MEDİNE’DE İSLÂM’IN NÛRU

Âdem SARAÇ vardisarac@yahoo.com.tr

Allah Teâlâ’nın, Âlemlere Rahmet olarak gönderdiği son Peygamberi Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; Mekke’de irşad vazifesine devam ediyordu…

Nerede ise bütün güzel değerlerini yitirip çökmüş, yıkılmış ve perişan olmuş insanlık âleminin gönül toprağına; yeniden yeşerip hayat bulmaları için, İslâm ve îman tohumunu atıyor, insanlığı yepyeni bir hayata davet ediyordu.

Sürekli nâzil olan Kur’ân âyetleri, hikmet çağıltılarıyla akıl ve idrakleri aydınlatıyordu.

Asırlardır hasret kalınan nur; bütün aydınlığı ile bütün kâinâtı aydınlatmak için, nasipli gönüllerde neşv ü nemâ buluyordu.

İslâm ile şereflenip aydınlık ufuklara doğru tırmanışa geçenler olduğu gibi; İslâm nûrundan kaçarak, karanlık kuytulara doluşanlar da vardı.

Mekke; İslâm nûruyla aydınlanırken, karanlık ruhlu insanlar, daha ilk günlerinden söndürmek istemişlerdi bu nûru. Fakat İslâm ile yeniden şekillenip sahâbe olma şerefine eren bir avuç insan, destansı bir mücadeleyle aydınlanma sürecini çoktan başlatmışlardı.

İlâhî nur, Medine’ye kadar uzanmış, Rasûlullah -aleyhisselâm-’ın vazifelisi ve İslâm tarihinin ilk «hocası/öğretmeni» unvânını alan Hazret-i Mus‘ab bin Umeyr -radıyallâhu anh- vesilesiyle, Medine de aydınlanmaya başlamıştı. Allah Teâlâ Hazretleri nûrunu tamamlayacaktı çünkü…

İslâm güneşi Yesrib’de de doğmuştu artık. Her geçen gün İslâm ile nurlanıyor, her evde İslâm konuşuluyor; Yesrib, Medine olmaya hazırlanıyordu.

Bir okul ve bir ekol olan Hazret-i Mus‘ab; çok yönlü ve koordineli çalışma yaparak, kaliteyi sağlam tuttuğu gibi, sürekli artış da sağlıyordu.

Her şeyden önce; içe dönük ve dışa dönük olmak üzere, iki kademeli çalışma programı tespit etti. Müslümanları eğitmek ve müslümanın her şeyi ile İslâm’ı kuşanması içe dönük çalışmaydı. Müslüman olmayanlara İslâm’ı tebliğ etmek, İslâm’ı Kur’ân ekseni ve prensipleriyle yaşayarak tebliğ etmek.

Öyle bir ciddiyetle çalışılıyordu ki; içteki eğitim ile, her müslüman aynı zamanda birer temsilci ve tebliğci olacak duruma geliyordu. Bu çalışmalar, sadece Mus‘ab Hoca ile sınırlı değildi; ancak onun önderliğinde, bütün müslümanlar seferber olmuşlardı.

Öğrenmeleri gereken şeyleri zamanında öğrenmek ve hemen hayatlarına geçirmekle mükellef olduklarını çok iyi biliyorlardı.

Neyi öğreniyorlarsa onu mutlaka hayatlarında uygulayarak, önce güzel örnek olmayla tebliğ yapıyorlardı. Sonra da inceliklerine dikkat ederek, başkalarına anlatıyorlardı.

Yahudiler başta olmak üzere Medine yönetimini ellerinde bulunduranlar; ta başlangıcından beri, bütün gelişmeleri en ince ayrıntısına kadar takip ediyorlardı.

Her yönü ile gittikçe yayılan İslâm, halkaya sürekli yeni müslümanlar ekliyordu. Böyle giderse önü alınamazdı bunun. Kafa kafaya verip durum değerlendirmesi yapanlar, sürekli endişelerini dile getiriyorlardı…

Mus‘ab Hoca; insanları İslâm’a davet ediyor, müslüman olanlara, başta Kur’ân olmak üzere, İslâm esaslarını öğretiyor; onlara topluca cemaat hâlinde namaz kıldırıyordu.

Bu haber dilden dile bütün Medine’ye yayılmıştı. Çünkü bu önemli haberi alanlar, yakınlarını da bundan haberdar etmişlerdi.

