KUR’ÂN’IN BURHANI MI DEİZMİN BUHRANI MI?

M. Aşır KARABACAK ma.karabacak@gmail.com

Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhâmı,
Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı!..

(M. Âkif ERSOY)

Mesnevî’de güzel bir hikâye vardır.

Kazvin şehrinden birisi vücuduna bir aslan dövmesi yaptırmak ister ve dövmeciye gider;

“–Usta! Bana bir dövme yap, fakat canımı acıtma.” der.

Dövme ustası;

“–Ne resmi istersin, vücuduna ne işleyeyim?” der.

Adam;

“–Burcum aslandır; onun için sırtıma bir aslan resmi çiz, fakat dikkat et bu işi adamakıllı yap!” der.

Dövmeci iğneleri alıp işe koyulur. Adamın canı acımaya başlar ve feryat ederek;

“–Aman usta beni öldürdün, ne yapıyorsun?” diye bağırır. Usta;

“–Aslan resmi yap dedin ya, onu yapıyorum.” der. Kazvinli sorar:

“–Neresinden başladın?” Usta;

“–Kuyruğundan.” der. Kazvinli;

“–Aman iki gözüm, canım ustacığım! Bırak kuyruğu, aslanın kuyruğunu yapacaksın diye benim ta kuyruk sokumum sızladı. Canım burnuma geldi. Aslan varsın kuyruksuz olsun. İçime fenalık geldi, acıdan neredeyse bayılacağım…” der. Usta bunun üzerine aslanın başka bir tarafını yapmak üzere iğneleri batırmaya başlar. Kazvinli feryat eder:

“–Şimdi aslanın neresini çiziyorsun?” Usta;

“–Kulağını çiziyorum.” der.

Kazvinli can acısıyla bağırır ve;

“–Bırak ustacığım Allah aşkına! Varsın aslan kulaksız olsun, canım çok acıdı.” der.

Usta bu defa aslanın başka bir yerini çizmeye başlar. Kazvinli yine feryat eder ve;

“–Bu defa aslanın neresini dövüyorsun?” der. Usta;

“–Azizim şimdi aslanın karnını yapmaya çalışıyorum.” der.

Bunun üzerine Kazvinli;

“–Aman çok fena acıdı canım; bırak iğneleri batırma, varsın aslan karınsız olsun, karnı eksik olsun aslanın…” deyince; usta sinirlenerek elindeki iğneleri yere atar ve;

“–Bu benim başıma gelen, âlemde hiç kimsenin başına gelmemiştir. Hiç kuyruksuz, başsız, kulaksız ve gövdesiz aslan olur mu? Böyle bir aslanı kim görmüş!?.” diye işi bırakır. (Mesnevî, c. I, beyit: 2981 vd.)

Son yıllarda hikâyede geçen Kazvinli gibi pek çok türedi tipler çıktı ortaya. Bunlar da aynı Kazvinli’nin düştüğü buhranla;

“Allah olsun fakat Peygamber olmasın, Allah olsun fakat kitap olmasın, Allah olsun fakat Allah hiçbir şeye karışmasın, din olmasın…” demedeler.

“Mezhebler olmasın, Peygamber sözü hadislere itibar edilmesin ve Kur’ân’ın bazı âyetlerini emekliye sevk edelim de hayatımıza müdahale olmasın…” gibi bir fikir karmaşası içerisindeler.

Bu ve benzeri yıkıcı, parçalayıcı fikirler, batılı oryantalistlerin İslâm’a zarar vermek için ortaya koydukları mantık travmalarının ürünüdür. Batı; kendi dînî hayatını merkeze alarak karşılaştığı problemleri ve kendince tespit ettiği çözümleri, bütün dinleri ve toplumları aynı potaya koyarak yoğurma gayreti içerisinde olmuştur her zaman.

***

Batının İnanç Seyri

Orta Çağ’da; kilise hegemonyasında, papazların iki dudağı arasında, rûha herhangi bir neşve vermeyen, değil ilâhî olanı insânî olanı bile yabânî ve yabancı bir inanç anlayışı… Aforoz etmek, yakmak, işkenceler ve dogmaların baskısı. Her türlü fecaati, günahı işleyen din adamlarının din adına günahları affetmesi ve cenneti parsel parsel satması. Ne kadar zenginsen o kadar günah işleyebilirsin ve cennetten o derece güzel yer satın alabilirsin.

