Ümmî Bir Peygamber’e; «OKU!» Hitabının Hikmeti

YAZAR : İrfan ÖZTÜRK

Harem-i şerifte, iftardan önce yaptığımız sohbetimizde, gönlüme düşen bir meseleyi Muhterem Hocamız Prof. Dr. Raşit ÖZBALIKÇI’ya sordum. Ben sordum, Hocamız cevapladı. Muhterem okurlarımıza arz ediyorum. Beraberce okuyalım:

Esasen Kur’ân-ı Kerîm’e göre, Araplar iki sınıfa ayrılıyorlardı:

1. «Ehl-i kitap» yani okuyanlar… Yani Tevrat ve İncil’i okuyanlar ve yazanlar.

2. Ümmîler yani okumayanlar… Yani Tevrat ve İncil’i okumayanlar -yazmayanlar-, yazı yoluyla çoğaltılmasında vazife almayanlar.

Kur’ân-ı Kerim; o gün yaşamakta olan Arapları ve diğerlerini, Tevrat ve İncil’i okuyanlar ve okumayanlar olarak ikiye ayırıyor ve bu kitapları okumayanları ise «ümmî» olarak nitelendiriyordu.

Bu husustaki yaklaşım şuydu:

Bir kısım insanlar vardı ki; bunlar sadece Tevrât’ı veya hem Tevrât’ı hem İncil’i okuyor ve dahî bazıları, bu kitapları yazarak çoğaltmayı vazife biliyorlardı.

Bir kısım insanlar ise bu kitapları okumuyorlar ve Kâbe’deki çeşitli putlara tapıyorlardı.

Pek küçük bir grup da ne kitapları okuyup-yazarak çoğaltıyor ne de putlara tapıyorlardı ki bunlara da «Hanifler» denmekteydi.

İşte gerek Hazret-i Muhammed Mustafâ -aleyhisselâm- gerekse Ebûbekir Sıddîk bu «hanifler» grubuna dâhil olarak «ümmîler» diye adlandırılan ve «ehl-i kitap» olmayan kimselerdendi. Yani, Tevrat ve İncil’i okuyup-yazmışlardan değillerdi.

Bu sebepten dolayıdır ki, Kur’ân-ı Kerim’de ilgili âyetlerde Efendimiz Muhammed Mustafâ -aleyhisselâm-;

“O, ümmî bir Nebî’dir.” (el-A‘râf, 7/158) diye tavsif edilip, O’na;

“Ehl-i Kitâb’a ve ümmî Araplara sor.” (Âl-i İmrân, 3/20) diye de hitap edilmekteydi.

Peygamberimiz’in ilk vahiy gelmeden önceki durumunu Kur’ân-ı Kerim şöyle tasvir etmektedir:

“Sen; bundan önce kitap okur değildin, hâlâ da elinle yazı yazmazsın. Öyle olsaydı bâtıla uyanlar şüphelenebilirlerdi.” (el-Ankebût, 29/48)

Kitabın niteliğini, îmânın esasının neden oluştuğunu bilmeyişini de şu şekilde beyan etmiştir:

“Sen önceleri kitap nedir, îman nedir bilmezdin.” (eş-Şûrâ, 42/52)

Fakat işte; “Yaratmak denilen işin sahibi olup, kâinâtı yaratan ve Sen’i yaratıp yetiştiren, Sana ve her işine sahip olan Rabbin Sen’i kudretiyle şu anda bir okur yaptı. Okunacak bir Kur’ân, bir kitap indirmeye başladı. Böyle öğretildiği gibi, o Rabbinin ismiyle başlayarak oku!” denildi.

