SEYREYLE GÜZEL, KUDRET-İ MEVLÂ NELER EYLER!..

YAZAR : Dr. Halis Ç. DEMİRCAN cetindemircan2@hotmail.com.tr

 

Osmanlıca üzerine çalışmalar yaptığım kütüphânenin sorumlusu olan ağabeyin mahdumuyla her karşılaştığımızda; mûsıkî konusunda sohbetler ederdik, çünkü kendisi tasavvuf mûsıkîsi üzerine konservatuvarda yüksek lisans yapıyordu.

Rastlaştığımız böyle bir günde;

“Hocam sizin de tasavvuf mûsıkîsine olan ilginizi biliyorum; bu sahada güzel çalışmalar yapılıyor, bu çalışmalardan birine sizi götürmek isterim.” dedi.

Ben de kabul ettim.

Bir gün sözleşip birlikte Hekimoğlu Ali Paşa Camii külliyesine gittik.

Külliyede İslâm sanatına dair çeşitli konularda kursların düzenlendiği bir binaya girdik ki ortamın iç mimarîsi ve rûhâniyeti etkileyiciydi.

Biz, bendir ve kudüm gibi vurmalı çalgılar sahasında eğitim verilen bölüme geçtik. Kursu veren değerli hocanın izniyle çalışmayı seyretmeye başladık.

Çalışma sırasında çeşitli ilâhîler söyleniyor, başta eğitici hoca olmak üzere katılımcılar da bendir ve kudümlerle ilâhîye eşlik ediyorlardı.

Huşû içerisinde ilâhîleri dinlerken birden irkildim, duyduğum ezgi ve sözler beni aldı çocukluğuma götürdü:

Seyreyle güzel, kudret-i Mevlâ neler eyler!..
Allâh’a sığın, Adl-i Teâlâ neler eyler!..

Cânâna gönül vereli ben candan usandım,
Hem düşeliden derdime dermandan usandım.

Suları şikest, meyleri kalp Hazret-i Hak’tan,
Bir âne değin ettiğim isyandan usandım.

Meyl eylemezem gayrisine tevbeler olsun,
Bu âne değin ettiğim isyandan usandım,

Pervâne gibi yanmayı ister deli gönlüm,
Her şâm u seher âh ile efgandan usandım.

Kalmadı firak giryesine sabra mecâlim,
Vuslat dilerem yârime hicrandan usandım.

Işk ile enîs oldı gönül geçdi sivâdan,
Ben sohbet-i nâs ülfet-i yârandan usandım.

Çün zerre vefâ bulmadım ihvân-ı zamanda,
Şol yüzleri dost, özleri düşmandan usandım.

Vird edeyim ismini hemen Hazret-i Hakk’ın,
Kesret ile ünsiyyet-i insandan usandım.

Kuddûsi’ye vahşet gelüben cümle sivâdan,
Der her ne ki gayrındır o ben andan usandım.*

60’lı yıllardı, o zamanlar küçük bir çocuktum.

Kara trenle İstanbul’dan Erzurum’a gidiyorduk. Dedem, vâlidem ile beni bir süredir Erzurum’da vazife yapan pederimin yanına götürüyordu.

Tren ile ne kadar yol aldık hatırlamıyorum ama konuşulanlara göre yolu yarılamıştık ki tren durdu. Beklemeye başladık. Uzun bir müddet beklendikten sonra anlaşıldı ki yolda kalmıştık. Söylenenlere göre, tren yolunun geçtiği bölgede bir heyelân meydana gelmiş ve tren yolunun üzerine kayalar devrilmişti.

Vâlidem kompartımandaki diğer hanımlar ile muhabbet ederken, dedem de yan kompartımandan bir zât ile yârenlik ediyordu. Ben ise dayımın Almanya’dan getirdiği pilli küçük bir el radyosu elimde, çeşitli ülkelerin kanallarını gezip o ülkeler ile alâkalı hayaller kuruyordum.