Sonrasında dinde reform. 17. asırda insânî bile olmayan bu din anlayışına aklen karşı durabilecek bir cesaretin oluşması ve Protestanlığın doğuşu. Katolik kilisesine başkaldırı. Skolâstik anlayışın çöküşü ve aklın ön plâna çıkmaya başlaması. Hümanizmin palazlanması, Rönesans’ın doğuşu. İnsanın ön plâna çıkması ve değerli olduğunun farz edilmesi. Kilisenin kendisini yeni gelişen çizgide tekrar konumlandırması; «Buradayım!» çığlıklarının kısık da olsa yankılanması.

Takip eden iki yüz yılda; «Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler (laissez faire, laissez passer)» anlayışının gelişmesi. Sanayi inkılâbı ve kapitalizm sarmalı. Gelişen sanayi ile birlikte kapitalin ön plâna çıkması, maddeciliğin/materyalizmin yükselen değer olması, Tanrı anlayışının sorgulanması. İşçi sınıfı ve komünizmin ayak sesleriyle birlikte yirminci yüzyıla doğru parlayan, yirminci yüzyılda altın devrini yaşayan ateizmin, bedenî ve ferdiyetçi hazcılığı ön plâna çıkarması.

Son yüzyılda Tanrı’ya değil aklına tapan bir batı. Büyük savaşlar ve sonrasında fıtraten ihtiyacı olan din inanışını mistisizmde arayan popüler kültür. Geliştirilmeye çalışılan dinsiz ahlâk doktrini. Rûha şifâ vermeyen Uzak Doğu felsefeleri. Meditasyon, reenkarnasyon, nirvana. Ateizm ağacındaki mistisizm meyveleri. Tanrısız inanç sistemleri…

Ve gelişen teknoloji ile dünyanın her yanından ve her şeyden haberdar olan insan, yoğun bilgi ve belge akışıyla skolâstik Hıristiyanlık karşısındaki reformdan sonra 300 yılda ancak ulaştığı fikir seviyesine kısa zamanda erişerek mistisizm adı altında kendisine sunulan yalancı cenneti sorgulamaya başladı. Frankenstein gibi; «akıl» öne çıkarılarak oluşturulan hayatını, yine kendi aklı ile akılcılığı/rasyonalizmi sorgulamaya başladı.

Ateizm, artık ağızlardaki geçici tadını yitirmiştir. Bir Yaratıcı’nın varlığı, bizzat akıl, bilim ve yaratılmış olan mükemmel ve muazzam kâinat tarafından insanoğlunun ufkunda güneş gibi parlamaya başlamıştır. Şeytanın askerleri; yığınların önüne koydukları zehirli yemekte menü değiştirme vaktinin geldiğini, artık eski menü ile devam etmenin muhal olduğunu anlayınca artık ateizm yemeği nostaljik bir kültür aşı gibi kalmış, yerine deizm hazırlanmış ve masaya sürülmüştür.

Yeni Buhranın Adı: Deizm

Deizm; tek bir yaratıcı olduğuna inanır. Lâkin bu yaratıcı; mükemmelliğini sadece yaratmakta kullanmış ve sonrasında bu mükemmel âhengi başıboş bırakmış, neden yarattığını bilmezcesine herhangi bir müdahalesi olmayan bir yaratıcıdır.

Deizm, yukarıdaki Kazvinli hikâyesinde anlatılan Kazvinli adam gibi varlığını yokluklar üzerine kurar.

Deizmde ibâdet ritüeli yoktur, dolayısıyla ibâdethâne de yoktur. İnsan istediği şekilde ibâdet eder ya da yaptığı herhangi bir hareketi ibâdet kastıyla yaparak ibâdet ettiğini düşünür veya ibâdet etmez. Bu konuda herhangi bir kaide ve disiplin yoktur.

