MEDİNE’DE İSLÂM’A KOŞAN AİLELER -2-

YAZAR : Âdem SARAÇ vardisarac@yahoo.com.tr

Hazret-i Mus‘ab bin Umeyr -radıyallâhu anh- ve ona ortam oluşturup yardımcı olanlar vesilesiyle, ilk sıralarda Medine’de çok kişiler ailece İslâm’a girdiler. Bu meşhur ailelerden biri de Hazret-i Ümmü Süleym Rumeysâ ailesidir…

Ümmü Süleym Rumeysâ; Mâlik bin Neccâr ile evli olup, Enes adını verdiği bir çocuk annesi, kendi hâlinde bir hanımdı. Kocasının diğer hanımından, Berrâ adlı bir oğlu daha vardı. Berrâ da öz oğluymuş gibi, sürekli yanlarına gelip gidiyordu. Hazret-i Mus‘ab bin Umeyr’in Medine’ye gelmesi ile Medine’de İslâm hızla yayılmaya başlayınca, Ümmü Süleym Rumeysâ da İslâm ile şereflendi.1

Aklı başında, muhakemesi kuvvetli, ileriyi gören ve çok da zeki bir hanım olan Ümmü Süleym Rumeysâ; bu İslâm nûrundan nasiplenerek, Medine’nin ilk müslümanları arasında yerini almıştı. O artık sıradan bir Ümmü Süleym değil, İslâm nûru ile nurlanan Hazret-i Ümmü Süleym -radıyallâhu anhâ- olmuştu. Şerefli hanım, şerefliler arasındaki şerefli yerini almıştı…

Hazret-i Ümmü Süleym Rumeysâ -radıyallâhu anhâ-, müslüman olur olmaz sevgili oğlu Enes ile Berrâ’ya da anlattı bu güzel dîni. İkisi de hiç zorluk çıkarmadan İslâm saflarında yerini aldılar. Hazret-i Ümmü Süleym buna çok sevindi.

Ana-oğul bir yandan İslâm esaslarını öğrenmeye, bir yandan öğrendiklerini yaşamaya çalışırlarken; bir yandan da Mâlik’in göstereceği sert tepkilere hazırlanıyorlardı. Çünkü onun İslâm ve müslümanlara karşı takındığı olumsuz tavrı yakından görüyorlardı. Bundan dolayı, müslüman olduklarını bir süre de olsa ondan gizlemeye çalıştılar.

Hazret-i Enes’in babası Mâlik; Medine’deki gelişmelerden haberdar oldukça, çarşı-pazarda büyük taşkınlık yaptığı gibi, evde de bağırıp çağırmaya başlamıştı. Öyle ki, küçük Enes bile korkmaya başlamıştı babasından…2

İslâm ve müslümanlara karşı takındığı olumsuz tavrı ve sataşmalarını bu kadar yakından gören Hazret-i Ümmü Süleym ve sevgili oğlu Enes -radıyallâhu anhümâ-; müslüman olduklarını ondan gizlemeye çalışsalar da, çok geçmeden bir gün olanlar oldu ve korkulan şey başlarına geldi…

Ana-oğul İslâm’ın güzelliğinden güzellik devşirirlerken, Mâlik içeri girdi. İçeri girer girmez, sert bir şekilde çıkıştı:

–Ne oluyor burada?

–Ne olacak, ana-oğul konuşuyoruz işte!

–Böyle gizli gizli konuştuğunuza göre, çok özel bir şey olmalı!

–Mekke’den gelen Mus‘ab bin Umeyr ve İslâm hakkında konuşuyorduk!

–Başka işiniz yok mu sizin?

–Allah ve Rasûlü’ne îmân etmek ve İslâm’ı öğrenmekten daha önemli ne olabilir ki ey Mâlik?

–Bunca putumuz var bizim; onlar neyinize yetmiyor ki, kalkıp da sapıtıyorsunuz böyle?

–Sapıtmıyoruz, aksine sapıklıktan doğruya döndük çok şükür! Bir olan Allâh’a îmân ettik, Allah ve Rasûlü’ne îmân ederek, müslüman olma şerefine erdik çok şükür!

–Sus! Bir daha duymamayım böyle bir şeyi!

