Peygamberler Babası; HAZRET-İ İBRAHİM -aleyhisselâm-

YAZAR : B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

Keldânî kavmine gönderilmiş olan Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-; Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den sonra insanların en fazîletlisidir. Hak Teâlâ onu; «Halîlim: Dostum» diye taltif buyurmuştur. Diğer bir sıfatı da; «Ebu’l-enbiyâ: Peygamberler babası»dır. Oğulları İsmail -aleyhisselâm- ve İshak -aleyhisselâm-’dır. İsmail -aleyhisselâm- soyundan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; İshak -aleyhisselâm- soyundan da Benî İsrail peygamberleri gelmiştir. Âyet-i kerîmede;

“Biz İbrahim’e (bülûğdan önce) rüşdünü verdik.” (el-Enbiyâ, 51) buyurulmaktadır. Rüşd; doğruyu eğriden ayırmaktır. Âyet-i kerîmenin buyurduğuna göre;

“Ben hanîf olarak yüzümü, gökleri ve yeri yaratan Allâh’a çevirdim ve ben müşriklerden değilim…” (el-En‘âm, 79) ifadesiyle, tevhid yolunun kılavuzu oldu. (Hanîf: Hak dîne tâbî olan. Şirk ve dalâlete düşmeyerek Allâh’ın birliğine inanan. Peygamberimiz gelmeden evvelki hak dîne verilen isim.)”1

Önceleri kavminin başında âdil ve merhametli bir hükümdar olarak bulunan Nemrut, şöhreti artınca gurur ve kibre kapılıp, ulûhiyyet iddiasına kalkıştı; nefsine râm olarak, «esfel-i sâfilîn»e yuvarlandı. Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm- ise canı, malı ve evlâdı ile olan imtihanını başararak, «Halîlürrahmân» sıfatını kazandı; teslîmiyetiyle «âlâ-yı illiyyîn»e yükseldi. Onun bu vasfı, Kur’ân-ı Kerim’de;

“Sözünün eri olan (ahdine vefâ gösteren) İbrahim…” (en-Necm, 37) diye medh buyurulur. Can, mal ve evlât; insanı dünyaya bağlayan varlıklar olarak, onun en önemli zaaf noktasını teşkil ederler. Kur’ân-ı Kerim’de de bu varlıkların «imtihan vesilesi» oldukları beyan buyurulur. (el-Enfâl, 28); (Âl-i İmrân, 186)… İnsan; ancak, bu varlıkların, her şeyi yaratan Allah Teâlâ’nın kendisine bir emâneti olduğunun idrakinde ise, bu zaaf engelini aşıp hakikati kavrayabilir; emânetle imtihanları kazanıp, nefsine hükmederek teslîmiyet sırrına erebilir. Emânetlerin hakkını veremeyip hüsrana uğrayan Nemrutlar, Kārunlar, Bel‘am bin Baûralar… gibi bedbahtlara mukabil; bütün peygamberlerle beraber, Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm- da, yüz akıyla sâlih kulluğun zirvesine ulaşmıştır.

Kur’ân-ı Kerim’de;

“Kendisine, sonradan gelenler için de iyi bir nam bıraktık. Selâm olsun İbrahim’e… İşte Biz iyilik yapanları böyle mükâfatlandırırız.” (es-Sâffât, 108-109-110) buyurulur. Hazret-i İbrahim -aleyhiselâm-’ın eski temelleri üzerine yeniden yaptığı Kâbe, mü’minlerin merkezi olmuş; şeytan taşlanması, kurban kesilmesi, teşrik tekbirlerinin getirilmesi, Hacer Vâlidemiz’in Safâ ile Merve arasında yapmış olduğu sa‘y; sonraki nesillere ibâdet olarak kalmıştır. Namazlarda İbrahim -aleyhisselâm-’a da salevat okunması, onun ifade buyurulan nâmına atfendir.

“Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm- Kâbe’yi tamamlayınca şöyle duâ etti: «Ey Rabbim! Burayı emîn bir şehir yap!..»” (el-Bakara, 126);

“Ey Rabbimiz! Bizi Sana boyun eğenlerden kıl! Neslimizden de Sana itaat eden bir ümmet çıkar…” (el-Bakara, 128);

“Ey Rabbimiz! Onlara içlerinden Sen’in âyetlerini kendilerine okuyacak, onlara Kitap ve hikmeti öğretecek, onları(n nefislerini) temizleyecek bir peygamber gönder!..” (el-Bakara, 129)

