İSTER ŞÜKRET; İSTER NANKÖR OL!

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

SAYISIZ NİMET

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“O (Allah); göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lütuf olarak) size âmâde kılmıştır. Elbette bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır.” (el-Câsiye, 13)

Cenâb-ı Hak; bu ve benzeri birçok âyet-i kerîmede bizleri önce sonsuz nimetlerini tefekkür etmeye, sonra da bu tefekkürün neticesi olarak, nimetin hamd ve şükrüne davet etmekte.

Düşünelim, yerde ve gökte ne varsa;

Güneş, ay, atmosfer, toprak, rüzgâr, yağmur, nebat ve hayvanat her şey insanoğluna âmâde… Teneffüs ettiğimiz hava, içtiğimiz su, gıdâlandığımız sayısız bitki ve canlı… Açılan bin bir sofra… Muazzam bir hassâsiyet ve denge içinde ekolojik sistem… Hepsi insan için.

Rabbimiz buyuruyor:

“O (Allah), size kendisinden istediğiniz her şeyden verdi. Allâh’ın nimetlerini saymaya çalışsanız, sayamazsınız! Doğrusu insan, çok zâlim (ve) çok nankördür!” (İbrâhîm, 34)

Maddîlerin yanında sayısız mânevî lütuflar, akıl, sıhhat, îman ve ömür nimeti… Kur’ân-ı Kerîm’e mazhar olma ve Fahr-i Kâinât Efendimiz’in ümmeti olma bahtiyarlığı…

İkrâm edilen bunca nimet karşısında, insanın nankör olması, Rabbine itaat etmeyip de isyankâr olması ne büyük bir gaflettir!..

Üstelik insan, teşekkürün gerekli olduğunu vicdânen kabul eder. Nitekim bize bir buket çiçek hediye eden kimseye, müteşekkir oluruz. Karşılık vermek ister, en azından tatlı sözler ve mütebessim bir çehre ile mukabelede bulunuruz.

Bir düşünelim;

Eğer Cenâb-ı Hak; bu kâinâtı rengârenk çiçeklerle donatmasaydı, biz ruhlarımızı okşayan ıtırlarla dolu o çeşit çeşit güzelliklerden tamamen mahrum kalacaktık. Bir çiçek demeti alıp bize getirene; vicdânen göstermek mecburiyeti hissettiğimiz o şükran hissini, evvelâ o çiçekleri yoktan vâr eden Rabbimiz’e göstermemiz îcâb etmez mi?

Bize bir bardak su verene, teşekkür etmezsek, ayıp olur diye düşünürüz; ya suyu muhteşem atmosfer filtrelerinde arıtıp, berrak, tatlı ve tertemiz şekilde bize ikrâm eden Rabbimiz’e şükretmezsek, bunun adı ne olur? Nasıl bir hamlık, duygusuzluk, nâdanlık ve küstahlık olur.

Cenâb-ı Hak tehditkâr bir sûrette insana şöyle buyurur:

“…İster şükret, ister nankör ol! (İkisinin de karşılığı, mükâfat veya cezası sanadır!..)” (Bkz. el-İnsân, 3)

Hak dostları, misaller ve kıssalarla nankörlüğün çirkinliğini göz önüne sermişlerdir. Bu hususta Ferîdüddîn Attâr’ın naklettiği şu kıssa, çok ibretlidir:

YOL VERİN EDEPSİZE!..

Padişahın sevdiği bir av köpeği vardı. Avcılıkta çok mâhir idi. Padişah, ona son derece değer verir ve her ava çıkışında mutlaka onu yanına alırdı. Tasmasını mücevherlerle süslemiş, ayaklarına altın ve gümüşten halkalar taktırmıştı. Sırtı da sırmalı atlas bir çulla kaplıydı.

