SABRIN SONU SELÂMETTİR…

YAZAR : Ahmet ZİYLAN

Gaziantep’te kıraathânelerde iki mevzuda sohbet etmek yasaktı:

1. Askerlik hâtıraları…

2. Bağ hikâyeleri…

Çünkü insanları bıktırır. Gaziantep’te herkesin bağı vardı. Şimdi şehir büyüdü ve oralar hep mahalle oldu. Lâkin eskiden bağ çoktu ve hemen herkesin bir bağ evi olurdu. Herkes bağ evinde yaptığını, ektiğini, biçtiğini anlatmaya başladı mı, sonu gelmezdi. Bu sebeple bu mevzunun açılması istenmezdi.

Askerlik de böyle. Herkes yapmıştır askerliğini. Herkesin sayısız hâtırası vardır. Biri başladı mı anlatmaya, herkese bulaşır. Sonu gelmez. Aslında yaşanmış her hâdiseden bir ders çıkar ama, gençler nasihat dinlemeyi pek sevmediğinden sıkılırlar.

Ben de askerlik hâtıralarını ancak içinde faydalı bir hikmet olursa anlatmaktan yanayım.

Askere gitmeden evvel beraber çalıştığımız «Bayram KUNDOĞLU» isminde bir arkadaşım vardı. Askerden önce biraz para biriktirdim ve Bayram’a bırakıp, aydan aya bana 10-15 lira göndermesini tembihledim. O da gönderdi. Fakat o zamanlar askerlik çok uzundu, 24 ay idi.

Bir müddet geçti. Hesaplarıma göre artık bıraktığım paranın bitmiş olması lâzımdı. Baktım arkadaş yine para gönderdi. Kendisine mektup yazdım:

“–Sana bıraktığım para bitmiş olduğu hâlde, niçin hâlâ para gönderiyorsun?”

Cevap yazdı:

“–Sen benim arkadaşımsın. Seni askerde zorda bırakır mıyım? Ben şimdi göndereyim, sen sonra ödersin…”

Kabul etmedim. Para göndermemesini mektupla bildirdim. Borç hususunda prensiplerimi, o zamandan belirlemiştim ve tatbik ediyordum.

Aklıma babamdan para istemek geldi. Elime kâğıdı kalemi aldım.

Fakat babam o sırada 120 lira aylık alıyordu. O kadar parayla evi geçindirmek bile çok zor iken, oradan;

“20 lirasını da bana gönder…” demek, nasıl olacaktı?

Yazıyorum, bırakıyorum, vazgeçiyorum, tekrar alıyorum:

Kâğıda bir baktım ki, yarısı gözyaşlarımla ıslanmış. Yazdığım mektubu elimle buruşturup çöpe attım, babamdan da yardım istemedim. Babamı müşküle sokup üzülmesini istemiyordum.

Allah; müstağnî olana, kimseden bir şey istemeyene yardım ediyor.

Bu hususta bir kıssa anlatalım:

Ebû Saîd -radıyallâhu anh-, açlıktan zaman zaman karnına taş bağlamak mecburiyetinde kalan fakir sahâbîlerdendi. Vâlidesi ona;

“–Kalk, Rasûl-i Ekrem’e git, O’ndan bir şeyler iste. Falan adam Rasûl-i Ekrem’e gitmiş, O da onun imdâdına yetişmiş. Filân da gitmiş, o da nimete nâil olmuş. Haydi sen de git, belki bir hayırla dönersin.” dedi.

Ebû Saîd -radıyallâhu anh- ise vâlidesine cevaben;

“–Hele dur bakalım anne, bir şeyler arayalım, bulamazsak öyle gidelim.” dedi. Fakat bütün aramaları ve gayretleri boşa çıktı. Bunun üzerine çaresiz, Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e gitmeye karar verdi. Allah Rasûlü’nün huzûruna girdiğinde, O’nu hutbe îrâd ederken buldu ve hutbeyi dinlemeye koyuldu. Allah Rasûlü hutbesinde şunları söylüyordu:

“İstiğnâ gösteren ve (kimseden bir şey istemeyerek) iffetini muhafaza eden insanları, Cenâb-ı Hak bütün âlemden müstağnî kılar…”