Âyette geçen duâ ile alâkalı olarak Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“Ben pederim İbrahim -aleyhisselâm-’ın duâsı; İsa -aleyhisselâm’ın müjdesiyim…” (Ahmed bin Hanbel, V, 262) buyurmuştur.”2

Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm- soyundan gelen peygamberlerce tebliğ edilen İslâmiyet, Mûsevîlik ve Hıristiyanlık; bazı çevrelerce, ona atfen «İbrâhimî Dinler» diye vasfedilmektedir. Hattâ dînî kisveli mâhut bir çete; «Dinler Arası Diyalog ve Hoşgörü» gibi ilk bakışta hoş görünen bir isimlendirme ile, uzun yıllar geniş iştirakli toplantılar tertip ederek gündeme oturmuştur. Hâlbuki, «Mukaddes Kitâbı»ndaki bir harf bile değişmeden bugüne gelen İslâmiyet dışındaki, diğer iki dînin muhteris ve maksatlı ellerce tahrif edilip aslının değiştirildiği ve Hak din olmaktan uzaklaştığı bir vâkıadır. Allah Teâlâ’nın emânet olarak ihsan buyurduğu dünyayı, nefsânî ihtirasları uğrunda kan ve ateşe boğarak her gün biraz daha yaşanamaz hâle getiren sömürgecilerin dînî mensubiyetleri de bunun bir îzahı mahiyetindedir.

Papa 2. Jean Paul, 1991 yılında ilân ettiği «Kurtarıcı Misyon» adlı tamimde şunları belirtiyor:

“Dinler arası diyalog, Kilise’nin bütün insanları kiliseye döndürme maksatlı misyonunun bir parçasıdır. Bu misyon aslında, Mesih’i ve İncil’i bilmeyenlere ve diğer dinlere mensup olanlara yöneliktir. Birinci bin yılda Avrupa hıristiyanlaştırıldı. İkinci bin yılda Amerika ve Afrika hıristiyanlaştırıldı. Üçüncü bin yılda ise Asya’yı hıristiyanlaştıralım.”3

Bu uzun yıllar boyunca yapılan «diyalog ve hoşgörü» faaliyetleriyle İslâm lehine ne gibi bir gelişme kaydedilmiştir? Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in peygamberliği mi kabul edilmiştir; Avrupa ülkelerinde gittikçe artan İslâm düşmanlığının kışkırtılmasına mı son verilmiştir; sömürgecilerin, İslâm ülkelerine vâkî olan kanlı saldırıları mı durdurulmuştur; terör teşkilâtlarının İslâm coğrafyasına belâ edilmesinden mi vazgeçilmiştir; İslâm ülkelerinin bölünüp parçalanarak, onlara hükmedilmesi plânı mı yürürlükten kaldırılmıştır?!. Hayır; maalesef hiçbiri. Bilâkis bütün bu menfî gidişat, daha da hızlandırılmıştır.

Bu mâhut çetenin, sömürgeci devletlerin gizli istihbarat teşkilâtlarının hizmetinde olduğu; 15 Temmuz 2016’daki, milletimizce can siperâne bir şekilde akamete uğratılan kanlı darbe teşebbüsüyle açıkça ortaya çıkmıştır. Anlaşılmıştır ki; «İbrâhimî dinlerle hoşgörü ve diyalog» faaliyetlerinin gayesi; Hak din olarak İslâm’ın yanında, diğer bâtıl dinleri de meşrûlaştırmak ve sömürgecilere hizmet etmektir. Sömürgecilerin ülkemize kestirmeden el koyma tasavvurları çerçevesinde yapılan bu darbe teşebbüsünde; «hoşgörü» maskeli bu çetenin, bu milletin mensuplarına karşı ne kadar acımasız ve gaddar oldukları da görülmüştür.

Hoşgörü, İslâm’ın şiârıdır; mâzîdeki şanlı medeniyetimiz de bunun şahidi ve senedidir. Hoşgörü telkin edilecekse; gücü ele geçirip de mazlum insanların, hususiyle de müslümanların oluk oluk kanını akıtan bahis mevzuu diğer din mensuplarına yapılmalıdır.

“Allah indinde, din İslâmdır.” (Âl-i İmrân, 19); «Allâh’a has kılınmayan», felsefeleştirilmiş din; sadece, bir batı projesi olan «Ilımlı İslâm»a hizmettir.

_____________________

1 Osman Nûri TOPBAŞ, Nebîler Silsilesi 1, Erkam Yay. İst. 1997, s. 172-175.
2 Osman Nûri TOPBAŞ, a.g.e., s. 215.
3 Mehmet ORUÇ, Dinler Arası Diyalog Tuzağı, Arı Sanat Yayınevi, 2003.