Bir gün padişah; yine onu yanına almış, saray erkânı ile ava çıkmıştı. Tasmanın ipek ipi elinde, at üzerinde vakur bir şekilde ilerleyen sultan; gayet neşeliydi. Fakat birden bu neşesini kaçıran bir şey oldu. Çok sevdiği köpeği, padişahını unutmuş bir vaziyette başka bir şeyle oyalanmaktaydı. Padişah; önce mahzun olarak elindeki ipi çektiyse de köpek direndi, önündeki kemik parçasını kemirmeye devam etti. Bu hâl karşısında padişah, hayret ve hiddet hisleri arasında haykırdı:

“–Huzûrumda beni unutarak başka bir şeyle meşgul olmak! Huzûrumda benim tertemiz ve sayısız nimetlerime sırt dönüp de basit ve değersiz bir kemiğe kapılmak! Üstelik o pis ve çürük kemik için bana itaatten kopmak ve âsî gelmek! Nasıl olur bu gaflet ve ihanet?!.”

Son derece üzüldü. Köpeğinin bu nankörlük, vefâsızlık ve duygusuzluğu padişaha çok dokunmuştu. Bir köpek de olsa, mâzur görüp affetmek, içinden gelmedi. O kadar izzet, ihsan ve ikrâma karşı köpeğinin bir anda, hem de bir kemik parçası için kendisini unutması, affedilir bir iş değildi. Gazapla;

“–Yol verin şu edepsize!” dedi.

Gafil köpek; bu hiddetin mânâsını kavradığında iş işten geçmiş, yapacak bir şey kalmamıştı. Öyle ki, etrafındakiler padişaha;

“–Sultanım, üzerinde mücevher, altın, gümüş ne varsa alalım da öyle bırakalım!” dediklerinde padişah;

“–Hayır! Bırakınız öyle gitsin!” dedi.

Ardından ilâve etti:

“–Bırakınız öyle gitsin! Öyle gitsin de, ıssız ve kızgın çöllerde garip, aç ve susuz kalsın; onlara bakarak kaybettiği ikram ve lütufların acısını yaşasın!..”

Bu hikâyenin temsil ettiği üzere; insanoğlunu mükerrem kılan, ona sayısız maddî ve mânevî ihsanlarda bulunan Cenâb-ı Hak; onun duygusuzluğu, nankörlüğü ve vefâsızlığı üzerine gazaba gelir. İnsanın, Âlemlerin Rabbi’ni bırakıp da fânî varlıklara gönül kaptırması, «gayretullâh»a dokunur.

Bu îtibarla;

Tezkiye zarûrîdir. Serseri vaziyetteki uyuz sokak köpekleri ile terbiye edilmiş av köpeği, bekçi köpeği ve bahçe köpeklerinin arasındaki fark işte bu tezkiyedir.

Terbiye edilmiş köpeklerde muazzam bir sadâkat, teslîmiyet ve daha nice güzellikler vardır. O güzellikler dolayısıyla Ashâb-ı Kehf’in köpeği o sâdıklardan ayrılmamış, neticede hayvan olmasına rağmen cennetlik olmuş ve sadâkati sebebiyle Kur’ânî bir ifade kazanmıştır.

İmam Gazâlî buyurur:

“Atını terbiye eden süvariyi at, sahibinin istediği menzile götürür. Fakat terbiye edilmemiş at ile sefere çıkan kimse, an gelir o atın hamlığı yüzünden uçurumlara yuvarlanır.”

Ham olan at, sahibini helâk eder. Ancak terbiye edilmiş at, hedefe ulaştırır.

Hâsılı;

Terbiye edilmiş bir at mesâbesindeki nefs de, insanı cennete götüren bir binek olurken, terbiye edilmemiş nefs ise, cehenneme götüren bir aygır mesâbesinde olmaktadır.

Hazret-i Mevlânâ da, nankörlüğü kelplerle verdiği bir misal ile mecâzî olarak mânidar bir şekilde şöyle anlatır:

“Köpekler bile mahallelerine gelen serseri köpeklere, ait oldukları yere sadâkati ve bağlılığı hatırlatarak derler ki:

«–Ait olduğun evden gönül bağını koparma!»

