İSLÂM DÜŞMANLIĞINDA YENİ DÖNEMİN SON SİNYALİ
YAZAR : M. Aşır KARABACAK ma.karabacak@gmail.com
Geçen ay (Mayıs 2018) dünya gündeminde farklı ve bir o kadar da saçma bir haber yerini aldı. Farklı idi, çünkü zalimi destekleyen ve zulmü yücelten bir yapısı vardı; saçma idi, çünkü haberin kaynağı Hıristiyan bir ülke, haberin fâili hıristiyan din adamları, hıristiyan siyasetçiler, hıristiyan aktivistler ve fikir adamları vs. Enteresan olan şey ise; haberin ana objesi, müslümanlar ve müslümanların mukaddes kitabı Kur’ân’ı Kerim.
Tam mânâsıyla «kimin eli kimin cebinde» tiyatro kumpanyası oynandı. Neydi bu tiyatro derseniz:
Avrupa Birliği ülkelerinden olan Fransa’da; aralarında eski Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin de bulunduğu 300 isim, Kur’ân’ı Kerim’deki bazı âyetlerin antisemitist yani yahudi düşmanı muhtevâya sahip olduğunu ve bu âyetlerin Kur’ân’dan çıkarılması gerektiğini savunan bir bildiri yayınladılar.
Sanki bir spor kulübünden beğenmedikleri bir sporcuyu çıkarmak istiyorlar veya bir locadan o locaya kayıtlı bir üyenin istifasını talep ediyorlar. Açık bir fikir saçmalığı, akıl tutulması hâli yani… Her gün televizyona çıkan ve konu bulamayınca saçmalayan program yapımcıları gibi; ne söylediklerini ve ne yaptıklarını bilemeyecek derecede kendi inşâ ettikleri hür ve bağımsız insanlık anlayışına zıt bir hareket…
Bu saçmalamanın bir benzerini de 2017’nin Eylül ayında Katolik hıristiyanların ruhânî lideri Papa Francesco yapmıştı:
“Tıpkı bizim mukaddes metinlere yaptığımız gibi; müslümanların da Kur’ân üzerinde eleştirili bir şekilde çalışmaları, onlar hakkında iyi olur. Tarihî ve tenkidî yorum yöntemi, onların gelişmelerine yardımcı olacaktır.”
Saçmalamada zirveyi gören bir ifade. İlâhî olduğu söylenen bir dînin en yüksek temsilcisi, Tanrı’nın gönderdiği emir ve nehiyleri değiştirmenin gelişim için ön şart olduğunu söylüyor.
Koca Ragıb Paşa’nın dediği gibi:
“Şecâat arz ederken merd-i kiptî, sirkatin söyler.” Papa, bu sözü ile iki net ve müşahhas hakikatin altını çizmiş oluyor açıkçası.
Birincisi; Hıristiyanlık, hıristiyan din adamları tarafından bozulmuş, tahrip ve tahrif edilmiş bir dindir. Çünkü açık bir şekilde «bizim mukaddes metinlere yaptığımız gibi» diyerek kendinden evvel gelen hıristiyan din adamların İncil’de tahribata sebebiyet verdiklerini söylemektedir. Her ne kadar bu gerçek; tarihî verilerle ortaya çıkmış olsa da bu realitenin en net ve belirgin bir şekilde Papa’nın ağzından çıkıyor olması, hıristiyan din adamları ve kendisini bu dîne müntesip sayanlar tarafından, derinlemesine düşünülmesi ve ona göre tavır alınmasını gerektirecek bir hakikattir.
İkincisi; ise daha da muhteşem bir itiraftır. «Müslümanların da Kur’ân üzerinde tenkidî bir şekilde çalışmaları, onlar hakkında iyi olur.» ifadesi zımnen şu gerçeği ifade eder: Müslümanların kitabı olan Kur’ân, Allah’tan geldiği gibi durmaktadır ve bozulmamıştır. Kur’ân, gönderildiği gibidir ve yüceler yücesi olan Allah’ın vaz’ ettiği hakikatleri barındırmaktadır. Biz hıristiyanların mukaddes kitabımızda yaptığımız gibi bir tahribat; Kur’ân’da yapılmış değildir, katiyetle yapılmamıştır, demektedir Papa Francesco.
Bizzat Papa’nın ağzından şu gerçek ilân edilmiş oldu:
“Hıristiyanlığın din kitabı olan İncil, tahrif edilmiştir. Müslümanlığın mukaddes kitabı olan Kur’ân ise herhangi bir tahribata ve tahrifata uğramamıştır.”