Zaten utana sıkıla gelen Ebû Saîd -radıyallâhu anh- bu sözü işittikten sonra, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den bir şey istemeye hiç cesaret edemedi ve eli boş bir vaziyette evine döndü. Kendisi bundan sonraki hâlini şu şekilde anlatır:

“Rasûl-i Ekrem’den bir şey isteyemeden evime döndüğüm hâlde; Cenâb-ı Hak bize rızkımızı gönderdi, işimiz o kadar yoluna girdi ki, ensar içinde bizden daha zengin bir kimse yoktu.” (Bkz. Ahmed, III, 44)

Keremine şükürler olsun, Cenâb-ı Hak bana da yardım eyledi. Tam o sıralarda askeriyede yeni bir kaide çıktı:

“Çavuşların tek kolda olan çavuşluk işareti, her iki kolda da olacak.”

Ben ayakkabıcılıktan geldiğim için, elime iş yakışır;

“Ben bunu yaparım.” dedim. Hemen kırmızı kurdele aldım, çiriş (tutkal) aldım. İstenen şekilde kartondan kesip, kurdeleyi kartona yapıştırdım. Terfî işareti hazırdı. Onu terziye götürüp, elbisenin kolunda isteyen yere diktirecek, işlem tamam… Gören çavuşların hepsi talip oldu tabiî ki. Çiftini bir liraya sattım, askerlik harçlığımı fazla fazla çıkarmış oldum.

Diğer taraftan da beni çavuş yapmışlar, fakat henüz çavuş maaşı vermemişlerdi. Rakamları hatırlıyorum:

Acemî asker maaşı 30 kuruş, usta asker maaşı 90 kuruş, çavuş maaşı 15 lira idi.

4-5 ay sonra çavuş maaşlarını da toplu olarak verdiler. Böylece askerde gariplik çekmemiş oldum. Biraz sabır ve tevekkül sayesinde ne borca girdim ne de aileme yük oldum. Askerliğin sonuna kadar da babamdan hiçbir şey istemedim.

İzne gittiğimde babam;

“–Niye bizden bir şey istemedin oğlum?” dedi.

Ben de yapıp ettiklerimi anlattım.

Bu arada, subaylar benim çavuşluk alâmeti yaptığımı duymuşlar. Bir tanesi geldi;

“–Sen burada iş yapmaya, para kazanmaya başlamışsın!” diye sorgulamaya başladı. Ben de dedim ki:

“–İhtiyaç oldu, çavuş arkadaşlara yapabileceğimi söyledim. Yaptım. Kendileri gönüllerinden kopanı verdiler. Sonra ben sadece bunu yapmıyorum, elimden gelen daha birçok iş var. Bunları para karşılığında da yapmıyorum.”

“–Meselâ ne yapıyorsun başka?” dedi.

Atlardan sorumlu olduğumuz için, bize kürek çok lâzım oluyordu.

“–Kürek yapıyorum.” dedim, nasıl yaptığımı merak etti, ben de anlattım:

“–Elimizde ince saclar var. Onları kavisli bir şekilde kestirip, kenarlarını büküyorum. Birer delik deliyor, sopaya çiviliyorum. Bizim işimizi görecek kürekler oluyor. Dışarıdan alınmasına da ihtiyaç kalmıyor. Bunları para karşılığı yapmadım.”

Subayın hoşuna gitti. O beni «terfî alâmeti yapıp satıyorum» diye azarlamaya gelmişken, mevzuyu unuttu, tebrik edip gitti.

Askere ilk gittiğimde ise ayakkabı işinden anladığım için beni saraç yaptılar.

Hikâyesi şöyledir:

Bir usta asker, saraç idi. Ben de ona yardım ediyordum. Aylarca subay ve diğer rütbeli askerlere ayakkabılar diktik. Yüzbaşı ile de yakın bir münasebetimiz vardı. Kendisi Sapancalıydı. İzmit’e merasime giderken, beni de cipe bindirip yanında götürdü.