Zeyd bin Âsım da bu haberi duymuş, olayın iç yüzünü çok merak ediyordu…

Merakını yenemeyerek işin aslını öğrenmek için, kalkıp Hazret-i Es‘ad bin Zürâre’nin yanına gitti. Onunla bu mevzu hakkında konuştuktan sonra, Mus‘ab bin Umeyr’in yanına girdi. Onun yanına girince bir hoş oldu. İçerideki mânevî hava, onu da hemen etkilemişti.

Mus‘ab Hoca, içeridekilere İslâm’ı anlatıyordu. Anlatım esnasında çok sık okuduğu şeyler, Zeyd’in bütün vücudunu ürpertti. Öyle bir hava içine giriverdi ki, hemen oracıkta atıldı:

–Ey rûhumu da bedenimi de altüst eden adam! Ey Rasûlullah elçisi olduğunu söyleyen şerefli insan! Ey okuduğu bu güzel ve eşsiz kelâm ile bizi bambaşka bir âleme götüren zât! Söyle Allah aşkına, bu kelâm nedir ve bu dîne nasıl girilir?

Bir dinlemeyle anlamıştı Zeyd… Bu okunan kelâmın Allah kelâmı olduğunu anlamıştı. Anlamış ve can atmıştı hemen…

Mus‘ab Hoca, Zeyd bin Âsım’a (da) bunun Kur’ân olduğunu söyledikten sonra, kısa hatlarla İslâm’ın özünü anlatıp «Kelime-i Şahâdet» getirmesini istedi. Zeyd de büyük bir coşku ile kelime-i şahâdet getirip müslüman oldu. O sadece Zeyd değil, Hazret-i Zeyd -radıyallâhu anh- olmuştu artık. İslâm nûru ile nurlanıp, bir başka güzellikle değişmiş bir hâlde, evinin yolunu tuttu.1

Sevgili hanımı bu işe ne diyecekti acaba? Bir yandan da bunu düşünüyordu! Nesîbe Hanım ne diyecekti bu işe? Peki kimdi bu Nesîbe?

Nuseybe olarak da kaynaklara geçen bu hanım, daha çok Nesîbe olarak bilinir. Babası Ka‘b bin Amr, annesi ise Rebâb bint-i Abdullah idi. Anne-babası hakkında pek bilgi yoktur. Künyesi, Ümmü Ümâre’dir. Bundan dolayı genellikle hepsi birden kullanılarak Ümmü Ümâre Nesîbe bint-i Ka‘b şeklinde anılır.

Medine’de hicretten 40 sene önce, mîlâdî olarak yaklaşık 582 yılında veya 573 yılında doğduğu rivâyet ediliyor. O günlerde 30 ya da 38 yaşındaydı yani.2

Güngörmüş, bilgili bir hanımdı Nesîbe. İyi bir eşti. Şimdiye kadar aralarında hiçbir tatsızlık olmamıştı. Abdullah ve Habîb adını verdikleri iki çocuklarıyla beraber, mutlu bir şekilde yaşayıp gelmişlerdi bugünlere kadar. İleriyi gören, uyumlu ve çok da anlayışlı bir hanımdı. Fakat şimdi bambaşka bir hâdiseyle karşılaşmışlardı. Bu işe ne diyecekti acaba?

Bu düşüncelerle yol alan Hazret-i Zeyd bin Âsım, her zamanki gibi güler yüzle girdi evine. Selâm verip hâl hatır soran sesindeki ve nur gibi parıldayan yüzündeki değişikliği fark eden Ümmü Ümâre, sormadan edemedi:

–Bu ne güzellik böyle? Sesin de yüzün de değişmiş, bir başka güzelleşmiş, bir başka âleme girmişsin!

–Ben bir toplantıya katıldım ey Nesîbe. Onu orada gördüm!

–Bilmece gibi konuştun…

–Mus‘ab bin Umeyr diye birini duydun mu sen ey Nesîbe?

–Hani şu Mekke’de Allâh’ın Rasûlü olduğunu söyleyen zâtın elçisi mi?

–Sen onu nereden biliyorsun?

–Medine’de onu duymayan mı kaldı?

–Mus‘ab bin Umeyr ile görüştüm ben! Anlattıklarını dinledim. Hepsi aklıma yattı. Bir de Kur’ân okumasını dinledim ve çok etkilendim!

–Sonra ne oldu peki?

–Sonra da, şey… Nasıl desem bilmem ki?

–«Müslüman oldum.» diyeceksin efendi!

–Aman Allâh’ım! Nasıl anladın?