***
Maddeler hâlinde ele alacak olursak;
«Büyük resimdeki bulmacanın son parçası olan Fransa bildirisinin yakın plân ana gayesi nedir?» sorusu ile perdeyi aralamaya başlayabiliriz:
Amerika başkanı Trump; 1995 yılında Amerika kongresinin Amerika’nın İsrail’deki büyükelçiliğini Filistin’in başkenti Kudüs’e taşıması kararını, 2017’nin 6 Aralık tarihinde gündemine tekrar aldı ve imzaladı. Beklendiği gibi bütün dünyadan sert tepkiler geldi bu karara. Fakat aradan geçen 6 ay gösterdi ki Amerika’nın başkan görünümlü CEO’su Trump, kararından vazgeçmedi ve 14 Mayıs 2018 tarihinde büyükelçiliğin açılışına kızı ve damadını da göndererek yeni bir intifâdanın önünü açan bu menhus açılışı gerçekleştirdi.
Canları pahasına Kudüs’ün izzetini ve mukaddesâtını korumaya gayret eden Filistinliler de yine yapmaları gerekeni yaptılar ve milletlerarası hukuktan mütevellit haklarını kullanarak silâhsız bir şekilde protesto faaliyetlerini gerçekleştirdiler. Burada önemle ve altını çizerek ifade etmek istediğim nokta silâhsız bir şekilde olmalarıdır. Dünyadaki bütün demokratik ve yarı demokratik devletlerde, insanların bir araya gelip beğendikleri veya hoşlanmadıkları şeyler hakkında fikirlerini belirtmeleri ve bununla alâkalı nümâyişler düzenleme hakları kanunlarla koruma altındadır. Fakat bu kadarcık masum bir tepkiye bile tahammül gösteremeyen terör devleti İsrail askerleri, gerçek mermilerle Filistinlilere saldırdılar ve onlarca Filistinliyi şehid edip 2 binden fazla Filistinliyi de yaraladılar.
Bütün bu hâdiselere; başta Türkiye olmak üzere, bütün müslüman ülkeler karşı çıktı. Kimisinin sesi cılız çıktı, fakat karşı çıkar bir konuşma yapmak veya bildiri yayınlamak zorunda da kaldılar. Diğer yandan başta Avrupa Birliği olmakla pek çok hıristiyan devlet de yapılanın yanlış olduğunu söylemekten geri durmadı; fakat hem İsrail’e hem de Amerika’ya karşı sert ve tutarlı bir tavır ortaya koyan yegâne devlet Türkiye oldu.
Fransa’daki bildirinin, İsrail’in yaptıklarını ve yapacaklarını perdelemek adına ortaya sürüldüğü çok açık!..
Dünya çapında ses getirmeye teşne olan siyonist zulmünü unutturmaya çalışmak ve dikkatleri başka yöne kaydırmak için, o meş‘um bildiri yayınlandı. Kur’ân’daki İsrailoğulları ile ilgili âyetlerin çıkarılmasını müslümanlara salık verdiler, tavsiye ettiler. Sanki siyonistler sütten çıkmış ak kaşık ve müslümanların kitabı olan Kur’ân, haksız bir şekilde onlar aleyhinde birtakım yanlış bilgiler ihtivâ ediyor.
Bir yanda siyonistlerin şehid ettiği onlarca Filistinli ve yaraladığı 2 binden fazla müslüman… Bir tarafta yahudiye şiddet ile suçlanan Kur’ân!.. Garabete bakınız!..
Başta Türkiye olmak üzere bütün müslüman devletler ve müslüman topluluklar yayınlanan bu bildiriye karşı yekvücut oldular, karşı durdular. Ve yine kiminin sesi cılız çıktı ne yazık ki…
Burada üstünde durulması gereken bir nokta daha var ki o da Avrupa’nın yani batı dünyasının yahudilere karşı tavır ve davranışları ile «mukaddes kitapları olan Kur’ân antisemitist birtakım âyetler içeriyor» iftirasına uğrayan müslümanların, yahudilere karşı geçmişteki hareketleri.
Kısaca bakılacak olursa Avrupalılar, yahudilere karşı ne tür pogrom (dînî ve ırkî şiddet) veya holokost (soykırım) yapmışlardır? Rakamlara fazla boğmadan ve tarihte hızlı sıçramalarla Avrupalıların yahudi düşmanlığını göz önüne serecek olursak:
M. S. 70 – Romalılar Yahudi krallığını ele geçirirler – Süleyman Tapınağı yerle bir edilir. Pek çok yahudi öldürülür.
11-12’nci asır – Rheinland’da yahudiler, haçlılar tarafından kılıçtan geçirilirler.