“Kur’ân okumak istediğin zaman, Allâh’ın rahmetinden kovulmuş şeytanın şerrinden Allâh’a sığın.” (en-Nahl, 16/98) âyetinde de geçtiği üzere Kur’ân okumanın hakikati, sözü rastgele söylemekten daha güzel bir şekilde düzgün olarak bağlayarak birbiri ardınca ağızdan sesle çıkarmaktır ki; gerek ezberden ve gerek yüzünden, gerek gizli ve gerek açık mutlak olarak okumak demektir. Kitabın kitap olması için; gerçekten yazılmış olması şart olmadığı gibi, okumak için de mutlaka yazı şart değildir.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, inzivâya çekilmeyi âdet edindiği Hira Mağarası’nda iken, Ramazan ayının 27. gecesi (Pazar-Pazartesi) tan yerinin ağarmaya başlamasından az önce ufukta nurdan bir şekil görmüş; o zamana kadar hiç karşılaşmadığı bu nûrânî varlığın (Cebrâil’in) kendisine seslendiğini duymuştur:

Hazret-i Peygamber hâdiseyi şöyle anlatır:

“Melek, bana okumamı emretti. Kendisine okuma bilmediğimi söyledim. Beni kollarının arasına alıp kuvvetle sıktı, sonra;

«–Oku!» dedi.

Ben yine;

«–Okuma bilmem!» dedim.

Beni tekrar kollarının arasına aldı, kuvvetle sıktı ve;

«–Oku!» diye tekrar etti.

Ben yine;

«–Okuma bilmem!» dedim.

Üçüncü defa kollarının arasına alıp, daha kuvvetlice sıktıktan sonra bıraktı ve şöyle dedi:

«Yaratan Rabbinin adıyla oku. O, insanı alaktan (asılıp tutunan zigottan) yarattı. Oku! Rabbin sonsuz kerem sahibidir. O, kalemle (yazmayı) öğretendir. İnsana bilmediklerini öğretmiştir.»” (Bkz. Buhârî, Bed‘ü’l-Vahy, 3; Müslim, Îmân, 252)

Öncelikle ifade edilmelidir ki; Peygamberimiz, ilk defa böyle bir hâdise ile karşılaşıyor. Gecenin karanlığında garip bir şahıs ortaya çıkıyor ve; «Oku!» diyor. Böyle bir durumda -okuma yazması olmayan- Peygamberimiz’in; «Ben okumayı bilmem.» demesinden daha tabiî ne olabilir ki!..

Arapçada; «İkra’: Oku!» emri muhatap tarafından üç şekilde anlaşılmaya müsaittir.

Birincisi, yazılı bir metnin okunmasıdır.

İkincisi, bir şeyin hâfızadan veya ezberden okunmasıdır.

Üçüncüsü, kâinat kitabının okunmasıdır.

Bu ilk vahiyde yazılı metin olmadığına göre; «Oku!» emri muhatabın kendisine okunacak âyetlerin ezberlenmesine yönelik bir emir olabilir. Bu durumda Cibrîl’in Peygamberimiz’e; «Oku!» emrinin anlamı, vahyedeceği Kur’ân âyetlerini okumasıdır, denebilir.

“Elbette bu Kur’ân, Rabbülâlemîn’in indirdiği bir kitaptır. Onu Rûhu’l-Emîn; uyaran nebîlerden olman için, Sen’in kalbine açık ve vâzıh bir Arapça ile indirmiştir.” (eş-Şuarâ, 26/192-195) âyetlerinde de buyurulduğu gibi, Kur’ân-ı Kerim sözlü olarak Peygamberimiz’in kalbine inmekteydi ve onu ezber olarak bilmekteydi.

Bununla beraber, buradaki; «Oku!» emri, yakın bir gelecekte Peygamber Efendimiz’e vahiy olunacak âyetlerin yazılı bir metin olarak kaydedilmesine bir işaret ve bu emrin yerine getirilmesine dair bir mânevî fermandır. Onun içindir ki, Peygamberimiz kendisine inen her âyeti ânında -kâtipleri vasıtasıyla- yazıya geçirmiştir. Bunun yanında kendisi de derhâl ezberlemiş ve ashâbına da ezberletmiştir.

Bu âyetler; Hazret-i Peygamber’e inen ilk vahiy olup Peygamber’e ve O’nun şahsında bütün müslümanlara okumayı emretmiş, onları kalemle yazmaya ve ilimde gelişmeye teşvik etmiştir. İlk vahyin; «Oku!» emriyle başlaması ve bu emrin iki defa tekrar edilmesi, okumanın ve ilmin dinde ve insan hayatında ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.