«‒Nimetlere erdiğin, o ait olduğun kapıya sımsıkı sarıl. O nimetin şükrünü yerine getir. Hakk’ı gözet, o Hak kapısından ayrılma…

Hattâ;

Ait olduğu kapısına gitsin ve orada kurtuluşa ersin diye o serseri köpeği terbiye etmek için azarlarlar. Azarlayarak şöyle derler:

«‒Git, ey şaşkın köpek! Sakın velînîmetine isyan etme!»”

Bu mânidar ifadelerden sonra Hazret-i Mevlânâ, doğrudan insana seslenir:

“‒Ey insan!

Vefâsızlık; köpekler için bile bir leke, bir ayıp olduğu hâlde, sen nasıl oluyor da insan olarak vefâsızlık ve nankörlük gösteriyorsun?”

Nankörlük; zâhirî haramlar dediğimiz kalp hastalıklarından, gönül kanserlerinden biridir ki, bunun şifâsı da; ancak nimetleri tefekkür etmek, dâimâ hamd ve şükür içinde yaşamaktır. Yani;

NANKÖRLÜĞÜN DEVÂSI: HAMD ve ŞÜKÜR

Cenâb-ı Hak, bize her namazda günde en az kırk kez;

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ

“Âlemlerin Rabbi Allâh’a hamd olsun!” (el-Fâtiha, 2) diye lisânen hamd ve şükretmemizi emrediyor.

O Allah ki Âlemlerin Rabbi: Sonsuz bir kudret ve azamet… Bunu idrâk et ve O’na hamdet…

Lâkin hamd ve şükür, sadece lisanda kalmayacak. Nankörlükten kurtaracak asıl şükür; nimetin, o nimeti veren Cenâb-ı Hakk’ın rızâsı dışında kullanılmamasıdır. O’nun verdiği nimetlerle, O’nun rızâsını tahsil etmeye gayret etmektir.

Nitekim, Tevbe Sûresi’nde Rabbimiz; mü’minlerin can ve mal nimetleriyle kendi yolunda cihâd etmeleri karşılığında, kendilerine cenneti vereceğini buyurmuştur. Fânî ömür ve fânî mal karşılığında, ebedî saâdetin verildiği bu alışveriş, Cenâb-ı Hakk’ın bir başka nimetidir, çok sevinilmesi gereken büyük bir kazançtır.

Müteâkip 112’nci âyet-i kerîmede de, Rabbimiz âdetâ yolundaki gayretleri madde madde sayarak şöyle buyurur:

اَلتَّٓائِبُونَ الْعَابِدُونَ الْحَامِدُونَ السَّٓائِحُونَ الرَّاكِعُونَ
السَّاجِدُونَ الْاٰمِرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَالنَّاهُونَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَالْحَافِظُونَ لِحُدُودِ اللّٰهِۜ وَبَشِّرِ الْمُؤْمِن۪ينَ

“Tevbe edenler, ibâdet edenler, hamd edenler, oruç tutanlar, rükû edenler, secde edenler, iyiliği emredip kötülükten alıkoyanlar, Allâh’ın sınırlarını koruyanlar… İşte o mü’minleri müjdele!” (et-Tevbe, 112)

Bunlardan tevbe ve hamdin beraberliği çok mühimdir. Mü’min kul; devamlı hamd etmelidir, yani her nereye baksa ve neyi görse Cenâb-ı Hakk’ı hatırlamalıdır. Her gördüğü ilâhî vitrinde Cenâb-ı Hak’la buluşmalıdır. İstifâde ettiği her nimette, kokladığı her çiçekte, yediği her lokmada, hâsılı aldığı her nefeste şu tefekkür içinde olmalıdır:

Bu nimeti kim verdi, ne için?..

Böylece nimetten, Mün‘im’e / O nimeti veren Allâh’a varacak. Cenâb-ı Hak’la buluşacak.

İnsan, bu tefekkürle anlar ki, ne kadar kulluk etse de, nâil olduğu nimetlerin şükrünü edâ edebilmesine imkân yok!.. Bu duygu da onu tevbeye ve istiğfâra götürecek. Tevbe ve istiğfar sadece günahlardan dolayı gerekmez. Hamd ve şükrü hakkıyla îfâ edememek de, tevbe ve istiğfârı mûciptir.