Peygamber yoktur; dolayısıyla hakikati anlatılacak ve insanlığı kurtuluşa götürecek bir nizam, sistem de yoktur. Peygamber, üstün insandır. Üstün insan inancı yoktur, herkes eşittir. İsteyen istediği gibi davranış sergileme özgürlüğüne sahip ve inanç dünyasını istediği gibi şekillendirme hürriyetini hâizdir.

Mukaddes kitap yoktur, dolayısıyla ilâhî îkazlar ve müjdeler de yoktur. Yaratıcı, yaratış fiilini yapmış ve kenara çekilmiştir. İnsan aklı, yaratıcıyı kavrayamaz. Yaratıcı; hayatın devam etmesi için herhangi bir sistem göndermemiş ve yaratış gayesi, maksadı belirlememiştir. Sadece yaratmış ve sonra insanlığın neler yapıp yapmayacağını gözlemek için tribüne geçip izlemeye başlamıştır. İnsanoğlu istediği gibi hayatını idâme ettirmekte serbest ve cihanşümul ahlâk kaidelerine göre «iyi insan» olmak kaydıyla hür bir yaşantı sergileyebilir.

Bazı deistler, yaratıcının insanın hayatını kontrol etmediğini ve ilgilenmediğini varsayar. Bazıları ise bedenin ölümü sonrası insan rûhunun-enerjisinin yeniden doğduğuna, vücut bulduğuna, bu formun ise insanın önceki hayatında yaratıcının insanlardan beklediğine ne kadar uygun bir hayat sürüp sürdürmediğine göre belirlendiğini düşünür.

Az-çok düşünen ve vicdan sahibi her insan şunu görür ki yukarıdaki dört paragrafta ana hatları verilen deizm inancı, kendi içinde çok fazla çelişkiyi barındırmaktadır. Beşer idrakinin, aklının ulaştığı son nokta olması açısından bakıldığında ise; hazin bir görüntü sergilemektedir. Aklı öne alan, fakat ilkokul seviyesinde bir teori bile ortaya koyamayan primitif bir çıkarım.

Hem «yaratıcı var» diyeceksin ve «akıl onu kavrayamaz» diyeceksin, sonra da «bu yaratıcı benim hayatıma karışmayacak, ben de istediğim gibi yaşayacağım» diyeceksin.

Hem «yaratıcı kaide koymamıştır» diyeceksin hem de yaşamayı çok sevdiğin için ölümü sürekli yok olmak olarak göreceksin. Bundan kurtulmak için, öldükten sonra dünyaya tekrar geleceğini, bu gelişinin de önceki hayatında yaratıcının istediği ölçüde «iyi insan» olup olmadığına göre şekilleneceğini iddia edeceksin. Peki, «iyi insan» kriterlerini kim koyacak? Yaratıcıya o hakkı vermeyen insan, hangi beşere verecek, «iyi insan» olma kıstası neler ve nasıl olunur, belirleme hakkını? Hani «üstün insan» yoktu ve bütün insanlar eşit idi?

Haydi birisi çıktı ve aklıyla birtakım kaideler koydu. Hani kaideler yoktu deizmde? Bu kaidelere uymak kişinin kendi bileceği iş ise, bu kaideler neden konuldu? Ya bu kaidelerin yazılı olduğu kâğıtlar ne olacak? Basbayağı «mukaddes kitap» alternatifi bir metin ortaya çıkmış olmuyor mu? Hani hikmeti kendinden menkul «mukaddes kitap» fikrine karşıydı deizm?

Basit bir mantıkla, deizmin oturmamış fikir yapısı hakkında karşımıza çıkan hakikati ortaya koymaya çalıştık burada. Durum böyleyken; insan neden kendini deizme kaptırır veya böyle bir arayış içine girme ihtiyacı hisseder sorusu, çok önemli olmakta.

