Zalimlerin Korkusu: HAKKI TEMSİL EDENLER

YAZAR : B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

Yaratılışın hikmeti ile alâkalı olarak, Kur’ân-ı Kerim’de;

“…Birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabîlelere ayırdık.

Muhakkak ki;

Allah yanında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır…” (el-Hucurât, 13) buyurulur.

«Ezel Bezmi»nde kul olmaya söz veren insanın vazifesi de, kendisine emânet olarak tevdî buyurulan, idrak ötesi mükemmellikte ve ilâhî bir sanatla tezyin edilmiş yeryüzünü, bu ihtişamla mütenâsip olarak, Allah Teâlâ adına barış ve adâletle idare etmektir. Şanlı ecdâdımız, başından itibaren, son halkası olan Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilmesine kadar; bu yüce dâvânın tahakkuku için çalışmış ve câhiliyye karanlığındaki çok geniş bir coğrafyayı, asırlarca rahmet meltemleriyle huzura kavuşturmuştur.

İslâm coğrafyasının kavuştuğu refah, adâlet ve huzur vasatı, Avrupa’da insanların sefâleti ve mazlumiyeti üzerinde saltanat süren ceberût kilise ve kralların işine gelmedi. Kudüs’e kadar, Orta Doğu’dan müslümanları çıkarmak ve zenginliklerini yağmalamak hırsıyla; 1095 yılından itibaren, Papa’nın talebiyle teşkil edilen ordularla «haçlı» seferleri başlatılıp, asırlarca devam ettirilmiştir. Ancak, bu kör zihniyet hiç kaybolmamış; dünyaya hâkim olan sömürgeci devletler eliyle, zaman ve zemine göre farklı usûllerle yenilenmiştir.

Devrin İngiliz Başbakanı Gladstone, 1882 yılında İngiliz Parlâmentosunda, Mısır’da karşılaşılan gāile üzerine Kur’ân’ı eline alarak şöyle bir konuşma yapar:

“Biz, bu Türkleri, savaş meydanlarında yenemiyoruz. Türkleri yenebilmenin, dize getirebilmenin tek yolu var: Bu kitâbı (Kur’ân’ı) ellerinden almak.”

Onlar için, İslâm coğrafyasına hâkim olmanın önündeki en büyük engel; hakkın temsili ve bu yüce dâvâyı güdenlerdir. Nitekim bu gerçeği şiâr edinen bütün sömürgecilerin; «böl-parçala-hükmet» usûlüyle hâkimiyet kurmalarında; «Allâh’a has kılınan İslâm» (ez-Zümer, 2) yerine, -hâşâ-; «Gayeye hizmet eden kuklalara has kılınan İslâmlar(!)», en önemli malzeme olmuşlardır. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, bu hususa dair bir haberi şöyledir:

“Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bir tanesi hariç, bunların tamamı ateştedir. Kurtuluşa erenler, benim ve ashâbımın yolunda olanlardır.” (Tirmizî, Îmân, 18)

Nitekim Osmanlı’nın artık dünyaya hükmedemez duruma gelmesiyle birlikte; batılı devletler, Osmanlı coğrafyası da dâhil olmak üzere Asya ve Afrika’yı da içine alan sömürge imparatorlukları hâline geldiler. Sonradan çekilmek zorunda kaldıkları yerleri de kendi adamlarına emânetle, her zaman deşilmeye hazır çıban başları olarak bırakarak terk ettiler.

Asırlardır hâkim oldukları mazlumlar coğrafyasını, iliklerine kadar sömüren, milyonlarca masumun kanını döken sömürgeciler; bu zulüm çarkının durmasına asla razı olmuyorlar. Haçlarını da bu ihtiras için vasıta olarak kullanıyorlar. Günümüzde bilhassa İslâm coğrafyasında misyonerlerin cirit atmaları, bu kirli niyetin bir tezâhürüdür.