Nitekim;

En büyük istiğfârı peygamberlerde görüyoruz. Cenâb-ı Hak da Nasr Sûresi’nde gördüğümüz üzere, bir muvaffakiyetten sonra, hemen hamd ile tesbihe ve istiğfâra davet ediyor.

“(Ey Rasûl’üm!)

Allâh’ın yardımı ve zaferi gelip de insanların bölük bölük Allâh’ın dînine girmekte olduklarını gördüğün vakit;

RABBİNE HAMDEDEREK

O’NU TESBİH ET!

ve O’NDAN MAĞFİRET DİLE!

Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir.” (en-Nasr, 1-3)

Hamd ile tesbih nedir? Nâil olunan zafer ve muvaffakiyet nimetini, Cenâb-ı Hakk’a izâfe etmektir. Nefse pay çıkarmamaktır.

Kārûn’a;

“Allâh’ın sana ihsân ettiği gibi sen de ihsân et!” (el-Kasas, 77) dediklerinde, yani eriştiği serveti kendisine Allâh’ın ihsân ettiğini hatırlattıklarında o; bu hakikati unuttu, nankörlük etti ve şöyle dedi:

“O (servet) bana ancak kendimdeki bilgi sayesinde verildi! …” (Bkz. el-Kasas, 78)

Yani zenginliği kendisine izâfe etti. Nankörlüğe düştü. Nimetin sahibini unuttu. Sonunda o servet, kendisine mezar oldu. Malı ve mülküyle yerin dibine geçirildi. Kıyâmette de onu perişan bir âkıbet beklemekte.

Dolayısıyla;

Bir insanın mazhar olduğu nimetleri kendisine mâl edip nankörlüğe düşmesi; nâdan, abus ve alık olması, kalbini bir vîrâneye çevirmesi demektir.

Bu çirkin hâl, şu perişan manzaraya benzer:

Mükemmel bir ziyafet sofrası kurulur, her türlü nimetten bol bol çeşit çeşit konulur. Bir kişi davet edilir. O kişi, sofrada obur bir şekilde yer; sonra da teşekkür etmek bir tarafa, sofraya bir tekme vurur, kalkar gider.

İnsanın bunca ilâhî nimet karşısındaki şükürsüzlüğü ve nankörlüğü böyle fecîdir. Cenâb-ı Hak; şükredenlere nimeti artırmayı va‘detmiş, nankörlere ise şiddetli bir azâbı takdir etmiştir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“…Eğer şükrederseniz, elbette size olan (nimetlerimi) artırırım. Eğer nankörlük ederseniz, hiç şüphesiz azâbım çok şiddetlidir!” (İbrâhîm, 7)

Şükür, nimeti ve nimetin bereketini artırdığı gibi, nankörlük de yok eder.

Hazret-i Mevlânâ; şükürsüzlüğü, ağır bir edepsizlik olarak tarif ederek ondan şöyle sakındırır:

“Kendimizi kontrol ederek, Cenâb-ı Hak’tan; edepli bir insan olmak husûsunda bizi muvaffak kılmasını niyâz edelim. Çünkü edebi olma­yan kişi, Allâh’ın lutfundan mahrum kalır.

Edebi olmayan, yalnız kendisine kötülük etmiş olmaz; belki edepsiz­liği yüzünden bütün dünyayı ateşe vermiş olur.

Nitekim;

Zahmet ve baş ağrısı olmaksızın, ilâhî lütuf olarak İsrâiloğullarına gökten sofra iniyordu.

Hazret-i Musa’nın kavmi arasında bulunan birkaç edepsiz;

«‒Hani sarımsak, hani mercimek?» diye söylendiler.

Bunun üzerine gökyüzünden inen sofra inmez oldu. Ekmek kesildi, bıldırcın kuşu ile kudret helvası bulunmaz oldu. Bundan sonra insanlara; ekin ekme, bel belleme, çapa ve orak yorgunluğu kaldı.