1215 – Avrupalı yahudiler, belli bir şekilde giyinmeye veya yahudi işaretini taşımaya mecbur edilirler.
1290 – Yahudiler İngiltere’den kovulurlar.
14’üncü asır – Yahudiler Fransa’da kovulurlar.
1492 – Vaftiz olmayı kabul etmeyen yahudiler öldürülürler. Şanslı olanlar İspanya’dan kaçarlar. Birçoğu Osmanlı İmparatorluğu’na sığınır.
1648 – Yahudiler Polonya ve Ukrayna’da katledilirler.
1881 – Çar’ın ölümünü takiben Rusya’da pogromlar başlar.
1919 – Doğu Avrupa’da pogromlar – Ukrayna’da 60.000 Yahudi öldürülür.
Ve bu soykırım, holokost veya pogrom ne dersek diyelim Avrupalıların yahudileri öldürürken yahudilerin sığınacağı liman olarak gördükleri ülkeler ise; bugün yine Avrupa’nın mukaddes kitabına saldırdığı, müslüman ülkelerdi. Özellikle Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti.
Yahudiler İspanya’da soykırıma uğrarken, Osmanlı onların yardımına koşmuş ve gemilerle İspanya’dan getirip Osmanlı toprağına yerleştirmiştir. Ve yine yahudiler Almanya’da holokost kurbanı olurken de Türkiye’ye sığınmışlardır. Ve yine Rusya’da pogroma uğrarken de Osmanlı; onlara kucak açmış, korumuş, kollamıştır.
Bu gerçekler bize şunu göstermektedir ki mukaddes kitabımızda yahudi düşmanlığını körükleyen bir âyet bile yoktur. Eğer bahsedilen âyetler olsaydı; Avrupalılar yahudileri öldürürken, ecdâdımız herhangi bir harekette bulunmaz, köklerinin kurutulmasını bekler, hiçbir yahudiye kucak açmaz ve onları koruyup kollamazdı.
Buradan ete kemiğe bürünmüş olan şu hakikat karşımıza çıkmaktadır.
Avrupa, yahudi konusunda bugüne kadar çok kötü bir imtihan vermiştir. Bugün müslümanlara ve onların mukaddes kitaplarına söz söyleyecek, sağlam ve sığınılabilecek bir geçmişe sahip değildir. Bilâkis, geçmişlerinde yaptıkları menfî ve kindar davranışlarının kurbanı olmaktadır bugünkü Avrupa’nın zavallı ve âciz liderleri.
***
İmzalanan bu bildirinin, ikinci ve bence üzerinde önemle durulması gereken mühim noktası ise; oryantalizm adı ile İslâm âleminde açılmış yaranın kangrene evrilme tehlikesidir.
Bu konuda geçen sayımızda (Mayıs 2018) geniş malûmatlı bir yazı kaleme almıştım. Kısaca özetleyecek olursak bu; mezhebsiz, sünnetsiz, peygambersiz, kitapsız ve hiçbir şeye karışmayan bir tanrı telâkkîsi ile hangi dinden olduğunun idrâkinde ve şuurunda olmayan müslümanlar oluşturma gayretidir.
Oryantalistlerin tesiri ile mezheb imamlarına hakaretler eden, tâbiîni hiç saymayan, sahâbenin varlığını görmeyen ve Peygamberimiz’in sözlerini de şüpheyle karşılayan ilahiyatçılar ve birtakım sokak âlimleri ile; toplumda Kur’ân’ın âyetlerine karşı, kıt akılları ile yorum getirmeye çalışan topluluklar üretmek ve bunlarla türedi bir müslüman varlığı oluşturmaya çalışıldığını görmek, asıl önemli ve üzerinde durulması gereken noktadır kanaatindeyim.
