. Cenâb-ı Hak mahşer gününde kullarına;

«–Kıyâmet günü için ne hediye getirdiniz?» diye soracak ve ardından şöyle buyuracak:

«–Sizi ilk yarattığımızda dünyaya eli boş vardığınız gibi, şimdi de eli boş, azıksız olarak, tek başınıza ve muhtaç bir hâlde huzûruma geldiniz. Haydi söyleyin, kıyâmet günü için ne hediye getirdiniz? Yoksa sizde dünyadan âhirete dönmek ve Allâh’ın huzûruna çıkmak ümidi yok muydu? Kur’ân’ın kıyâmet hakkındaki haberleri, size boş mu görünmüştü?»

Ey ahsen-i takvîm, yani en güzel vasıfta yaratılan insan! Hakk’ın kapısına böyle boş bir gönülle nasıl ayak atıyorsun?

Bu fânî âlemde azıcık olsun uykuyu, yemeyi-içmeyi azalt da Cenâb-ı Hak ile buluşacağın zaman için bir hediye (tertemiz bir gönül yani kalb-i selîm) hazırla!”

Çünkü;

Cenâb-ı Hak; bizden, rafine olmuş, tertemiz, selîm bir kalp ister.

NİYETLER ÇOK MÜHİM

Amellere gerçek kıymet veren, onların niyetleridir. Hadîs-i şerifte;

“Ameller niyetlere göre değerlendirilir / kıymet kazanır.” (Buhârî, Îmân, 41; Müslim, İmâre, 155) buyurulmuştur.

Yine hadîs-i şerifte;

“Allah, sizin sûretlerinize (dış görüntünüze) ve mallarınıza bakmaz! Fakat sizin (ihlâs ve takvâ bakımından) kalplerinize ve amellerinize bakar.” (Müslim, Birr, 34)

Yani amelleri kıymetlendiren; kalpteki ihlâstır, niyetteki samimiyettir.

Nitekim;

•Medine’ye hicret edenler Allah ve Rasûlü için hicret ettiler. Fakat bir kişi, evlenmek istediği bir kadının şart koşması sebebiyle Medine’ye göçtü. O kişi, hicret sevabından mahrum kaldı.

•Uhud Harbi’nde, müslümanların safında fakat sadece kabîlesinin şânı için savaşan ve ölen münafık Kuzman, cehennemlik oldu.

•Ardından gelen eziyet verici sözler ve başa kakmalar, bir infâkı iptal eder.

•Riyâ ve süm‘a (fânî insanlar görsün, duysun, konuşsun düşüncesi) ibâdetlerin kabulüne mâni olduğu gibi, Allah muhafaza insanı gizli bir tür şirke düşürür.

•Kalpteki hased, sâlih amelleri odunun ateşi yiyip bitirdiği gibi tüketir.

•Mâlî ibâdetlerde kazanç helâl değilse ibâdet iptal olur. Haram parayla hacca giden kişi, zâhiren ibâdetleri tamamlasa dahî ona; «Lâ lebbeyk!» denir.

•Niyet kötü olunca, bir mescidin adı Dırar (zarar verici fesat yuvası) olmuştur ve yıkılmaya mahkûm olmuştur.

•Niyet kötü olunca ilim, faydasız ilme dönüşür. Allah’tan uzaklaştırır.

Hazret-i Mevlânâ böyle bâtınî ârızaları, suyun içindeki dikenlere benzetir.

“Yıkanmak için dereye girersen, su içindeki dikenin sana zararı dokunur.

Her ne kadar, diken, aşağılarda suyun dibinde gizlenmiştir, görülmemektedir. Ama batınca, suda diken olduğunu anlarsın.

İçimize doğan, bizi rahatsız eden şeytânî düşünceler, hayaller, vesveseler kalbimize batan, görünmez dikenlerdir. Bu dikenler, bir kişiden değil, binlerce kişiden gelip kalbimize batmaktadır.”

Hazret-i Mevlânâ sâlih amellerde zâhirde kalmamamız husûsunda îkāzen şöyle der:

“Keçinin gölgesini kurban etme!..”

Fakat kalpteki niyet hâlis olursa, ameldeki haberdar olunmayan kusurları bile ıslah eder.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- anlatır:

HÂLİS NİYET DÖNÜŞTÜRÜR

“Vaktiyle bir adam;

«–Ben mutlaka bir sadaka vereceğim.» dedi.

Geceleyin evinden sadakasını alıp çıktı ve onu bilmeden bir hırsızın eline tutuşturdu. Ertesi gün belde halkı;

«–(Hayret!) Bu gece bir hırsıza sadaka verilmiş!» diye konuşmaya başladı.