Orada bir talihsizlik olmuş. Normalde merasimlerden önce orada geçit resminde yer alacak atları iyice yorarlar. Serbest koştururlar. Böylece yorulan ve sakinleşen at, merasim yerinde ters hareketler yapmaz. Bu sefer çavuşlar atları böyle yormamışlar. Merasim yerinde de bir silâh atılınca atlar ürkmüş, hareketlenmiş. Bizim yüzbaşının atı da şaha kalkınca, kumandan yere düşmüş. Bir asker için böyle bir hâdise tabiî ki çok onur kırıcı. Bu sebeple rapor aldı, izin aldı, herhâlde tayin istedi, fakat bizim bölüğe geri dönmedi.

O gidince bizim durumumuz zorlaştı. Eskiden severek, muhabbetle hizmet ediyorduk. Fakat şimdi hizmet, bir baskıya dönüşmeye başladı.

Beraber ayakkabı diktiğimiz bir asker vardı. O usta asker, ben acemî… O kösele ve benzeri malzeme getiriyordu. Beraber askerlerin ayakkabılarını tamir ediyorduk. Daha doğrusu ben ona yardımcı oluyordum. Askerlerden bir lira, iki lira para alıyordu. Onunla da günü birlik, helva reçel vs. alıp yiyorduk.

Bunu şikâyet edenler olmuş.

Çağırdılar. Ben henüz acemî olduğum için, bana bir şey demiyorlar. Fakat ona;

“–Ulan burası ticarethâne mi? Kimlerden kaç para aldın söyle bakalım!” dediler. Hattâ hayli eziyet de ettiler. Falakaya yatırdılar. Dövdüler.

Asker mert idi;

“Ben bu paraları tek yemedim, bununla beraber yedim.” demedi. Deseydi aynı dayaklara ben de maruz kalacaktım. Sonra onu eğitime gönderdiler;

“En ağır işleri buna yaptıracaksınız.” dediler. Sonra da bana döndüler:

“–Eğer namuslu, şerefli isen gidip bunun yerine saraçlığı düzgün bir şekilde devam ettireceksin! Yok eğer; «Namussuzum.» diyorsan sen de bırakırsın!”

Öyle bir tarzda söylemişlerdi ki, reddetmenin imkânı yoktu. Reddetmek en ağır hakaretleri kabullenmek demek idi. Mecburen saraç olduk.

Fakat ben acemî asker olduğum için, herkesin baskısı var. Bayram günü idi. Herkesin çizmeleri var. Bayrama, izne giderken çizmelerin söküklerinin tamir edilmesi lazım. O çavuş geliyor:

“–Benim çizmemin şurasını dik!..”

Öbür çavuş geliyor:

“–Hayır önce benim çizmemin şurasını şöyle yap!..”

Baskı, lâf, söz…

Bir noktadan sonra dayanamadım. Önlüğü çıkardım attım;

“–Ben saraç değilim, yapmıyorum!” dedim.

“–Nasıl yapmazsın!”

“–Yapmıyorum!”

“–Askerlikte verilen emre; «Hayır!» demek var mı?!.”

“–Ben asker olmaya geldim, saraç olmaya değil. Ben saraç değilim.”

Nöbetçi subayına havale ettiler. Aynısını söyledim. İş, bölük kumandanına kadar ulaştı. Beni çağırdı:

“–Sen saraçlık yapmıyormuşsun.”

“–Kumandanım, ben saraç değilim!”

“–Sen saraçsın, sen çizme bile dikiyorsun! Yapacaksın!”

“–Yapmayacağım efendim!”

“–Öyle mi, alın bunu eğitime!.. Anasından doğduğuna pişman edin!”

Beni birkaç çavuşa verdi. Akşama kadar; oraya koş, buraya koş, bir sürü tâlim, eğitim. 2-3 gün sonra bölük kumandanı yine çağırdı:

“–Saraçlığı yapacak mısın?”

“–Yapmayacağım.”

Çavuşlara döndü:

“–Devam edin!.. Kabul edinceye kadar burnu sürtülsün!..”

Fakat birkaç gün içinde ben çavuşlarla dostluğu ilerletmiştim. Ağır eğitimlerden kurtulmuştum. Onlarla oturup kalkıyorduk. Kumandan çağırdıkça gidip; «Yaptırıyoruz.» diyorlardı.