Kur’ân’a karşı direkt saldırı yapan oryantalistler; ilmin ve aklın gösterdiği delillere, burhanlara karşı koyamamışlar, böylece İslâm’a zarar verebilmek maksadıyla farklı usûl ve tekniklere yönelmişlerdir. Bu oryantalistler ve onların yerli kuklaları; öncelikle bazı sahâbelere iftiralar atarak, sahâbelerin güvenilirliklerini sarsarak onlardan nakledilen hadislerin sıhhatine halel getirmeye çalışmışlardır. Sonraki adımda ise oluşturulmuş bu sun‘î yarayı gösterip, tüm vücuda ölümcül neşteri vurarak, hadissiz bir İslâm projesini hayata geçirmeye gayret etmişlerdir. Böylece, müslümanların kendi içlerinden çıkardıkları; adı-sanı müslüman, ailesi itimat edilir, oryantalist eğitimli sözde ve türedi âlimlerle, tarihsellik nokta-i nazarında bazı Kur’ân âyetlerinin modern dünyada hükmünü yitirdiği dillendirilir olmuştur.
Kendisi de bir oryantalist olan Lue Rance Braune «İslâm ve İsrailiyyat» kitabında İslâm’dan ne kadar korktuklarını, asıl endişelerinin İslâm’ın kendisi olduğunu şöyle dile getirir:
“Aslen en büyük tehlike, İslâm nizamındadır. Zira İslâm, yayılma gücüne sahip bir dindir. Dolayısıyla Avrupa sömürgesine karşı durabilecek tek nizam, İslâm nizamıdır.”
***
Diğer bir yandan; bu bildiriyi imzalayanların, mukaddes kitaplardaki uydurmaların temizlenmesi ve mukaddeslerin muhafazası gayretkeşliğiyle hareket ettiklerini düşünsek ve bilmedikleri için böyle bir hataya düştüklerini farz edersek yani hâdiseye hüsn-i kabul ile yaklaşacak olsak bile, ortaya şöyle abes ve kendisi ile çelişen bir görüntü çıkmaktadır:
Yazımızın girişinde de belirttiğimiz gibi, bu bildiriyi imzalayanların hepsi veya çoğunluğu hıristiyan olan insanlar. Eğer gerçekten güzel bir niyetle ortaya çıkmış olsalardı; öncelikle, kendi ellerinde bulunan İncil’deki ve Tevrat’taki uydurmaları çıkarmaları gerekirdi. Bu temizliği yaptıktan sonra da daha net bir şekilde ortaya çıkardı ki; Papa Francesco’nun da söylediği gibi, Kur’ân herhangi bir beşer müdahalesi olmamış, yegâne mukaddes kitaptır, İslam da iltica edilecek yegâne liman, yegâne sığınaktır.
Mukaddes kitaplardaki uydurmaların temizlenmesi ve mukaddeslerin muhafazası mevzuunu da iki başlık altında ele almak, anlaşılırlığı ortaya koyması açısından daha yerinde olacaktır:
Birinci başlık: Dînin uydurmalardan temizlenmesi.
Teslis akîdesi
Başlangıçta Hıristiyanlık tek ilâh inancı üzerine kurulu iken, sonradan üç ilâhlı bir din hâline getirilmiştir. Hıristiyanlığın dayandığı «Eski Ahid»de titiz bir şekilde üzerinde durulan tevhid inancı, Hint ve Yunan kültürünün tesiriyle tevhîde aykırı bir hâl almış ve 3 ilâhlı bir din olmuştur. Bu da Aynen Papa Francesco’nun dediği gibi; Hıristiyanlık tahrif edilerek, kademe kademe hayata geçirilmiştir.
325 tarihinde toplanan İznik Konsili’nde, Hazret-i İsa ilâh ilân edilmiş ve bu durum Hıristiyanlığın inanç esasları arasına konulmuştur. Yani hıristiyan inancına göre Hazret-i İsa daha öncesinde beşerdi, bu konsilden sonra -hâşâ- tanrı oldu.
Daha sonra 381 yılında toplanan Konstantinopolis Konsili ise, Rûhu’l-Kudüs’ü de “tanrı”lığa ilâve edip (!) teslis inancını ikmal etmiştir.
431 yılında Efes’te toplanan konsilde ise Hazret-i Meryem’e; «Tanrı doğuran» mânâsında «Theotokos» ismi verilmiştir. Tanrı kabul ettikleri Hazret-i İsa’nın annesine de beşer üstü bir mevkî vermek için, 100 yıldan fazla bir zaman geçmesi gerekmiştir.
Konsiller, hıristiyan akîdesinde tanrılık vazifesi icrâ eder. Tanrı’nın -hâşâ- boş bıraktığı yerleri, bu konsiller doldurur. Yani Hıristiyanlık tahrif edildiği, bu dîne beşer eli değdiği için; değişen zaman içinde, bu muharref dindeki yenilenme ihtiyacı can alıcı bir biçimde ortaya çıkmaktadır ve konsiller de tam burada devreye girmektedir. Tanrı’nın yeni bir peygamber göndermesini beklemektense; gelişmelere konsil vasıtasıyla çare bulmak, daha hızlı ve istenilen neticeyi vermektedir tabiî ki.