Adam;

«–Allâh’ım! Sana hamdolsun. Ben bugün de bir sadaka vereceğim.» dedi.

Yine sadakasını alarak evinden çıktı ve onu (bu sefer de bilmeden) bir fâhişenin eline tutuşturdu. Ertesi gün halk;

«–(Olur şey değil!) Bu gece bir fâhişeye sadaka verilmiş!» diye konuşmaya başladı. Adam;

«–Allâh’ım! Bir fâhişeye (de olsa) sadaka verdiğim için Sana hamd olsun. Ben mutlaka yine sadaka vereceğim.» dedi.

(O gece, yine) sadakasını alıp evinden çıktı ve onu (bu defa da bilmeden) bir zenginin eline tutuşturdu. Ertesi gün halk;

«–(Bu ne iştir!) Bu gece de bir zengine sadaka verilmiş!» diye (hayretle) söylenmeye başladı.

Adam;

«–Allâh’ım! Hırsıza, fâhişeye ve zengine (de olsa) sadaka verebildiğim için Sana hamd olsun.» dedi.

(Bu ihlâsı sebebiyle) uykusunda o adama;

«–Hırsıza verdiğin sadaka, belki onu yaptığı hırsızlıktan utandırıp vazgeçirecektir. Fâhişe, belki yaptığından pişman olup iffetli bir kadın olacaktır. Zengin de belki bundan ibret alıp Allâh’ın kendisine verdiği maldan muhtaçlara dağıtacaktır.» denildi.” (Buhârî, Zekât, 14)

Sadaka vermeye azmeden, gönlündeki hâlisâne ve samimî niyetle tasaddukta bulunan kişi; zâhiren verilmemesi gereken yerlere verdiği hâlde, Allah onu isabet ettirmiştir.

Bu hikmet ve hakikatin bir benzerini de, Sâmi Efendi -kuddise sirruhû- Hazretleri’nin şu hâtırasında görmekteyiz:

Bir Anadolu yolculukları esnasında, bir kişi otomobilin önüne çıkarak Hazret-i Pîr’den sigara parası ister.

Bazı yol arkadaşlarının muhalefetlerine rağmen, Sâmi Efendi Hazretleri;

“–Mademki istiyor vermek lâzım!” diyerek hiç düşünmeden etrafındakilerin şaşkın bakışları arasında adamın istediği parayı uzatıverir. Sevinçle parayı alan fakir, bir anda niyetini değiştirip;

“–Şimdi gidip bununla ekmek alacağım.” diyerek oradan ayrılır.

İşte Allah için ihlâsla verilen bir sadakanın muhatabında meydana getirdiği müsbet tesir!..

Niyet hayır ise âkıbet hayır olur.

Niyet hayırlı ise, Allah kula bilmediklerini de öğretir.

Hayırlı niyet, amellerin gidişâtına mânen rehberlik eder.

Hazret-i Mevlânâ, niyet ile amel arasındaki irtibatı şu misalle anlatır:

“Buradaki amel defterlerimiz, hayâlîdir, gizlidir. Büyük mahşerde ise o defterler, apaçık meydana çıkacak. Bu hayal burada gizlidir. Eseri görünmez. Fakat bu hayal orada sûretlere bürünür.

Mühendise bak, yere tohum eker gibi gönlüne bir ev yapma fikrinin, hayalini kor. O hayal içten gelir, dışta belirir, bir ev olur. Âdetâ yerden tohumların baş kaldırdıkları gibi, dışarıya çıkar, görünür. Gönülde yer tutan her hayal, mahşer günü bir sûrete bürünüp görünecektir.

O mühendisin gönlünde kurduğu hayali; tohum bitirme kabiliyetindeki bir yere ekilmiş, orada yeşermiş, yetişmiş bir nebat say.”

MAZERETE YER YOK!

Tasadduk kıssasının bir nüktesi de, bahaneleri bertaraf etmektir. Hayırlı bir iş yapmaya niyet etmeyen kişi, birçok mazeret bulur.

Tasadduk etmesi gereken kişi;

“Herkes zengin, şimdi fakir mi kaldı. Allah versin. Herkes gibi çalışsın o da kazansın!” der! Türlü bahaneler uydurur.

Talebe okutması gereken kişi;

“Şimdi vefâlı talebe mi kaldı?” der, ümitsizliğe kapılır, bedbin bir şekilde hizmetten geri kalır.

Emr-i bi’l-mârufta bulunması gereken kişi;

“Bu zamanda kim dinler ki?!.” der, köşesine çekilir.

