FITRATA DÖN!..

YAZAR : H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Allah Teâlâ bir âyet-i kerîmede şöyle buyuruyor:

“Sen yüzünü hanîf olarak dîne, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmışsa ona çevir. Allâh’ın yaratmasında hiçbir değiştirme yoktur. İşte bu, dosdoğru dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (er-Rûm 30/30)

Âhirzamanda yabancılaştığımız mefhumlardan biridir fıtrat. Beşer eliyle ortaya konulan teknik îcat ve keşifler; hayat tarzımıza bazı yenilikler getirdi diye, insanın değişmeyen bir yaratılışı olduğunu unuttuk. Meselâ makineler kas kuvvetine ihtiyacı azalttı, işleri kolaylaştırdı, üretimin bollaşmasına vesile oldu, şehirleşme ve refah getirdi diye; neredeyse yaratılışımız da değişti zanneder olduk. Sanki artık kendimizi fişe takıp şarj ediyormuşuz, yerden biten gıdâlarla beslenmesi îcap eden bir vücuda sahip değilmişiz gibi hareket ediyoruz.

Hâlbuki değişim, teknik ilerleme, modernizm vs. adı altındaki bütün bu yeniliklerin dahî nüvesi; yine fıtratımızda gizliydi, zamanla açığa çıktı. İnsanoğlu ilk yaratıldığı zamandan beri, belli bir medenî seviyeye muhtaçtı. Hattâ bir yerlerde okumuştum, dürüst bir batılı ilim adamı şöyle diyor:

“İnsanların geçmişte mağaralarda yaşadığı, avcılık ve toplayıcılıkla geçindiği nazariyeleri pek de akla uygun değil. Çünkü insan yavrusu, çok nârin ve uzun bir zaman bakıma muhtaç. Ziraat, mülkiyet, evlilik ve ailevî dayanışmanın olmadığı ibtidâî bir hayatta; insan neslinin devamı mümkün görünmüyor.”

İnsanoğlunun yaratılışında, diğer hayvanlarda bulunmayan birçok özellik gizlenmiş. Meselâ hayvanlarda pek bulunmayan veya pek az bulunan; tiksinme duygusu, temizlik ihtiyacı gibi… Allah Teâlâ köpekleri leş yiyebilecek şekilde yaratmış. Midelerinin asidi o kadar kuvvetli ki, kokuşmaya yüz tutmuş leşleri yiyebiliyor. Ama insan; ancak taze, temiz ve pişmiş eti hazmedebiliyor. Yaratıcımız bizi ağzı kana bulanmış olarak görmek istemiyor, ona göre bir fıtratta yaratmış.

Batılı ilim adamları, önceleri; insanın diğer canlılar gibi olup, bazı duygu ve düşünceleri beşerî kültür ile edindiklerini zannediyordu. Meselâ utanma duygusunun, beşer inanç ve kültürünün tesiri olduğu düşünülüyordu. Ama bir gün; kaza geçirip beyninin alın tarafındaki bir bölgesi hasar gören bir hastanın, utanma duygusunu kaybettiği görüldü. O zaman; hayâ duygusunun, insanın fıtratında mevcut bir duygu olduğu anlaşıldı.

Allah Teâlâ; insanı bir fıtrat üzere yarattığı gibi, o fıtratı kemâle erdirecek fıtrî bir din de indirmiştir. Zaten fıtrat kelimesini âlimler, «yaratılışta bulunan hakkı-hakikati kabule yatkınlık» olarak açıklamışlar. Bilhassa Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hadîs-i şerîfinde geçen fıtrat kelimesi, bu mânâya işaret etmektedir:

“Dünyaya gelen her çocuk fıtrat üzere doğar; sonra anne ve babası onu yahudi, hıristiyan, mecûsî (farklı bir rivâyete göre, hattâ müşrik) yapar.” (Buhârî, Cenâiz, 79, 80, 93; Müslim, Kader, 22-25)

Allâh’ın yarattığı fıtrat; sevgiye, merhamete, barışa, anlaşmaya, paylaşmaya, edebe, sadâkate, îmân etmeye, ibâdet etmeye, şükretmeye, iyiliğe… elverişlidir. Fakat beşerin ürettiği ideolojiler, bâtıl inançlar, tahrif edilmiş dinler ve benzerleri; insanın aslî yaratılışını bozmaktadır. İslâm; insanın gerçek fıtratına dönüp, onda bulunan istidâdı kemâle erdirmeyi hedeflemektedir.

İslâm; insanın medeniyetini yükseltip, şahsiyetini olgunlaştırması için ihtiyaç duyduğu kanun, ahlâk ve edep kaidelerini ihtivâ etmektedir. Peygamber Efendimiz’in sünnetlerinden sadece biri dahî, maddî ve mânevî fıtratımıza ne kadar uygun olduğunu ispata yeter.

Meselâ; geçmiş yıllarda, bir grup araştırmacı tarafından gönüllülerle yapılmış bir uyku deneyi buna örnektir. Malûm olduğu üzere; artık uyku düzeni bakımından dahî, Allâh’ın yarattığı fıtrattan uzaklaşmış bulunuyoruz. Âhirzamanda; bütün gün çalışıp yoruluyor, akşamları hava karardıktan sonra uzun bir zaman elektrikli lâmbalar ve ekranlar sayesinde ışık ve sese maruz kalıyoruz. Böylece uyku düzenimiz bozuluyor.

Bu cihazlar yokken tabiî uyku düzenimizin nasıl olduğunu araştırmak için, elektriği olmayan bir köyde kamp yapan gönüllüler, şunları anlatmışlar:

“Hava karardıktan bir süre sonra üzerimize bir ağırlık çöktü ve uykuya daldık. Gece yarısını biraz geçmişti ki kendiliğimizden uyandık. O anda kendimizi hayatımız boyunca hiç hissetmediğimiz kadar zinde hissettik.”

Bu gönüllüler; Peygamber Efendimiz’in yatsı namazından sonra fazla oturmayıp hemen uyuması, gece teheccüde kalkıp ibâdet etmesi sünnetini hiç bilmedikleri hâlde, kendilerini fıtrata bırakınca tabiî olarak böyle hissetmişler. Ayrıca gönüllülerin kan tahlillerinde, prolâktin hormonunun en üst seviyede çıkmış olması da çok şaşırtıcı.

Bu hormon; normalde annelik duygusunu oluşturan ve emziren annelerde en yüksek değere ulaşan bir hormon olduğu için, erkeklerde neden bulunduğu bile bilinmiyor. Annenin yavrusuna karşı duyduğu bağlılık, sevgi, şefkat ve sabır gibi duygularla alâkası olduğu düşünülen hormonun; aynı zamanda şeheviyat kaynağı hormonlarla da ters orantılı olduğu biliniyor.

Bu saatte bu hormonun yüksek olmasıyla, insanın kendi aslî fıtratına en çok bu seher vakitlerinde dönmesi arasında nasıl bir bağ olduğunu henüz tam olarak bilmiyoruz. Ama bildiğimiz şey; âhirzamanda bizim annelere bile, annelik fıtratını doğru düzgün yaşamaları için izin vermeyen bir yabancılaşmayı dayattığımız… Oysa belki de asıl bizlerin, annelerden almamız gereken çok dersler var.

Para kazanmayı, makam mevkîlere gelmeyi, karar mekanizmalarında yer almayı; en önemli şey zannediyoruz. Her şeyi kontrol etmeye çalışıyor, fıtratın önemini unutuyoruz. Oysa belki de yapmamız gereken sadece; fazla müdahale etmemek, bozmamak, koruyup kendi tabiî gelişimini desteklemek…