Trenimiz kayalara kadar dayanmıştı, şimdi kayaların karşı tarafına başka bir trenin gelmesi bekleniyordu. Yolculukta artık ikinci güne girmiştik ki benim radyom çalmamaya başladı, pili mi bitmişti yoksa artık kanalları çekmiyor muydu anlayamamıştım.

Beni oyalayan radyonun devre dışı kalmasıyla canım sıkılmaya başlamıştı.

Artık dedemle birlikte, yan kompartımana gitmeye başladım.

Dedemin yârenlik ettiği zât oldukça ihtiyar bir kişiydi; sakalları beyaz uzun, uçları kınalı gibiydi. Başında beyaz, tepesi uzunca bir takkesi vardı. Yumuşak tabiatlı ve sakin sesli biri idi.

Beni dedemin yanında görünce yanına çağırıp başımı okşadı;

“–Şimdiye kadar niye gelmedin yanıma?” dedi.

“–Radyo dinliyordum…” dedim.

“–E ne oldu?” dedi.

“–Çalışmıyor!” diyerek elimdeki radyoyu gösterdim.

“–Ver bir bakalım…” dedi, radyoyu eline aldı ve kanalları çevirmeye başladı…

Radyo birden çalmaya başladı ve o ezgi duyuldu:

Seyreyle güzel kudret-i Mevlâ neler eyler…
Allâh’a sığın, Adl-i Teâlâ neler eyler…

Şaşırmıştım. Radyoyu gülerek bana geri verdi, hemen elime alıp kanalları çevirmeye başladım; dedem gülümseyerek sesini kısmamı istedi, kulağıma yanaştırıp dinlemeye başladım, onlar ise muhabbetlerine kaldıkları yerden devam ettiler.

Vâlidemin olduğu kendi kompartımanımıza gittiğim zaman radyo çalmıyordu, sadece o ihtiyar amcanın kompartımanına gelince çalışmaya başlıyordu. Ben de artık o amcanın yanından ayrılmıyordum.

Bir müddet sonra da kayaların karşı tarafına tren geldi; yolcular ellerimizde bavullar ile dağın eteklerinden, kayaların kenarından geçtik. Karşıdaki trene binerek Erzurum’a doğru yolumuza devam ettik ki yolculuğumuzun süresi üç güne yaklaşmıştı.

İşte yıllar sonra bir kara trende el radyoma hayat veren o ezgiyi şimdi İstanbul’da Alvarlı Efe Hazretleri’ne hizmet eden bir kuruluşun düzenlediği bir faaliyette dinliyordum.

Demek ki o gün yaşadığım o şokun tesiriyle ilâhînin ezgisi ve ilk mısraları beynime kazınmış.

Hâsılı muhterem zâtlar; geçmişten bugüne köprüler kurarak, Yaratıcı’sıyla tanışık olmayan ruhları O’nunla tanıştırmak, Rabbiyle tanışık olan ruhları da O’nunla olan münasebetlerini derinleştirip yükseltmek için böyle uğraşıyorlar işte.

Yazımızı Tâlî’nin Alvarlı Efe’den ilham alarak yazdığı şiirinin son dörtlüğüyle bitirelim:

Aslā oyun olsun diye halk etmedi -hâşâ-
Sır harcını, hikmetle karıp eyledi inşâ…
Seyreyle gönül, ibret alıp eyle temâşâ,
Her zerrede gör Hazret-i Mevlâ neler eyler!..

Kalın sağlıcakla.
______________________________________________
* İlk beyti Hâce Muhammed Lütfi Efendi (Alvarlı Efe Hazretleri)’ne ait olan bu eserin diğer beyitleri Ahmed Kuddûsî Baba’ya aittir. Derlenirken karışık olarak repertuara girmiştir. Günümüzde eser, tamamı Alvarlı Efe Hazretleri’nin gazeliyle de okunmuştur.