Bu kıssa, böylelerine;

“Sen azmet ve gerçekleştir! Bahanelere sığınma! Niyetinin samimiyeti, amelini isabet ettirecektir!” mesajını vermektedir. Necip Fazıl bu mânâyı şiirin diliyle şöyle ifade eder:

Tohum saç! Bitmezse toprak utansın!
Hedefe varmayan mızrak utansın!
Hey gidi küheylân, koşmana bak sen!
Çatlarsan, doğuran kısrak utansın!

Nitekim;

Asr-ı saâdette de Peygamber Efendimiz, bin bir meşakkat ve zorluk karşısında ümitsizliğe düşmemiş, sabır ve azimle gayret ederek muvaffak olmuştur.

Mekke devrinde büyük zulümler karşısında altı senede ancak 40 kişi müslüman oldu. Fakat müslümanların azmi devam etti. Bu azimle hicrette takrîben 90 aile hicret etti. Medine’deki ilk nüfus sayımında 1.500 kişi tespit edildi. Bu gayretler neticesinde İslâm öyle yayıldı ki, vedâ haccına 120.000 kişi iştirâk etti. Gelemeyenler de hesaba katılırsa, müslümanların sayısı 150.000’e vardı. Demek ki on yıl içinde Medine’ye gelen 1 kişi, 100 kişi oldu.

Tevfik Allah’tandır. Bereketi verecek Cenâb-ı Hak’tır. Müslüman dâimâ nikbindir, ümitvardır. Asla bedbin ve ümitsiz değildir. Çünkü o dâimâ bilir ki gücü verecek Cenâb-ı Hak’tır.

Unutmamalıdır ki;

Gayretlerimizde ihlâs ve takvâmız arttıkça, Cenâb-ı Hak da yardımını artırmaktadır.

Ümitsizlik, insanın uhrevî yolculuğunda yolunu kesen bir belâdır. Bu sebeple Mevlânâ Hazretleri şöyle îkāz eder:

“Ey azîz varlık! Sen kendinin hakir yahut zayıf olmasına değil de, kendi himmetine, kendi gayretine bak!

Sen ne hâlde olursan ol; istekten vazgeçme ey susamış, dudakları kurumuş kişi, durmadan su ara!

Susuzluktan kurumuş olan o dudak, sahibinin çeşme başına erişeceğine şahitlik eder.

«Dudakların kurumuş olması, bu ızdırap, bu çırpınma; seni bize ulaştıracaktır.» diye suyun gönderdiği müjdeli bir haberdir.

Bu arayış, mübârek ve kutlu bir harekettir. Bu candan isteyiş, Allah yolundaki bütün engelleri kırar döker.

Bu isteyiş, isteklerinin anahtarıdır; senin ordundur, sancakların ve zaferlerindir.

Bu isteyiş, sabaha karşı horozun; «Sabah oluyor.» diye ötmesine benzer.

Âletin yoksa, yani Hakk’a yaklaşmak için iyi işlerin, ibâdetin yoksa da, ümitsizliğe kapılma, yine de istekte bulun! Allah yolunda ibâdete ihtiyaç yoktur; yalvarış, yakarış ibâdete yol açar.

Evlâdım; her kimi Allah talibi (=Allâh’ı isteyen) görürsen, onun dostu ol, onun önünde hürmet ile eğil!

Allâh’ı isteyenlerin, Allah dostu olanların komşusu olursan, sen de Hakk’ı isteyenlerden olursun, onların sayesinde sen de nefis savaşını kazanırsın.”

Hazret-i Mevlânâ’nın buyurduğu gibi, sâlih bir insan olma yolundaki gönüldeki arzu ve niyet, makbul sâlih amellerin anahtarıdır.

Öyle ki;

Bir rivâyette;

“Mü’minin niyeti, amelinden hayırlıdır.” buyurulmaktadır. (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, II, 194).

Bunu te’yîden Kadı Iyâz anlatır:

ÖYLE BİR YANIK NİYAZ Kİ

Horasan sultanı ve kahramanlarından Amr bin Leys öldükten sonra onu sâlih bir zat rüyâda gördü ve aralarında şu konuşma geçti:

“–Allah sana ne muâmelede bulundu?”

“–Allah beni affetti.”

“–Allah seni ne sebeple affetti? Hayatında nasıl bir amel işledin ki affa mazhar oldun?”

Bunun üzerine Amr bin Leys şöyle cevap verdi:

“–Günlerden bir gün yüksek bir tepeye çıkmıştım. Oradan askerlerime baktım. Onların çokluğu ve ihtişamını seyredince;

«Keşke Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zamanında vâkî olan gazvelere ordumla beraber iştirâk edip de O’nun uğrunda fedâ-yı cân eyleyen bahtiyarlardan olabilseydim…» diye hislendim.