Yunan felsefesinden beslenen uydurma Hıristiyanlık; bir müddet sonra 3 tanrılı anlayışın da yetersiz olduğunu düşünmeye başlasa veya bugünkü Papa Francesco bir konsil toplasa ve 451’deki Kadıköy konsilinde alınan kararın eksik olduğunu iddia ederek, Hazret-i Meryem’in yani Hazret-i İsa’nın annesinin de tanrı doğurduğu için tanrı olduğunu söylese, Hıristiyanlık artık 4 tanrılı bir din oluverecektir. Zira konsillerin böyle bir gücü ve yetkisi vardır.
Aynı zamanda Papa’nın da böyle bir gücü vardır. Çünkü 1869’da yapılan Birinci Vatikan Konsili’nde «Papa»nın yanılmazlığı kabul edilmiştir. Yani o zamana kadar Papalar yanılabiliyorlardı. Fakat konsile katılan piskoposlar tarafından alınan bu kararla, Papalar yanılmaz oldu ve her söyledikleri doğru bir mertebeye ulaştı. İslâm’da peygamberlerde bile olmayan bu yetki, Papalarda bulunmaktadır bugünkü hıristiyan akîdesine göre. Yani Vatikan Devleti’nin de başkanı olan Papa, isterse herhangi bir konsile de ihtiyaç duymadan Hıristiyanlığı 4 tanrılı bir dîne çevirebilir.
Dört İncil’deki Tenâkuzlar
* Markos ve Yuhanna İncilleri, Hazret-i İsa’nın soy kütüğünden hiç bahsetmezken; Matta İncili Hazret-i İsa’dan Hazret-i İbrahim’e kadar 40 kişi sayar; Luka incili ise aynı şecereyi 55 kişi olarak göstermektedir. Ayrıca buradaki fark, sadece unutulmuş 15 kişiden mütevellid değildir. İsimler incelendiğinde görülür ki, iki İncil’in isimleri de çoğunlukla birbirinden farklıdır.
* Hazret-i Yahya’nın Hazret-i İsa’yı tanıyıp tanımadığı hususunda İncillerde farklı ifadeler bulunmaktadır. (Yuhanna, 11/28-30, Matta, 27/32-56, Markos, 15/33-41)
* İsa -aleyhisselâm-’ın havârîleri ile karşılaşması ve onları yanına alması, yine İncillerin hepsinde farklı farklı ve tutarsız şekilde anlatılmaktadır. (Luka, 5/1-17, Yuhanna, 1/35-51, Matta, 4/18-22)
* Hazret-i İsa’nın Sur ve Sayda bölgesine geldiği esnada, cin musallat olmuş bir kızı iyileştirmesi anlatılırken; Matta İncil’inde kadının Ken‘anlı, Markos İncil’inde ise Yunanlı olduğu zikredilmektedir.
* Hazret-i İsa’nın tutuklanması konusu, her bir İncil’de teferruatlı anlatılır. Fakat yine hepsi birbiri ile tezat hâlindedir. (Matta, 26/47-56, Markos, 14/13-52, Luka, 22/47-53)
* Hazret-i Meryem’in kocası olduğu söylenen Yûsuf; Luka İncil’ine göre Halin’in, Matta İncil’ine göre ise Yakub’un oğludur.
* Matta, Markos ve Luka İncilleri, Hazret-i İsa’nın esas memleketinin Galile olduğunu söylerken; Yuhanna İncili, Yahudiyye’dir, der. (Matta, 13/54-58, Luka, 6/29, Yuhanna 4/3, 43, 45)
* İsa -aleyhisselâm- Gadaralıların ülkesine varınca Matta’ya göre, cinlere tutsak olmuş iki gence rastlamıştır; Markos ve Luka’ya göre ise bir gence rastlamıştır. (Matta, 2/28, Markos, 5/1-2, Luka, 8/27-29)
Bu 4 İncil’in birbiriyle tenâkuza düştükleri, bunlar ve benzeri pek çok çelişki gösterilebilir. Bir beşer kitabında bile, bir veya daha fazla tenâkuz olursa; o kitabın değeri, öncelikle eleştirmenler, ikinci olarak da okuyucular gözünde düşer ve piyasada tutunamayan başarısız bir kitap olarak kalır. Bir de bu birbiri ile çelişen ifadelere; Tanrı kelâmı olduğu düşünülen, iddia edilen bir kitapta rastlanırsa aklı olan ortalama zekâya sahip bir insanın bile rahatlıkla söyleyeceği şey, o kitabın ilâhî bir kitap olmadığı ve olamayacağıdır.
