HAK HAKÇA SAVUNULMALI
YAZAR : Nurten Selma ÇEVİKOĞLU nurtencevikoglu@hotmail.com
Kafaları yıllardır batı standartlarıyla taşlaşmış kesimin, din düşmanlarının, yanlı medya organlarının; devamlı İslâm’a, Kur’ân’a ve de O’nun Hak Peygamberi’ne saldırması çok bayağı ve çirkin bir iştir.
Bu çirkin iş bugüne kadar müslümanların imkânlarının kısıtlı olmasından, dinlerini iyi bilmemelerinden, eğitimlerinin yetersizliğinden dolayı olmakta idi. Ama artık son yıllarda İslâmî yönden şuurlanan müslümanlar, dinleri adına yapılan tahribatın farkına vardılar. Hem kendilerini hem de evlâtlarını daha iyi şartlarda yetiştirebilmek için gayretler sarf ediyorlar. Bu sevindirici bir gelişmedir.
Bir sevindirici gelişme de Diyanet’ten. Bilindiği gibi Diyanet, bu memleketin dînî ihtiyaçlarını karşılama ve geliştirme hususunda çalışmalar yapan en etkili resmî kurumudur. Diyanet son senelerde oldukça şuurlu çalışmalara imza atıyor. İnsanımıza yediden yetmişe dinlerini daha iyi öğrenme ve öğretme hususunda, günümüzde bulunan her türlü imkânı kullanarak gayet güzel ve göz doldurucu çalışmalar gerçekleştiriyor. Diyanet kendini eski hantallığından kurtarmış ve en son teknolojiyi kullanarak camiyle halkı buluşturuyor, çocukları-gençleri tabiî ki olgun ve yaşlı kesimi de camiye koşturuyor. Mukaddes kitâbımız Kur’ân’ı öğretme hizmetini, evlere kadar götürüyor. Çok güzel!
Bilindiği üzere; din hususundaki cehâlet ve düşmanlık, dîne saldırı sebebidir. “Cahil cesur olur.” denir. Aslında dîni yeterince bilmeme yani cahillik, kişiyi dîne düşman kılıyor. Kişi, bilmediğinin düşmanıdır. Bugüne kadar maalesef insanımıza dînini-diyânetini öğretmediler, anlatmadılar, sevdirmediler. Kişi; bildiğini, tanıdığını sever. Bilmediğini, tanımadığını sevemez. Bu memleketin resmî müesseselerinde; dînin anlatılması, mukaddes kitâbının öğretilmesi, tesettürün gereğinin yapılması uzunca zaman yasaktı. Yalnızca sırf -yapılıyor desinler- diye bir-iki müessesenin göstermelik yasak savar cinsinden yaptığı din eğitimi de hakikatten uzak, son derece samimiyetten mahrum, çarpıtılmış bir eğitimdi. Pek tabiî ki, onlarla bir mesafe kat edilemedi. Neticede müslümanlar, dînî bilgide noksan ve öz yurtlarında garip kaldılar.
Bunun yanı sıra; yanlı mihraklar Kur’ân’a saldırıyorlar, Peygamber’e, O’nun sünnetlerine, sahâbelere saldırıyorlar, İslâm’ın temel prensiplerini kabul edilemez buluyorlar. Ancak bu iş, geçmişte de böyleydi. Bütün hak prensiplere; hak ehli olmayanlar hep saldırmışlar, yalanlamışlardır. Hak prensiplere; hakaretler etmişler, nice iftiralarda bulunmuşlardır. Bugün de aynı cephe, var güçleriyle aynı çirkin işi yapıyorlar. Maksat dîne saldırıdır.
Ancak niçin saldırdıklarını anlamalıyız!..
Onlar hakkı ve hak prensipleri sevmedikleri için saldırıyorlar. Zira hak hâkim olursa; kendi çirkinlikleri ortaya çıkacak, işledikleri yanlışları yapamayacaklardır. Rahatlıkla insanları kandıramayacaklar, pis işlere bulaşamayacaklar, ahlâksızlıklarını sergileyemeyecekler. O sebeple din düşmanları asla ve asla dînî prensiplerin toplumda hükümran olmasını istemezler. Böyleleri İslâm’ı sevmezler, Kur’ân’ı sevmezler, son dînin Hak Peygamberi’ni hiç sevmezler. Bu değerlerin halk tarafından sevilmemesi için de ellerindeki bütün imkânları seferber ederek dîni yererler, prensiplerini tenkit ederler, dindarlarla alay ederler.
Yalnız bazen bu saldırılara vesile olan cahiller toplumda bolca bulunuyor. Sebebi ise yukarıda bahsedildiği gibi, uzun süredir insanımıza dînî bilgilerin uygun zeminlerde doğru bir şekilde öğretilmediği gerçeğidir. İnsanlar ne yazık ki, oradan-buradan duydukları kulaktan dolma bilgilerle doğruya eğri, eğriye doğru diyebilmişlerdir. Tabiî bu sıkıntılı durum, bu işten nemalanmak isteyenlere fırsat doğurmuştur.
Bazı saf gönüllüler, bu saldırılara cevap olmak sadedinde; kimi zaman kaş yapayım derken göz çıkarabiliyor, kimi zaman da aşağılık kompleksine girerek;
“Ben o sizin kastettiğiniz müslümanlardan değilim. Ben modern, çağdaş bir müslümanım. Bende bağnazlık yok!” demek sûretiyle kendini komik durumlara düşürüyor. Hâlbuki ne yaparsan yap, onlara yaranmak mümkün değildir.