Hazret-i Musa, tekrar şefaat edince, Cenâb-ı Hak gökten bir sofra indirdi. Tabaklar içinde nimet gönderdi. Fakat küstahlar, yine edepsizlik ettiler. Dilenciler gibi sofradan yemek aşırdılar. Musa-aleyhisselâm- onlara yalvardı. Dedi ki:

«‒Bu sofra devamlıdır. Yeryüzünden kalkmayacak, eksilmeyecektir.»

Büyük bir zâtın sofrasında bulunup da açgözlülük etmek, hırsa kapılmak nankörlüktür.

O çirkin suratlı görmemişlerin hırsı yüzünden, kendilerine o ilâhî rahmet kapısı kapandı.

Bilesin ki;

Gamdan, kederden ve sıkıntıdan başına ne gelirse bunlar; pervâsızlıktan, edepsizlikten ve küstahlıktan gelir.”

Hazret-i Mevlânâ, şükürsüzlüğün insanlık haysiyetine yakışmayan çirkin vaziyetini şöyle ifade eder:

“Yarattığı şeylerde Allâh’ın sıfatlarını, yaratma kudretini ve sanatını görmeden ekmek yiyecek olsam, lokmalar boğazımda kalır!

O’nun yarattığı güzellikleri seyretmeden, O’nun gülünü ve gül bahçesini görmeden, yediğimiz lokma nasıl içimize siner?”

Nankörlüğün çeşitleri vardır.

Nimetin asıl sahibi Allâh’a şükürden sonra, nimete vesile olan insanlara da teşekkür hissiyâtı içinde olmak îcâb eder.

Sâir birçok ahlâkî haslet gibi, şükür de insânî muamelelerde ehemmiyetlidir.

Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Aza şükretmeyen çoğa da şükretmez; insanlara teşekkür etmeyen Allâh’a da şükretmez.” (Ahmed, IV, 278, 375; Ebû Dâvûd, Edeb, 11; Tirmizî, Birr, 35)

Cenâb-ı Hak; zâtına karşı nankörlük ve vefâsızlık gibi, evlâdın anne-babasına, eşlerin birbirine nankörlüğünü de yasaklamıştır. Talebenin hocasına, çırağın ustasına, insanın vesile-i nimeti olan kişilere müteşekkir olması îcâb eder.

İnsana yakışan vefâlı olmasıdır.

MÂNEVÎ NANKÖRLÜK

Nankörlüğün bir şekli de Kārûn’un da başlangıçta dûçâr olduğu üzere; mâneviyattan sonra maddiyâta yönelmek şeklindedir. Hazret-i Mevlânâ, nasiplendiği mânevî eşiklere karşı nankörleşen insanı şöyle îkāz eder:

“Ey sana verilen mânevî yemekleri unutan kişi! Sen gönül kapısından ve gönül sahiplerinin kapısından kaç kere âb-ı hayat içtin, gözlerin açıldı?

Hatırlamıyor musun? O gönül ehlinin kapısından aldığın mânevî gıdâlarla ve mânevî zevklerle birçok defa âdetâ mest olmuş, kendinden geçmiş bir hâlde ayrılırdın?

Sonra hırsa kapıldın, bir şeylere kızdın, bağlı olduğun ilk kapıya önem vermez oldun. Kendi benliğinin tesiri altında kalarak o kapıda kusurlar gördün de, başka kapıların çevresinde dolaşmaya başladın.

Gösterişli ve tenceresi yağlı nimetler verenlerin kapılarına, artık ye­mekler için koşuyor, çanak yalayıcılık ediyorsun.

Asıl besleyici yiyeceklerin ve zenginliklerin; burada, gönül ehlinin kapısında olduğunu bil ki, rûhun mânevî gıdâ ile güçlensin, ümitsiz işler burada düzene girsin, iyi olsun.”

Nankörlük, nimetin ziyanına sebeptir. Mânevî nimetlere nankörlük de Allah muhafaza büyük kayıplar ve iflâslar getirir.

Yâ Rabbî!..

Habîb’inin tâlim ettiği duâ ile Sana yalvarıyoruz:

«Allâh’ım!..

Sen’i hakkıyla zikredebilmemize, Sana hakkıyla şükredebilmemize ve Sana güzel bir kulluk edebilmemize yardım eyle!..»

Âmîn!..