Bununla birlikte İncillerin hepsinde; Hazret-i İsa’nın tutuklanması, mahkeme edilmesi, çarmıha gerilmesi, mezara konulması, mezardan kıyam ederek dirilişi ve talebelerine görünmesi, sonra da semâya çıkması ile alâkalı pek çok bilgi bulunmaktadır. Hâlbuki Hazret-i İsa’ya indirildiyse bu İnciller; içlerinde nasıl olur da Hazret-i İsa’nın öldürülüşü, diriltilişi vb. pek çok bilgi bulunabilir? Şu açıktır ki; bu İncillerin hepsi, Hazret-i İsa’dan sonra yazılmış beşer kelâmlarıdır.
Bir diğer nokta da Matta (27/46) ve Markos (15/34) İncillerinde Hazret-i İsa’nın çarmıha gerildiği esnada;
“Allâh’ım!.. Allâh’ım!.. Niye beni terk ettin?” diyerek bir nevî isyan cümleleri kurduğunun iddia edilmesi de bu İncillerin hakikatini sorgulamaya yetmektedir. Ayrıca bu durum; -hıristiyanların iddia ettiği gibi- Hazret-i İsa’nın insanlığın günahlarına keffâret olmak üzere, kendini kurban ettiği düşüncesiyle de çelişmektedir. Zira kendini kurban eden kişi; gönülden ve severek büyük bir istekle kurban olur, işkence altında, zorla, isyan ile değil.
Hıristiyanlığın bozulmuş kitapları olan İncillerdeki bu tenâkuzlara veya saçmalarına, Yahudiliğin bozulmuş kitabı olan Tevrat’ta da rastlamak mümkündür.
Tanrı Telâkkîsi
Yahudilikteki tanrı telâkkîsi açık bir şekilde antropomorfik özellikler ihtivâ eder. Yahudilerin tanrısı, aynen insanlar gibi birtakım beşerî hususiyetler barındırır. Üzülür, kızar, pişman olur, hata eder, güreşir, yorulur vs.
Yahudilerin tanrısı olan Yehova, insanoğlunun çok fazla kötülük yaptığını görür ve insanlığı yarattığı için pişman olarak onları tûfanla helâk eder. Bu sefer de helâk ettiği için pişmanlık duyarak üzüntüye kapılır ve bir daha topluca helâk etmeyeceğini söyler. (Tekvin, 6/5-7, 8/21-22)
Başka bir zamanda İsrailoğulları’nın isyanları yine artınca Tanrı; tekrar helâk etmeye karar verir, fakat bu sefer araya giren peygamberler; «Yapma!.. Etme!..» derler ve Tanrı’yı kararından vazgeçirirler. Tanrı daha sonra; «Nasıl böyle bir helâk kararı vermişim?» diyerek iyice pişman olur. (Çıkış, 37/9-12, Amos, 7/2-6)
Tanrı Yehova; Yaremya kitabında ise, İsrailoğulları’nın bitmek bilmez isyanlarından ötürü; «Artık nedâmet ede ede yoruldum.» demektedir. (Yaremya, 15/6)
Bir yorgunluğun üzerine istirahat etmek, dinlenmek ancak bir eksiklik ve bu eksiklikten mütevellid bir ihtiyaçtır. Tekvin kitabında ise;
“Tanrı, kâinâtı altı günde yarattı. Yedinci günde de dinlendi.” denilmektedir. Tanrı; yorulup dinlenme ihtiyacı olan, bir beşer gibi gösterilmektedir.
Tanrı, Yâkub Peygamber’le güreşir ve Yâkub Peygamber Tanrı’yı yener. (Tekvin, 32/22-32)
Yehova, millî bir Tanrı’dır yani bütün insanlığın Rabbi değildir. Yehova’nın ilgi ve alâkası sadece yahudilere yöneliktir. Diğer milletler; yahudilere hizmet için yaratılmış, hayvanla insan arasında birtakım varlıklardır.