Müslümanların cehâletleri yanlı kişilere malzeme oluyor. Bu saldırılar şahsî bazda olunca; bazen de kişi kendi içine kapanıyor, kendini ve prensiplerini gizliyor hattâ onlardan utanıyor. Bu bir aşağılık kompleksidir. Bu durum, karşımızdakinin üstünlüğünü kabul etmek demektir. Hâlbuki İslâm ve onun prensipleri; tartışma götürmez, en üstün prensiplerdir.
Peki, bu saldırlar karşısında yüce ve yüksek dînimizi nasıl savunmalı? Savunurken ki üslûbumuz, mücadelemiz ve tavrımız ne şekilde olmalı? Şimdi de buna bakalım:
Müslüman dînini savunurken Kur’ân’ın şu emrini asla hatırdan çıkarmamalı:
“Fitne ortadan kalkıp, din yalnız Allâh’ın oluncaya kadar; sizinle savaşanlarla savaşın.” (el-Bakara, 193) buyuruluyor. Bu gerçekten hareket ederken, «münazara ve cedel»in ne olduğuna da temas etmek gerekiyor.
Münazara; dînî hakikatlerin ortaya çıkması için, Hazret-i Peygamber -aleyhisselâm-’ın üslûbuna riâyet etmek sûretiyle, Kur’ân ve Sünnet’ten deliller ortaya koyarak ilmî gerçeklerin açıklanması için yapılan fikir alışverişidir. Ancak günümüzde hiçbir kaide tanımadan, konuşulan konu hakkında doğru dürüst bilgi sahibi olmadan, düz bir mantıkla sadece karalamak maksadıyla nefislerin konuşturulduğu, konuşulan konunun şahıslara indirildiği seviyesiz tartışmalar asla münazara olamaz, bunu belirtmiş olalım.
Müslüman, dînine yakışır bir edep ve ölçü ile muhatabına hitap etmelidir. Cedel sırasındaki üslûbumuz; Peygamber -aleyhisselâm-’ın yaptığı gibi sabırla, leyyin yani yumuşak bir tavırla, tevâzuyla, iç derinliği ile ihlâsla, tüm samimiyetimizle ve neticeyi bizden değil sadece Cenâb-ı Hak’tan bilerek davranmak olmalıdır.
Kur’ân’ı Hakîm’de;
“Sen; insanları Allah yoluna hikmetle, güzel ve mâkul öğütlerle davet et, gerektiği zaman da onlarla en güzel tarzda mücadele et!..
Rabbin; elbette, yolundan sapanları en iyi bildiği gibi, kimlerin doğru yola geleceğini de pek iyi bilir.” (en-Nahl, 125) buyurulur.
Âyette bahsedildiği üzere; en güzel üslûpla Kur’ân’dan ve Sünnet’ten delilleri vakur bir şekilde muhataba sunmalı. Ancak cahile delil sunmanın bir mânâsı yoktur, bu gerçek bilinmeli. Anlayana, idrakli olana, dinleyene bahsedildiği üzere hikmetle îzahlar verilmelidir. Konu; eğer bilmediğimiz bir husus ise, sırf savunmak adına konuşmamalıdır. Dîni bilerek, inanarak, şuurla savunmalıdır. Bu savunma; muhatabın seviyesine, anlayış kapasitesine uygun olarak akıllıca yapılmalı, muhatabın mevzuyu anlaması için gerekli zemin ve bilgi önceden verilmelidir. Lâf kalabalığına girmeden âyet ve hadislerle konuşmalı; hak, hakça savunulmalı, safça gidilmemeli. Hakkı savunurken, münakaşa yapılırken asla şahsî görüşler öne çıkmamalı; daima hak öne çıkmalı, aslolana vurgu yapılmalı, nefislere pay çıkarılmamalı. Münakaşa;
“Sadece benim görüşüm haklıdır.” durumuna dönüşmemelidir.
“Kur’ân hakkında münakaşa, küfürdür.” (Ebû Dâvûd, Sünnet, 5, Hadis no: 4603) gerçeği de unutulmamalıdır.
İslâm’ın ve kaidelerinin istismâr edilmesine, alay konusu yapılmasına müsamaha gösterilemez. Hakk’ı inkâr edenlerle de, münakaşa yapılamaz. (Bkz. el-Mü’min, 40, 56, 83; el-Hac, 8) Münazaralar dînî kaideler dikkate alınarak yapılırsa, iki tarafta da kırıcılık ve kırgınlık olmaz. Bilginin konuşması durumunda, herkes kârlı çıkar. Aksine; herkes kendi fikrinin haklı olduğunu iddia eder ise, arada cidal çıkabilir. Kişiler birbirlerini yenme hırsına kapılarak; birbirlerini kırabilir, incitebilir, rencide edebilir. Yani münazaralarda;
“Ben haklıyım, sen haksızsın!” durumu ortaya çıkmamalı. Bunun yerine «hak üstünlüğü» prensibinden hareket edilirse, en mümtaz yol takip edilmiş olur.
Rabbimiz; hakkı hakça savunanların, Kur’ân’ın üstünlüğüne inananların sayısını çoğaltsın inşâallah.