İnsanı İnşânın Temeli: FITRAT

YAZAR : B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

Her inşânın dayandığı bir esas vardır; bu temelin hususiyetleri, üzerindeki esere de önemli ölçüde tesir eder. Bu sebepledir ki; İslâmiyet dışında, dînin esasını teşkil eden ilâhî kitapları muhteris ellerde tahrifâta uğrayan diğer semâvî dinler, gayeleri olan, insanı dünya ve âhiret saâdetine kavuşturma hassalarını kaybetmişler, hattâ insanlık için hâlledilmesi gereken bir mesele hâline gelmişlerdir. İslâmiyet ise, bütün art niyetli gayretlere rağmen bir harfi bile değiştirilemeyen Kur’ân’ı ve onun tefsîri mâhiyetindeki «Sünnet»i ile, kıyâmete kadar insanlığın tek saâdet yolu olarak kalmıştır.

İnsan şahsiyetinin esası da yaratılışla gelen fıtrattır.

«Fıtrat; yaratılış, belli yetenek ve yatkınlığa sahip oluş» mânâsında kullanılır. Buna göre fıtrat; ilk yaratılış ânında varlık türlerinin temel yapısını, karakterini ve henüz dış tesirlerden etkilenmemiş olan ilk durumlarını belirtir.”1

İnsan; hikmetine binâen; en üst mertebelere tırmanmakla (âlâ-yı illiyyîn), aşağıların aşağısına (esfel-i sâfilîn) yuvarlanmaya namzet olarak yaratılmıştır. Allah Teâlâ, ilâhî rehber olarak sonsuz rahmetiyle inzal buyurduğu yüce «kelâm»ı ve onu tâlim eden peygamberleriyle insanı kendi hâline bırakmamış; ayrıca akıl, irade, nefis gibi hassalarla teçhiz buyurmuştur. Böylece, «eşref-i mahlûkat» olmanın muktezâsınca; bu saâdet bahşeden veya hüsranlara gark eden âkıbetler kendi tercihine ve mes’ûliyetine bağlı kılınmıştır. Pavlus tarafından önemli ölçüde tahrif edilen Hıristiyanlıkta; insanın doğuştan günahkâr olduğu beyan edilerek, temizlenmesi için «vaftiz» edilir. Ancak gerçek durum, İslâmiyet’te vaz edildiği üzere; sağlam, sâlih bir şahsiyet inşâ etmeye müsait bir esasla, fıtratla yaratıldığıdır. Bu husus; «ezel bezmi»ndeki ahdin tahakkukuna mâtuf bir tabiatın ihsanı mânâsına da gelir.

“İslâmî doktrine göre insanın ilk yaratılış durumu; temiz ve günahsız, gelişme ve olgunlaşmaya hazır ve elverişli, insan olmanın ve insanca yaşamanın gerektirdiği bütün imkân ve özellikleri bünyesinde taşıyan bir potansiyel tamlığa sahiptir.”2 Fıtratın önemi ile alâkalı olarak, Kur’ân-ı Kerim’de;

“O hâlde (Habîbim!) Sen yüzünü bir muvahhid olarak dîne yönelt. Allâh’ın insanları yaratmasında esas aldığı o fıtrata uygun hareket et…” (er-Rûm, 30) buyurulur.

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de meseleyle alâkalı şöyle îkaz buyurur:

“Dünyaya gelen her insan fıtrat üzere doğar; sonra anne ve babası onu yahudi, hıristiyan, mecûsî (farklı bir rivâyete göre, hattâ müşrik) yapar.” (Buhârî, Cenâiz, 79, 80, 93; Müslim, Ķader, 22-25)

İnsana düşen; bu sağlam temel üzerine, Allah Teâlâ’nın rızâsına uygun, sağlam bir şahsiyetin inşâ edilmesidir. İnsanın geliştiği aile ve çevre şartları, gördüğü tâlim ve terbiye, şahsiyetini teşkil eden hususiyetler; onun istikametini belirler. Bu; şüphesiz ya fıtrata uygun olarak müsbet yönde, «âlâ-yı illiyyîn»e doğru veyahut da menfî yönde, «esfel-i sâfilîn»e doğru seyredecektir.