Örnekler çoğaltılabilir; fakat ihtiyaç hâsıl olmuştur, gerek de yoktur. Burada gösterilmek istenen; Yahudiliğin Rab telâkkîsi, gerçek mânâda -bir insan gibi hareket eden- kukla bir ilâhtır. Beşer gibi zafiyetleri vardır ve bu zaaf noktalarını İsrailoğulları, yani yahudiler çok iyi kullanırlar.
Peygamber Anlayışı
Yahudilikteki peygamber anlayışı da çok bozuk ve Tevrât’ın bozulmuş olduğunu göstermesi açısından câlib-i dikkattir. Örneklere bakacak olursak:
Nuh Nebî, tûfandan sonra üzüm yetiştiriciliği ile uğraşmaya başlar. Üzümleri şarap yapıp satan bir tüccardır artık. Aynı zamanda da bir alkoliktir. Bir gün yine çokça içer ve anadan üryan bir şekilde çadırının içinde sızıp kalır. Küçük oğlu, çadıra girince babasına kötülük yapar. Uyanan Nuh Peygamber durumu anlar ve oğluna değil de oğlunun oğluna yani torunu Ken‘an’a lânet eder. Bugün bile Ken‘an ismi Yahudilikte bundan ötürü kötü bir isim olarak kabul edilir. (Tekvin, 9/20-29)
Hazret-i Lût; Sodom ve Gomore şehirleri helâk olduktan sonra, iki kızı ile birlikte buradan kurtulur ve bir mağaraya sığınır. Bu esnada kızları;
“Memlekette neslin devamı için varabileceğimiz er kişi kalmamıştır. Babamıza şarap içirelim…” derler ve babalarıyla zinâ ederler. (Tekvin, 19/30-36)
Hazret-i Yâkub; babasının duâsını almak için, ikiz kardeşi İys’a hilekârlık yapar. (Tekvin, 27. bâb) Ayrıca Hazret-i Yâkub, kayınpederi ile yapmış olduğu anlaşmada da başka bir hileye başvurur ve sürünün semiz koyunlarını kendisine ayırır. (Tekvin, 30/32-42, 31/7-16)
Hazret-i Dâvud; pek çok hanımı olmasına rağmen, ordusundaki bir kumandan olan Urya’nın hanımına göz koyar ve onunla zinâ eder. Sonra da komutanı bir savaşa göndererek, ölümüne sebebiyet verir. Böylece boşa çıkmış olan kadını da nikâhı altına alır. (II. Samuel, 11/2 – 12/22)
Hazret-i Süleyman’ın da bin karısı vardır, fakat ömrünün sonuna doğru putperest kadınlara ilgi duymaya başlar ve bundan ötürü putlara tapar. (I. Krallar, 11/1-7)
Görüldüğü gibi yahudilerin peygamberler hakkındaki uydurmalarına bakılırsa; bu tür denî ilişkilerin ve sıra dışı hareketlerin değil bir peygamberden, sıradan bir beşerden bile sudûr etmeyeceği âşikârdır. Yahudi hahamları; -muhtemeldir ki kendi fiillerine uygunluk kazandırmak için, akıllarınca- peygamberlere de bu fiilleri işletmişler ve sonrasında da ufak bir cezayla veya sözlü îkazla hikâyelerindeki peygamber görünümlü kahramanlarını kurtarmayı tercih ederek, mukaddes kitaplarını bu tür bayağı hikâyelerle doldurmuşlardır.
Elbette bunların hepsi, yahudilerin ortaya attıkları çirkin iftiralardır. Onlar bu iftiralarla da kalmamış, pek çok peygamberi öldürmüşlerdir. Nitekim Hazret-i Zekeriyya ve oğlu Hazret-i Yahya, yahudiler tarafından öldürülen iki mazlum peygamberdir.
Bu bilgiler muvâcehesinde; o meş‘um bildiriye imza atanların, samimî bir niyetle bu bildiriye imza attıklarını düşünürsek, yani ortada mukaddes kitaba sokuşturulmuş iftiralardan kitabın temizlenmesi gerektiğine dair bir niyet varsa, bu niyetlerini, öncelikle kendi tahrip ve tahrif edilmiş kitaplarında icraata dökmeleri gerekirdi. Bu kadar yalan ve iftiranın, mukaddes olduğu iddia edilen bir kitapta bulunması ve bununla da ibâdet ve âyin yapılması ancak bir deli saçmalığı işidir. Muhtemel ki İncil ve Tevrat’ta bir uydurma temizliği yapılsa, o iki hacimli kitap erir ve ortada kitap nâmına bir eser kalmaz.