–Biz îmân ettik ey Mâlik. Ben ve iki oğlum müslüman olduk çok şükür. Haydi, sen de katıl bu İslâm kervanına.

–Sakın, sakın böyle bir delilik yapmayın! Eğer hemen şimdi putlarımıza dönmezseniz, korkarım ki sonunuz kötü olacak! Ölmekten de beter olacaksınız! Bütün malımı alıp terk ederim sizi! Sürüm sürüm sürünürsünüz! Sefil ve perişan olursunuz! Herkese muhtaç bir duruma düşersiniz!

–Sen bizi değil, kendini düşün. Hakikate gel ve kurtul!

–Görürsünüz siz, bütün olacaklara katlanacaksınız artık!

Fena hâlde kızan Mâlik; evde işe yarayan ne varsa, hepsini toplayıp devesine yükledi. Bir yandan da gözdağı vererek, kötü kötü konuşuyordu:

–Görürsünüz bak! Açlık ve çaresizlik içinde geberip gideceksiniz! Siz burada inim inim inlerken, ben de Şam’a gideceğim. Oralarda bolluk içinde safâ sürüp, istediğim gibi yaşayacağım!

Gerçekten ne var ne yok satıp savdı! Elde avuçta hiçbir şey bırakmadı. Bütün parayı yanına aldığı gibi, para edecek eşyalarını da deveye yükledi. Sonra da gitmek üzere iken, dönüp yine çok sert bir uyarıda bulundu:

–Putlarımıza dönerseniz, ben de gitmekten vazgeçerim. Eğer inat ederseniz, çeker giderim! Siz de burada kıvrım kıvrım kıvranarak geberirsiniz!

–Allah her şeye kādirdir. Çok şükür ki İslâm ile şereflendirdi bizi. Asıl biz seni uyarıyoruz, ey Mâlik; müslüman ol, kurtul!

Mâlik öfkeyle homurdanıp, kötü kötü konuşarak sürdü devesini. Kaçarcasına uzaklaştı evinden. Evinden, çoluk çocuğundan, Medine’den ve İslâm’dan uzaklaştı… Kaçarak uzaklaştı Mâlik… Ayağına kadar gelen nimetin kadrini bilemedi…

Aradan sadece üç-dört gün geçmişti ki, Mâlik’in öldürüldüğü haberi geldi! Bir düşmanı tarafından takip edilen Mâlik; ıssız bir yere gelince, orada fecî bir şekilde öldürülmüştü…3

Bütün eşyaları alıp giderken;

«–Geberin!» diye bağırıp çağıran nasipsiz adam, gebertilmişti işte! Hem de fecî bir şekilde! Yani îmansız gitmişti bu yalancı dünyadan! Asıl cezası âhiret âleminde verilecekti tabiî! Bundan daha fecî ne olabilirdi ki…

Medine’de İslâm’a koşan bazı aileler içinde, böyle sıkıntı çekenler de vardı.

Elde avuçta hiçbir şeyleri kalmadığı için, Hazret-i Ümmü Süleym Rumeysâ ailesi de çok büyük sıkıntılara düştüler. Günlerce aç kaldıkları hâlde, kimseye bir şey belli etmediler. Bunca sıkıntıya rağmen; hiç kimseden bir şey istemeden, idare etmeyi başardılar.

Sevgili annesi bütün gücünü kullanarak, bir şeyler kazanmaya çalışıyor, evi idare etmek için elinden geleni yapıyordu.

Fakat kolay değildi hayatta kalmak. İş bulup çalışmak da kolay değildi.

Küçücük yaşına rağmen, Enes de bir şeyler yapmanın derdine düşmüştü. Çok sıkışıp bunaldıkları bir gün, annesine dert yandı:

–Şimdi ne yapacağız anneciğim?

–Allah büyüktür oğlum. Bir çaresini bulacağız inşâallah!

–Ben sadece kendim için değil anneciğim, senin için de çok üzülüyorum!

–Ah benim sevgili yavrum! Bilmez miyim seni? Eve bir şeyler getirmek için ne kadar gayret sarf ettiğini bilmez miyim?

Ne kadar zor durumda kalırlarsa kalsınlar, durumlarını hiç kimseye söylememişlerdi.