Tam o günlerde çavuş kursuna imtihan açıldı. Bizim bölükten de altı kişi istiyorlar. Hepimizi topladılar. Beni arkalara ittiler. Basit sorular soruyorlar:

–Türkiye’nin etrafında hangi denizler var?

–Ülkemizin etrafında hangi komşular var?

Çok basit sualler, fakat pek kimse bilemiyor. Anadolu’dan gelmiş, tahsilsiz kimseler ekseriyetle. Ben biliyorum, doğru cevabı söylüyorum;

“–Sen saraçsın!” diyorlar.

Bir yandan da doğru cevaplara göre puanlarımızı yazmaları gerekiyor. Fakat bana sürekli;

“–Sen saraçsın, sen gidemezsin! Seni bu altı kişinin içine yazmayız!..” diyorlar. Dostluk kurduğum çavuşlardan biri bana akıl öğretti:

“–Bölük kumandanına git;

«Çavuşluk kursuna en yüksek puanları aldığım hâlde beni göndermiyorlar. Ben hakkımı aramak için «albay»ıma çıkarım, bu durumu şikâyet ederim.» de!..”

Dediği gibi yaptım. Kumandan şaşırdı:

“–Sen ne diyorsun?”

“–Ben en yüksek puanı aldım. Böyle olduğu hâlde eğer beni kursa bildirmezseniz, ben «albay»a çıkacağım.”

Kızdı:

“–Şuna bak, «albay»a çıkacakmış!.. Çıksan ne olur sanki? O da bize sormayacak mı?”

Fakat kızsa da bana çalım yapsa da benim müracaatım işe yaramıştı:

“–Yaz şunun da adını!..”

Yazdılar. Böylece altı kişinin arasına benim de adım yazıldı. Biz alaya gittik. Fakat alay kumandanlığı, bölüğün gönderdiği hiç kimseyi kabul etmedi. Hattâ bölük kumandanına demişler ki:

“–Sen ne biçim adamsın? Sen bunları nasıl seçtin? Bölüğünde hiç mi adam yok? Bunlar çavuş olmaya ehil kişiler değil. Sen en iyisi hepsini «alay»a getir, biz seçelim!”

Benim dışımdaki çavuş namzetlerini; tamamen sevdikleri, kayırmak istedikleri kişilerden seçmişlerdi. Liyâkate hiç bakmamışlardı.

Bölüğün olduğu Beşköprü’den, «alay»ın bulunduğu Ârifiye’ye yürüyerek gidiyoruz. Kumandan da başımızda. Bir geriye geliyor, bir ileriye gidiyor. Bilhassa benim yanımdan geçerken lâflar söylüyor:

“–«Beni de gönder!» dedin, gönderdik! Niye kazanamadınız? Beni de rezil ettiniz!..”

Gidene kadar bana böyle çattı. Başka kimseye bir şey söylemiyor. Hep bana sayıp döküyor. Ben de üzgünüm kazanamadığım için. Karşımdaki de bölük kumandanı, bir şey söylemek mümkün değil.

Oraya vardık. Binbaşı çıktı. Kâğıtlara baktı:

“–Ahmet ZİYLAN kim?”

“–Benim.”

“–Sen şu tarafa geç, sen kazanmışsın!..”

Bölük kumandanı da şaşırdı ve mahcup oldu. Ben de yol boyunca işittiğim onca azarın boşuna olduğunu anlamış oldum. Sevindim.

İnsan çilelerle pişiyor. Camekân içinde yetişen insan, problemler yaşamayan insan; hayatta tecrübe kazanamıyor. İlerleyemiyor. Çok daha küçük engeller karşısında boğulup kalıyor.

Âyet-i kerîmenin sırrı, hayatın her sahasında geçerli:

“Her zorlukla beraber bir kolaylık var.” (el-İnşirâh, 5)

Rabbim zorluklara sabırla göğüs gerebilmeyi nasip eylesin. Kanaatkâr, herkese faydalı, insanlığa yararlı bir fert eylesin.

Âmîn…