İşte bu niyet ve iştiyâkımdaki ihlâs sebebiyle yüce Allâh, bana rahmetiyle muâmele ederek günâhlarımı bağışladı ve beni sonsuz nimetleriyle mükâfatlandırdı.” (Kadı Iyâz, Şifâ, II, 28-29)

Yalnız bu öyle samimî, öyle içten bir temennîdir ki, Cenâb-ı Hak, onu fiilen gerçekleşmiş gibi kabul etmiştir. Aksi hâlde, sadece içten geçirilen her türlü temennî aynı neticeyi vermez.

Kupkuru, aşksız ve şevksiz, anlık niyetler; saman alevi gibi yanıp sönen boş temennîlerdir. Yahut, kalpte güzel niyetler olsa da, yine kalpte var olan nefsânî arzular, şeytânî niyetler onları zehirler ve tesirsiz hâle getirir.

İLİMDE DE HAYIRLI NİYET

Hazret-i Mevlânâ, kalpteki bilgi ve niyetin, kötü duygulardan nasıl zarar gördüğünü, düşündürücü bir temsille anlatır:

“Bir kadıyı bir yere tayin ettiler. O ağlamaya başladı. Vekili kadıya;

«–Kadı efendi, neden ağlıyorsun? Şimdi senin ağlamak, feryâd etmek zamanın değil; bir yerde vazife verdikleri için neşelenmen gerekmez mi?» dedi.

Kadı ah ederek dedi ki:

«–Bir işin içyüzünü bilmeyen kimse nasıl kadı olur da hükmedebilir?

Bir kadı; hükmedeceği bir dâvânın hakikatini bilen iki kişi arasında, bir câhilden başka bir şey değildir ki…

Mahkemeye gelen iki hasım, aralarında geçen vak‘ayı bilmektedirler. Zavallı kadı; o iki tarafın hilelerini, oyunlarını ne bilsin?..

O, hasımların hâllerinden câhil ve gafildir. Böyle olduğu hâlde kanlarına ve mallarına nasıl hüküm verir?»

Vekili dedi ki:

«Hasımlar bilgilidirler. Yani aralarındaki hâdiseyi bilirler. Fakat her biri öbürünü mahkûm etmek hırsı ile illetlidir, hastadır. Sen câhilsin, yani onların vak‘asını bilmezsin ama, onların hırs hastalığı sende olmadığı için, sen şeriatin mumusun.

Çünkü sen ara yerdesin, illetli değilsin, kötü bir niyetin yok. Onlardaki hırs da sende yok. İşte o ferâgat, o yokluk senin için göz nûru olur.

O iki bilgiliyi, yani aralarındaki dâvâyı bilen iki hasmı, garazları kör etmiştir. Garaz illeti; onların bilgisini göstermez, işe yaramaz bir hâle getirmiştir. İlletleri, sanki onların bilgilerini mezara tıkamıştır.

Kinsiz ve garazsız oluş, câhili âlim yapar. Hâlbuki kin ve garaz; bilgiyi eğri bir hâle koyar, zulmeder bir hâle getirir.»”

Hadîs-i şerifte buyurulmuştur:

“Mü’minin firâsetinden sakınınız; zira o, Allâh’ın nûru ile bakar.” (Tirmizî, Tefsîr, 15)

Mü’min; hayır ve şerri, hak ve bâtılı birbirinden ayırt edecek bu firâseti, gönül temizliği ve takvâ neticesinde elde eder. Âyet-i kerîmelerde buyurulur:

“Ey îmân edenler!

Eğer Allah’tan ittikā ederseniz, O, size bir furkan (iyi ile kötüyü ayırt edecek bir ilim, firâset ve anlayış) verir, günahlarınızı örter ve sizi bağışlar.

Çünkü Allah, büyük lütuf sahibidir.” (el-Enfâl, 29)

“…Takvâ sahibi olun ki Allah size (bilmediğinizi) öğretsin!..” (el-Bakara, 282)

Mevlânâ Hazretleri’nin bu kıssası, zâhiren İslâmî ilimleri tahsil etmiş olduğu hâlde, kalplerindeki menfî duygular yüzünden, İslâm’a fitne kesilen bedbahtların hâlini de tarif etmektedir.

Hazret-i Mevlânâ der ki:

“Cenneti âlet edevat ile yapmamışlardır. Orası amellerden; iyi, sâlih amellerden ve hâlis niyetlerden yapılmıştır.”

Yâ Rabbî!..

Çıktığımız zorlu ebediyet yolculuğunda, niyetlerimizi hâlis eyle, amellerimizi sâlih eyle!.. Bizleri sırât-ı müstakîmden ayırma!.. Kalplerimize îmânı ve takvâyı sevdir. Bizleri râzı olduğun sâlih ameller işlemeye muvaffak kıl!..

Âmîn!..