–Sen beni bakar kör, işitir sağır mı sandın? Ben de haberliyim bu meseleden. Hattâ sorup soruşturmaktaydım. Ama senin gibi gidip Mus‘ab ile görüşemedim. Bu yüzden tam ve doğru bir bilgiye sahip değilim. Mademki sen gidip bizzat görüştün ve müslüman oldun, anlat bakalım, neymiş işin aslı?

–Beni hem çok şaşırttın, hem de çok sevindirdin ey Ümmü Ümâre. Allah da seni sevindirsin!

–Mekke’de Rasûlullah olarak vazifelendirildiğini söyleyen zât, aynı zamanda bize akraba oluyor ey Zeyd! O zât Vehb’in kızı Âmine’nin oğludur. Âmine Hanım da Abdulmuttalib’in geliniydi. Hazret-i Muhammed’in dedesi Abdülmuttalib’in annesi Selmâ Hanım da, Amr bin Zeyd bin Adiyy bin Neccâr kızıdır. Yani Selmâ Hanım da Neccâroğullarından. Böylece akraba oluyor bize. Anladın mı şimdi?

–Peki, sen bu bilgiye nasıl ulaştın?

–Bırak da bu kadarını olsun bileyim. Rasûlullah meselesini ilk duyduğumda, hemen O zâtın kim olduğunu sorup soruşturdum. Hem ahlâk ve şahsiyetini öğrendim hem de akraba olduğumuzu tespit ettim. Fakat O’na nasıl ulaşacağımı bilemiyordum. Mus‘ab da zaten yeni geldi buraya.

–Çok şükür ki, çok geç kalmadan ulaştım ona. Bana da onunla görüşmek nasip oldu ve onun vesilesiyle müslüman oldum çok şükür. Şimdi sıra sende ey Nesîbe! Sen ne diyorsun bu işe, müslüman olmayı düşünür müsün?

–Sorduğun soruya bak! Rasûlullâh’ın elçisiyle bir defa görüşüp ondan Kur’ân dinleyerek İslâm ile şereflenen kocasının yüzündeki ve sesindeki değişikliği gören bir hanım, tereddüt eder mi hiç? Yani ben de girmek istiyorum İslâm’a. Müslüman olmak istiyorum. Mademki sen müslüman oldun; şimdi de bize, ev halkına anlat; nasıl girilir İslâm’a?

Zeyd bin Âsım, büyük bir aşk ve şevk ile kelime-i şahâdet getirdi. Ümmü Ümâre Nesîbe Hanım da daha bir coşkuyla kelime-i şahâdet getirerek müslüman olmakla şereflendi.

İslâm ile şereflenen Hazret-i Zeyd bin Âsım -radıyallâhu anh-;
daha yeni İslâm’a girdiği hâlde, bütün bedenini İslâm’ın o eşsiz nûru nurlandırmıştı. Kocasındaki nûru gören Ümmü Ümâre de kocasının tebligātıyla müslüman olmuştu. Böylece o da artık sadece Ümmü Ümâre Nesîbe değil, Hazret-i Ümmü Ümâre Nesîbe Hanım -radıyallâhu anhâ- olmuştu.

Daha sonra evlerine gelen çocukları Abdullah ile Habîb de katıldılar bu kutlu yarışa. Böylece dört kişilik bu aile, bütün ev halkıyla müslüman olmuş, Medine’nin ilk müslüman ailesi olma şerefine de ermişti. Bu şekilde İslâm ile şereflenen müslüman aileler birbirini izlemeye başladı.3

Gönül kapılarını ilâhî hikmete açan bu mübârek insanların evini, İslâm’ın nûru aydınlatmaya başlamıştı. Bu nasipli aile, Mus‘ab Hoca’nın sohbet halkalarının ayrılmaz birer parçası hâline gelmişti. Mus‘ab Hoca’nın devamlı öğrencileri arasına girmişlerdi.

Mukrî olan Mus‘ab Hoca, vahyi her şeyin başına alıyordu. Dolayısıyla bütün herkes, öncelikle Kur’ân öğreniyorlardı ondan. İslâm esaslarını ilk ve en yetkili ağızdan öğrenip, hayatlarını o esaslara göre şekillendirmeye çalışıyorlardı.

Peygamber Efendimiz’den böyle öğrenmişti çünkü.

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem…-

_____________

1 İbn-i Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, c. 3, s. 82.

2 İbn-i Sa‘d, et-Tabakātü’l-Kübrâ, c. 8, s. 412-415.

3 İbn-i Hacer el-Askalânî, el-İsâbe fî Mârifeti’s-Sahâbe, c. 4, s. 479-480.