Kur’ân’ın, canlılar arasında insanın farklı ve üstün yerini onun öğrenme özelliği ile tarif etmesi son derece mânidardır. (Ayrıca bkz. el-Bakara, 2/31) Âyette Hazret-i Peygamber’e emredilen okumanın konusu belirtilmemiştir; çünkü başta kendisine indirilen vahiy ve kozmik âlemdeki âyetler olmak üzere, okunması yani üzerinde inceleme yapıp, zihni yorarak hakkında bilgi edinilmesi, ders ve ibret alınması gereken her şeyi tanıması, hakikatini anlayıp kavraması istenmektedir. İnsanın hem âfâkî hem de enfüsî deliller üzerinde düşünerek Rabbini tanıması talep edilmektedir. Kişi kendi iç dünyasını keşfetmeye ve okumaya yönelmeli, ayrıca dış dünyada bulunan eşya ve hâdiseler üzerinde düşünerek bunları okumaya ve anlamaya çalışmalıdır.

Şüphe yok ki; yaratanı tanımak, bilimin de dînin de temelini teşkil eder. Bu sebeple;

“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” buyurularak Hazret-i Peygamber’in okuma faaliyetlerine veya herhangi bir işe, başka varlıkların adıyla değil, yaratan Rabbin adıyla başlaması ve O’ndan yardım istemesi emredilmiştir.

Âyete;

“Yaratan Rabbinin adına oku!” şeklinde de mânâ verilebilir. Neticede okumanın (veya herhangi bir faaliyetin) Allâh’ın adıyla, Allah için ve Allah adına yapılması emredilmiştir.

Ayrıca âyette;

“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” buyurularak özellikle yaratma sıfatına vurgu yapılmıştır. Çünkü hem insandaki okuma yeteneği ve imkânını hem de onun okuduğu, incelediği, anlamaya ve kavramaya çalıştığı objeleri, nesneleri yaratan Allah’tır. İnsan; bilgi edinme sürecinde Allâh’ın verdiği imkân ve yetenekleri kullanmakta, O’nun yarattığı şartlarda ve O’nun yarattığı varlıklar üzerinde ilmî inceleme ve araştırmalar yapmaktadır.

Durum böyle iken; yani O’nun yarattığı yeteneklerle O’nun yarattığı varlık âlemini incelerken, bütün bu lütufları görmezlikten gelerek Allâh’a şükretmemek, O’nu tanımamak, üstelik bunu bilim adına yapmak büyük bir nankörlüktür.

Özetle ilk emirde ümmî bir Peygamber’e; «Oku!» emri verilmesi; irsal edilen ilâhî kitabın O’nun karîhasından çıkmadığının, tamamıyla ind-i ilâhîden nâzil olduğunun mûcizevî bir delilidir. Hem okumak kastedilince, sadece yazı okumak da anlaşılmamalı. Kâinat kitabının Allâh’ın adı ile okunması da bu emrin ihâtası içerisindedir. Bir diğer hikmeti de -Allâhu a‘lem- Peygamberimiz’in ümmî olmasının yanlış te’vil edilerek okumanın ve ilmin ihmalini engellemek için ilk emrin; «Oku!» olması, ilim tahsilinin teşvik edilmesi hikmeti de göz ardı edilmemelidir.

Bu emir kendisine ilk kez verilen Hazret-i Peygamber -aleyhisselâm-, âyeti tam da bu mânâda okumuş; o andan sonra her ânı ve her şeyi «Rabbinin adıyla» okuma gayretiyle yoğrulmuştu. Alman şair Rilke’nin deyimiyle; «Meleklerin bile hayran kaldığı» bir okumaydı bu. O ümmî bir Peygamber’di, okuma-yazma bilmiyordu. Ama kâinat kitabını, fıtrat kitabını ve Kur’ân’ı en güzel O okumuştu.” sözü bize; «Oku!» hitabının ihtivâ ettiği mânâları üç ana tema hâlinde özetlemektedir.

Okuyanı, dinleyeni, yazanı;

Rahmetinle yarlığagıl yâ Ganî! (c.c)