Başta anlattığımız Kazvinli hikâyesinde olduğu gibi; hayatını istediği şekilde yaşamak isteyen bir insan için, her şeyini gören, bilen, hesabını da sormak için kaydeden bir yaratıcının varlığına inanmak, içinden çıkılmaz bir lâbirent. Özellikle ferdiyetçiliği varlığının temel öznesi hâline getirmiş batı toplumlarında canı istediği gibi yaşayabilecek bir mantık silsilesi oluşturmak mecburî ve inanç sistemi gibi algılamak da fıtrata daha uygun. Dolayısıyla, devamlı bedenî hazza ulaşmak, dilediği şekilde hayatını idâme ettirmek ve sürekli yeniden doğuşu olan bir hayata kavuşmak için, hem yaratıcıya inanacaksın hem de yaratıcıyı sanki sen yaratmışsın gibi ona hâkimiyet yetkisi vermeyeceksin ve hüküm de sende olacak. Sonunda da tabiî ki seni yaratan Tanrı, seni cennetine almak vazifesini îfâ edecek, sen de sonsuz bir sefâ ve eğlenceye erişeceksin. Bu da Tanrı’nın son Tanrılık îfâsı olacak senin için.

Bu durumun ülkemize ve İslâm âlemine yansıması da girişte Mesnevî’den aldığımız hikâyedeki gibi önce mezhebleri, sonra hadisleri ve en son olarak da Kur’ân’ın birtakım hukuk vaz‘ eden kaidelerini emekliye ayırarak, tarihselcilik görüntüsüyle karşımıza çıkmak şeklinde olmakta.

Hâlbuki Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“Size iki şey bırakıyorum. (Bunlara tutunursanız) asla dalâlete düşmezsiniz: Allâh’ın Kitâbı ve sünnetim. Bu ikisi (kıyâmette) havza kadar ayrılmadan beraberce geleceklerdir.” (Muvattâ, Kader, 3)

İslâm hukukunun temel direkleri olan Kur’ân ve Sünnet ve bu sütunlara yaslanan mezhebler, cârî olduğu zamandan günümüze ve istikbâlin her hâline ışık tutan ve karanlıkta herhangi bir noktanın kalmaması için bütün köşeleri aydınlatan şuâlardır. Kur’ân değişmez ve inkâr edilmez bir gerçeklikle karşımızda durmaktadır. Hadisler, dünya tarihinde eşine bir daha rastlanmayacak titizlikte ve ilmî kaidelere riâyetle cem edilmiş ve kitap hâline getirilmişlerdir. Buna ilâveten icmâ ve kıyasla ibkā olunarak, Kur’ân ve Sünnet ekseninde sürekli kendini yenileyen mezhebler de ümmetin her derdine derman olmuş ve olmaya devam etmektedir.

İslâm toplumlarında ulaşılmak istenen asıl netice, Kur’ân endeksli bir hayattan müslümanları uzaklaştırmaktır. Doğrudan doğruya Kur’ân’a saldırmak istemektedirler, fakat bunun bir fikrî ve fizikî karşı durmaya evrilmesinden çekindikleri için, önce mezheblere sonra da hadislere yönelik salvolar yapmaktadır şeytanın askerleri. Bu durum yeni de değildir. 1882 yılında dönemin İngiltere başbakanı olan William Ewart Gladstone, avam kamarasında yaptığı bir konuşmada şunları söylemiştir:

“Bu Kur’ân müslümanların elinde oldukça; Avrupa, doğuyu yani İslâm âlemini kontrol altına alamayacaktır.”

O zamandan sonra da bu anlayış, öncelikle İngilizlerin olmak üzere bütün batı âleminin temennîsi olarak kalmış ve buna yönelik icrâyı faaliyetten geri durmamışlardır.

Biz müslümanlara düşen de; genelde İslâm’a özelde Kur’ân’a yönelik bu tehditlere karşı uyanık olmak ve üzerimize düşen Kur’ân şuurunu hakkıyla yaşayıp yaşatmaya gayret etmektir.

İstikbâlin Fatihleri, Akşemseddinleri olacak olan evlâtlarımıza; evvelâ Kur’ân eğitimini tam vermeli ve merkez ayağın Kur’ân çerçevesinde şekillenmesi gerektiği şuurunu ısrarla aşılamalıyız.

Aşılamalıyız ki ne zaman ümitsizlik kapılarını çalsa, bin bir zaferle dolu bir geleceğin onları beklediğini; ne zaman aşılması zor ve çetin güçlüklerle karşılaşsalar, çok daha fazlasını kolaylıkla bir adım sonrasında karşılaşacaklarını bildiren ve inananların üstünlüğünü daima hatırlatan bir rehberleri olduğunu unutmasınlar.