İnsanın yaratılışından itibaren, Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’ın oğullarından Hâbil’in temsil ettiği «hak» ve Kābil’in temsil etiği «bâtıl» arasındaki mücadele devam ediyor. Allah Teâlâ, «kâinâtı kendisine musahhar kılmak»la taltif buyurduğu insanı (Bkz. el-Câsiye, 13), aynı zamanda «yeryüzünde hakkın temsilcisi olmak»la da mükellef tutmuştur. Bâtılı temsil eden mihrakların; insana, «ezel bezmi»ndeki ahdini çiğnetmek için takip ettikleri yolun ana hattı; onun şahsiyet esasını, fıtrat ayarlarını bozmaktır. Nitekim; bugün ihtilâçlar içinde çırpınan cemiyetler, kan ve ateş deryâsında kıvranan insanlık, istikametini kaybetmiş olmanın hüsranını yaşıyor.

İnsana dünya ve âhiret saâdetini kazandıracak doğru istikametin tâlim ve terbiyesi olan din; buna vesile olacak şahsiyet inşâsı için ilâhî bir lütuftur. Bu cümleden olarak, dînin vaz ettiği, fıtratı istikamet üzere geliştirecek değerler manzûmesi de; bâtıl çığırının, insanın ufkundan çıkarılması gereken en önemli hedefleridir. Ülkemizde; dış mihrakların da desteği ile, daha yakın zamanlara kadar, dindar insanların ve nesillerin dînî tâlim ve terbiyesinin fevkalâde tehlikeli kabul edildiği, bunu önlemek için akla ziyan her türlü tedbirin alınmasından çekinmeyen ceberût bir zihniyetin hükümfermâ olduğu bir gerçekti.

Güzel ahlâk; içtimâî yapının sağlamlığını temin edip, onu ayakta tutan bir fazîlettir. Ahlâkî bakımdan tefessüh etmiş kavimlerin çökmesinin mukadder olduğu, tarihin kaydettiği bir hakikattir.

Mahremiyete riâyet, edep, hayâ, iffet… gibi nefsâniyeti murakabe eden, güzel ahlâkın tezâhürleri olan fazîletler; dış mihraklarla irtibatlı belirli çevrelerce «irticâ» ithâmı ile yaftalanıp, içtimâî hayattan çıkarılmak isteniyor. Yerlerine de, «çağdaşlık, ilericilik, modernlik…» yâveleri ile, batının dünyevîleşmiş kültürünün süflî tezâhürleri ikāme edilmek isteniyor. Kâinatta bütün varlıklar; tabiatlarına uygun, hikmetlerine memur olarak davranırlar. Ancak insandır ki; kendinden ve Rabbinden gafil olarak, istikametinden sapabilir. Cemiyetin selâmeti için; fıtrata aykırı olarak içtimâî huzuru ifsâd edip, cemiyette fitne çıkmasına sebep olacak birçok davranışlar, gerek Kur’ân-ı Kerim, gerekse hadîs-i şeriflerde lânetlenmişlerdir. Ülkemizde; birtakım siyâsî parti ve kadın dernekleri mensuplarının, «Özgürlük» adına;

«Zinâ serbest olsun.», «Yurtlarda kız-erkek karışık kalınsın.», «İçkili mekânlara hiç bir kısıtlama getirilmesin.», «Okullara seçmeli de olsa din dersleri konulmasın.»… diye sokaklara döküldükleri, şahit olunan ibretâmiz hâdiselerdendir.

Dünyevîleşmenin kıskacıdaki insanlık; «hevâsını ilâh edinen» mihraklarca, fıtrî değerleri yozlaştırılarak nefsâniyete râm edilip, bencil ihtirasların girdaplarına sürülüyor. Tarihe şan veren bir medeniyetin vârisi olan ülkemizin; kendisini çökertmek için her türlü kirli tuzakları kuran dış mihrakların oyunlarını bozarak, istikbâlin sahibi olan nesillerini korumak için her türlü tedbiri alması bir zarurettir. Allah Teâlâ’nın ihsan buyurduğu temiz fıtrat esas alınarak, ilâhî istikamet üzere şahsiyeti ikmâl edilen nesiller; sadece İslâm âleminin değil, mazlumlar coğrafyasının ve dünyanın da huzura kavuşmasının teminatı olacaktır. Îman şairi Üstad Necip Fazıl’ın deyişiyle:

Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz;
Sen kıvrıl, ben gideyim; Son Peygamber kılavuz.
Yol O’nun, varlık O’nun, gerisi hep angarya;
Yüz üstü çok süründün, ayağa kalk Sakarya.
_________________________
1 TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 13, s. 47.
2 Prof. Dr. Hayrettin KARAMAN, Y. Şafak, 08.03.2015.