1990’lı yıllarda, tek kutuplu «yeni dünya düzeni»ne geçildiğinde, artık «İslâm» tek düşman olarak hedefe konuldu. Ayrıca, İslâm’la bizzat değil, onun karşısına ihdas edilen «başka bir İslâm»(!) çıkarılarak mücadele edilmesi benimsendi. ABD’de, aslının ne olduğu hâlâ ortaya çıkarılmayan 2001 yılındaki esrarengiz «11 Eylül Hâdisesi»nden sonra; o zamanki devlet başkanı, resmen «yeni haçlı seferi»ni başlattı. Müteâkiben Afganistan ve Irak işgal edilerek milyonlarca insan katledildi; çeşitli isimler altında terör hizipleri ortaya salındı; sahte bir «Arap baharı» uydurularak müslüman ülkeler derin sarsıntılara, kargaşalara, iç savaşlara itildi. Bugün son örnek Suriye’de yedinci yılına giren iç savaşta; ülkede taş üstünde taş kalmadı, demografik yapıyı değiştirmek için, 22 milyon nüfusun bir milyona yakını katledildi, 12 milyonu yerlerinden sürüldü, 6 milyonu yarısı Türkiye’ye olmak üzere, başka ülkelere sığındı.

Mazlum milletlerin sömürgecilerin zulmünden kurtulabilmesi, ancak İslâm’ın diriltici nefesi ile derlenip toparlanabilmelerine ve düşürüldükleri zillet batağını görebilmelerine bağlı. Lâkin sömürgeciler, başlarına ördükleri çoraplarla onları harap ve bîtap düşürüp, buna fırsat bırakmıyor. Tarihte İslâm medeniyeti, «ehl-i sünnet» mihverde teşekkül etmişti. Bugün de, bu yüce dâvâyı ihyâ etmeye; son halkayı teşkil eden Osmanlı’nın vârisi olan ve mazlum milletlerin teveccüh ettikleri Türkiye namzettir.

Sömürgecilerin bölgemizdeki bütün oyunları; ülkemizin zayıflamasına, parçalanıp ufalanmasına yöneliktir. Bu maksatla müslüman bölge halkından ayrıştırılmış, saptırılmış kavmî ve mezhebî maskeli terör hareketleri tertip edilerek devreye sokulmuştur. Ülkemizin bir süredir, tevârüs ettiği yüce dâvâya sahip çıkma ve bunun için gerekli tedbirleri alma gayretleri, sömürgecileri âdeta zıvanadan çıkarmış; bölgenin sınırlarını yeniden düzenleme çerçevesinde, bütün terör hizipleri ehl-i sünnet kitle ve Türkiye’ye zarar verecek şekilde ayarlanmıştır.

Bugünlerde, Fransa’da, kendilerini aydın olarak tanıtan üç yüz kişi, neşrettikleri bir beyannâmede; «-hâşâ- Kur’ân-ı Kerim’deki şiddet ve yahudi düşmanlığını körükleyen âyetlerin çıkarılması» talebine cüret ettiler. Bu; İslâm ve Türkiye düşmanı bütün faaliyetlere kucak açan, koruyup kollayan batı ülkelerinin; asırlar süren şanlı medeniyetinde de görüldüğü üzere bir barış ve selâmet dîni olan İslâm’a, şimdiye kadar tek harfi bile değiştirilememiş tek ilâhî kitap olan Kur’ân-ı Kerîm’e saldırmalarının en son örneğidir. Hâlbuki, yahudileri ve diğer bütün mazlumları kendilerinin zulmünden kurtarıp himayeye alan bizim ecdâdımız olduğu gibi; süflî düşüncelerle tahrîfâta uğrayıp, ilâhî hususiyetlerini kaybeden ve muhteris niyetlerin dayandırıldığı kaynak da kendi din kitaplarıdır.

İrfan ehli;

“Zulüm pâyidâr olmaz. Zulümle âbâd olanın, âkıbeti berbâd olur.” demişler. Elbette ilâhî adâlet tecellî edecek; her meselede «haçlı dayanışması» ile karşımıza dikilen zalimler hak ettikleri karşılığı bulacaktırlar. Ancak bu lutfa lâyık olmak, üzerine düşeni yapmak da bir vecîbedir. Bu çerçevede, birlik ve beraberliğimizi sağlamak; hem elimizde kalan son vatan toprağımızın selâmeti, hem de bizi gözleyen mazlumlar dünyasının ümîdi olmak için en büyük güç kaynağımızdır.

Tıpkı, İstiklâl şairimiz merhum Mehmed Âkif’in;

Girmeden tefrika bir millete düşman, giremez;
Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez!

dediği gibi.