Buna rağmen hâllerinden sıkıntılı oldukları belli oluyordu. Bunu anlayan müslüman kardeşleri, onlara ellerinden geldikçe yardımcı olmaya çalışıyorlardı. Bu böyle ne kadar sürerdi ki?

O günlerde ancak dokuz yaşlarında olan küçük Enes’in küçük omuzlarına, büyük bir yük binmişti! Evi çekip çevirmek için, yaşının çok üstünde bir gayret sarf ediyordu. Sevgili annesinin çok üzüldüğünü gördükçe, daha çok gayret gösteriyordu.

Günlerden bir gündü yine… Evde yiyecek içecek hiçbir şey kalmamıştı. Ana-oğul birer köşeye çekilmiş, sessizce oturuyorlardı. İkisi de birbirlerinden saklanıyorlardı sanki. Daha doğrusu gözyaşlarını saklıyorlardı. Öylesine çaresiz bir duruma düşmüşlerdi ki, şimdiye kadar hiç böyle olmamıştı. Öylesine dalıp gitmişlerdi ki, kapının çalındığını dahî duymamışlardı. Kapıyı çalan kişi hem kapıyı çalıp hem de seslenince duydular sesini:

–Anne! Enes! Evde misiniz?

Sesi duyan küçük Enes, yerinden fırlarken, kurtulmuş gibi haykırdı:

–Ağabeyim geldi, Berrâ ağabeyim geldi işte!

«Kurtulduk anne, kurtulduk işte!» der gibiydi!

Kapıyı açar açmaz ağabeyinin bağrına atıldı. Bir yandan kucaklaşıyor, bir yandan da sevinçle konuşuyordu:

–Hoş geldin ağabeyciğim, hoş geldin!

–Dur kardeşim, dur Enes! Boğacak mısın beni?

–Kusura bakma ağabey! Senin gelişine o kadar çok sevindim ki, ne yaptığımı bilemez bir hâle geldim!

–Uzun yıllar ayrı kalmış gibi hareket ediyorsun Enesçiğim, ne oldu ki?

–Yok bir şey ağabey!

–Bana sıra gelmeyecek mi?

–Özür dilerim anneciğim. Sevincimi hoş gör…

–Allah seni her zaman sevindirsin Enes’im benim. Sen de hoş geldin Berrâcığım.

–Hoş bulduk anneciğim. İyisinizdir inşâallah.

–Çok şükür iyiyiz yavrum. Sizde ne var ne yok?

–Biz de iyiyiz. Dedemden duydum anne. Doğru mu?

–Maalesef doğru yavrum! Baban, müşrik olarak ölüp gitti!

Berrâ; bir yandan annesi ile konuşurken, bir yandan da getirmiş olduğu şeyleri açmaya çalışıyordu:

–Yine bir sürü şeyler getirmişsin oğlum!

–Ben de bu evin bir ferdiyim anneciğim. Ama dedemlerde kalmak zorundayım işte, ne yapayım.

–İyi ol da nerede kalırsan kal oğlum!

Berrâ; bazen annesi tarafından, bazen de babası tarafından dedelerinin yanında kalıyordu. Nineleri de çok düşkündüler ona. Ümmü Süleym Rumeysâ öz annesi olmadığı hâlde, öz annesi gibi sevip sayıyordu onu. Her fırsatta sevgili annesinin ve kardeşinin yanına geliyordu. Bir süre de burada kalıyordu.

Berrâ’nın getirdikleri ile, alelacele yemek hazırlandı. Üçü birlikte yemeklerin en tatlısı ve en anlamlısını yediler. Yemekten sonra Berrâ, yine annesine ve kardeşine serzenişte bulundu:

–Biz bir aileyiz, unutmayın bunu!

–Unutmayız ağabeyciğim; biz bir aileyiz tabiî ki. Sen de ağabeylerin en iyisisin!

Her mevzuda olduğu gibi, aile konusunda da en güzel örneğimiz hiç şüphesiz ki Peygamber Efendimiz’dir.

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem…-

______________________________________

1 İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe fî Ma‘rifeti’s-Sahâbe, c. 1, s. 151-152, c. 2, s. 472, c. 5. s. 345.
2 Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, c. 3, s. 395-406.
3 Şevkānî, Derru’s-Sahâbe, s. 417-421.