İkinci başlık: Irkçılık ve dehşetli suç, cinayet ifadeleri hangi kitapta daha fazla?
Irkçılık başlığı altında, yahudilerin veya birilerinin yahudiler adına herhangi bir söz söyleyebilmesi mümkün değildir. Çünkü Yahudilik tamamen ırkçı ve millî bir dindir. Tanrıları da millî tanrıdır. Kendi milletlerinden olmayan herkes, yahudi ırkından doğamadığı için otomatikman kâfirdir. Dolayısıyla yahudi olamaz ve yahudi ölemez. Cehennemliktir. Ve bir yahudi ne kadar günahkâr olursa olsun, cehennemde 12 ay yanar sonra da cennete gider. Fazla değil. En fazla 12 ay. Yahudi olmayan ise ne kadar hayırlı ve iyi bir insan olursa olsun; zaten doğarken kaybetmiş bir mahlûk olarak, cehennemde yanmaya mahkûmdur o. Çünkü Tanrı Yehova onu yahudi olarak yaratmamıştır.
Bu derece ırkçı ve şiddet yanlısı bir dîni savunmaya çalışmak, için bir insanın aklını yitirmesi gerekmektedir. Böyle bir dînin müntesibi olan ve buna gönülden inanan fanatik bir yahudi, bu savunmayı yapabilir, diyebiliriz. Fakat bir hıristiyan, neden böyle bir savunma içine girme ihtiyacı hisseder? Bunu anlamak mümkün değildir işte.
Şimdi Tevrat’taki şiddet bildiren âyetlere bakalım:
“Ve Allâh’ın, Rabbin sana teslim edeceği bütün halkları bitireceksin ve gözlerin onlara acımayacak… O şehrin ahâlîsini mutlaka kılıçtan geçireceksin, onu ve onda olan her şeyi ve hayvanlarını tamamen yok
edeceksin.” (Tesniye, 7/16; 13/15)
“Parlayan kılıcımı bileyip, yargılamak için elime alınca; düşmanlarımdan öç alacağım ve benden nefret edenlere karşılığını vereceğim. Oklarımı kanla sarhoş edeceğim. Kılıcım öldürülenlerin ve tutsakların kanıyla, düşman önderlerinin başlarıyla ve etle beslenecek.” (Tesniye, 32/41-42)
“Ve Yeşû ve kendisiyle beraber tüm İsrail, Libna’dan Lakiş’e geçti ve Lakiş’e karşı cenk etti. Onları ve onda olan tüm canları yok etti, arta kalan kimse bırakmadı. (…)
Ve Yeşu tüm diyarı, dağlık bölgeyi, güneyi, Şefelâ’yı ve yamaçları ve tüm kralları vurdu. İsrail’in Allâh’ı Rabbin emrettiği arta kalan kimse bırakmadı ve tüm nefes sahiplerini yok etti. Ve Gazze’ye kadar ve Gibeon’a kadar tüm Goşen diyarını vurdu.” (Yeşu, 10/28-41’den kısaltılarak alınmıştır.)
***
Velhâsıl, mukaddes kitaplardan bir şeylerin çıkarılması gerekiyorsa ancak ve ancak yüce Allâh’ın gönderdiğine eklenenler çıkarılabilir veya Allâh’ın gönderdiğinden çıkarılanlar tam ve eksiksiz biçimde tekrar yerine koyulabilir. Bu da, ne Tevrat ne de İncil için mümkündür.
Ellerindeki bozuk, tahrif edilmiş kitaplarına bakarak, müslümanların mukaddes kitaplarının da aynı olduğunu sanmak ve ona göre tavır almaya çalışmak; ne insânî ne vicdânî ne de ilmî bir çerçeveye sığar.
Bu noktada, hem Papa’nın ifadelerinin hem de 6 ay sonrasında tam da siyonist zulmünün zirve yaptığı zamanda; zalimi mazlum, mazlumu ise zalim gösterme gayretiyle mukaddes Kur’ân’a dil uzatmak veya el uzatmaya çalışmak; açık bir şekilde doğruyu ve hakkı bulmaya yönelik bir davranış değildir ve olamaz.
Böyle bir hareket göstermektedir ki, Allâh’ın kitâbına açılmış bir savaş söz konusudur.
Şair Nevzat KARATAŞ’ın ifadesiyle:
Deden bile söndüremedi İslâm’ın nûrunu;
Sen mi söndüreceksin Ebû Cehil’in torunu?