Kur’ân-ı Kerim Tefsirinde GELENEĞİ REDDETMENİN İMKÂNI

YAZAR : Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ harunogmus@gmail.com

Tefsir ilmi ve onun kaynaklarıyla iştigalimin başladığı yıllarda, zihnimde bir proje belirmişti. 15-20 kadar bebek, dünya ile irtibatı bilinçli olarak koparılmış bir çöle veya çöl iklimini andırır bir yere götürülecek ve orada büyütülecekti. Çocuklar; düzgün Arapça konuşan mürebbî ve mürebbiyeler tarafından yetiştirilecek, dolayısıyla ana dilleri Arapça olacaktı. Ancak son derece tecrübeli olan mürebbîler, proje gereği ağızlarından Kur’ân ve hadiste yer alan tek bir cümle bile kaçırmayacaklar; bunun yerine ezberledikleri câhiliyye devrine ait güvenilir şiir ve hitabeleri okuyacak, bunlar çerçevesinde oluşmuş olan Arapların yaptıkları savaşlar (: eyyâmu’l-Arab) ve yaşadıkları olaylarla (: ahbâru’l-Arab) ilgili kültürel mîrası anlatacaklar, çocukları da nisbet ettikleri Arap kabîlelerinin soy-sopunu (: ensâbu’l-Arab) sayacak, atasözlerini (: emsâlü’l-Arab) aktaracaklardı… Eğitim tamamıyla şifâhî olacak, çocuklara asla okuma-yazma öğretilmeyecekti… Hattâ mürebbîlerin okuma-yazma bilenleri bile nâdirattan olacak, öyle olmasa bile çocuklara öyle bir intibâ verilecekti… Çocuklar, büyük ölçüde câhiliyye devri Arap hayatının şartlarına uygun şekilde yaşamaya alışacak; sözgelimi hayvancılık öğrenecek, hayvanları için otlak ve su kaynağı arayacak, bunun için başka kabîleye nisbet edilen arkadaşıyla ihtilâfa düşecek ve gerekirse onunla dövüşecekti… Kendi kabîlesiyle övünecek, yağma ve çapula yatkın olacaktı… Yahudilik, Hıristiyanlık ve Haniflik hakkında çok kısa bilgi verilecek; ancak İslâm’a dair tek kelime edilmeyecekti… Tâ ki bu şekilde yaşarken bülûğ çağında veya o çağa girmekte iken Arap dili ve edebiyatını en güvenilir örnekler üzerinden şifâhen öğrenmiş olan bu gençlere ânîden Kur’ân okunuverecekti…

Ne yapmak istediğim herhâlde anlaşılmıştır. Câhiliyye toplumunun Kur’ân’ı nasıl anladığını, onun etkileyici üslûbuyla nasıl çarpıldığını ve o esnada ilk tepkisinin ne olduğunu müşâhede etmek istiyordum! Bunun için dili, kültürü, çevresi, yaşayışı, öncelikleri vs. ile mini bir câhiliyye toplumu inşa etmek emelindeydim. Yıllarca sürecek ve çok masraf gerektirecek büyük bir projeydi bu! Dolayısıyla onu benim kadar sevecek ve faydalı bularak destekleyecek çok güçlü bir finansöre ihtiyacım vardı. Tabiatıyla henüz talebe olduğum o yıllarda böyle bir finansör bulmak şöyle dursun, arama cesaretini bile bulamadım kendimde… Böylece bu parlak projem daha başlamadan akamete uğrayıp gitti. Bununla birlikte bugünlerde aklıma düştükçe ayrıntılarını tekrar gözden geçiririm:

XXI. asırda câhiliyye toplumunun bir sahnesini kuruyordum. Çocukları o sahnenin figüranı yapacaktım. O sahnede; oluşturacağım sun‘î toplumun, câhiliyye insanını yansıtacağından hiç şüphem yoktu. Ne var ki, gerçekte o sahnenin bütün teferruâtıyla XXI. asrın zihni tarafından oluşturulduğunu unutuyordum. Bu konuda elbette başta Kur’ân ve hadis olmak üzere câhiliyye şiiri ve onun çevresinde oluşmuş kültürel mîrâsa dayanacaktım. Kuracağım sahnenin bütün dekoruyla bunlara uygun olacağından çok emindim. XXI. asrın şartlarının oluşturduğu zihnimin yanılabileceğini hiç düşünmüyordum. Sahne ve dekordan daha önemlisi ise projenin asıl hedefini oluşturan dil hususuydu. Projeye göre dili mürebbîler câhiliyye şiiri ve onunla ilgili kültürel mîrâsı esas alarak öğreteceklerdi çocuklara. Tamam, şifâhî bir eğitim yapacaklardı. Hattâ kendilerinin okuma-yazma bilmemesi bile makbul tutulacaktı. Ancak ben burada çok önemli bir ayrıntıyı atlamıştım. Atladığım ayrıntı, mürebbîlerin dili öğrendikleri kişilerdi. Benim mürebbîlerim, câhiliyye çağının tabiî ortamında yetişip de tayy-ı mekânla bu zamana ışınlanmış ve projeme dâhil olmuş kişiler değillerdi. Bilâkis Arapçayı XX. asırda anne-babalarından, hocalarından ve toplumdan öğrenmişlerdi. Çünkü dil, toplum tarafından geliştirilerek aktarılan kültürel bir unsurdan ibaretti. Şu hâlde ben; projemdeki çocuklarımın, câhiliyye çağındaki insanlarla aynı dile sahip olduğundan nasıl emin olabilecektim ki? Onlar sun‘î bir ortamda, XXI. asır insanlarının zihninin câhiliyye dili zannettiği dili öğrenip konuşacak ve onların algısı ölçüsünde câhilî insanlar olacaktı! Ve sonunda ben; câhiliyye insanı sandığım, aslında XXI. asır insanlarının bilgi ve algısının ürünü olan zavallı kobaylarımın Kur’ân’ı ilk duyduklarında verecekleri tepkiyi;

“İşte câhiliyye insanının Kur’ân vahyine tepkisi!” diye a‘lâ vü vâlâ ile ilim dünyasına takdim edecektim! Yazık olacaktı, toplumdan tecrit edilerek büyütülecek ve bülûğ çağına kadar İslâm’ın hakikatlerinden mahrum yetiştirilecek o çocuklara… Yazık olacaktı, yıllarca sürecek bu projemi finanse edecek mevhum sponsorumun paracıklarına… Hele hele yazık olacaktı, benim ulaştığım bu neticeyi benimseyecek ilim adamına… Tabiî yerse…

Şimdi, geleneği (bununla burada sünnet dâhil Arap dili ve İslâm’la ilgili oluşmuş bütün verileri kastediyorum) Kur’ân’ın doğru anlaşılmasına engel ve çeldirici unsurlar olarak gören hocalar var ya… Hani bütün fıkıh kitaplarını bir gemiye doldurup okyanusta batırmaktan bahsedenler… Şimdilerde bu projemi ne zaman hatırlasam, nedense o hocalar aklıma düşer. Geleneğin, zihinde önyargı oluşturan bir unsur olduğu yönündeki düşüncelerini kabul edebilirim. Hattâ kendilerinin okudukları kitaplardan, önünde oturdukları hocalarından, yaşadıkları şartlardan, haberdar oldukları fikrî cereyanlardan etkilenmeyen, bütün önyargılara kapalı süper kişiler olduklarını da kabul edebilirim. Hattâ ve hattâ hiçbir şeytânî düşüncenin uğrayamayacağı Kur’ân fideliğinde yetiştikleri için dillerinden çıkan her yorumun mahzâ murâd-ı ilâhî olacağını da kabul edebilirim. Ancak öğrendikleri ve sayesinde Kur’ân’ı mâhirâne yorumladıkları Arapçayı nasıl ve kimden öğrendiklerini pek merak ederim! Acaba onu İmruü’l-Kays’tan, Züheyr bin Ebî Sülmâ’dan, Antere bin Şeddâd’dan, Lebîd bin Rebîa’dan mı öğrendiler? Yoksa Avâmil-Izhar dersi veren bir molladan mı? O molla saydığım, câhiliyye şairlerinden öğrendiyse de hiçbir diyeceğim yoktur! Ancak dizi dibine oturduğu bir molladan, o da birinden, o da birinden… ilh. öğrendi de bu şekilde selîkayla konuşan Araplara kadar ulaşıldıysa; işaret ettiğim saygıdeğer hocaların, geleneği bütünüyle atmalarının nasıl mümkün olacağını sorarım ben! Çünkü bu takdirde sormak pek tabiî hakkımdır! Zira bu takdirde dilin nakil yoluyla geldiğini kabul etmeleri gerekir. Hem de Fahreddin er-Râzî (ö. 606) el-Mahsûl fî ‘İlmi’l-Usûl’ün baş taraflarında ileri sürdüğü gibi, haber-i vâhid denilen zannî bir nakille… Hattâ ona göre dil; Halîl (ö. 175), Sîbeveyh (ö. 182), Ebû Ubeyde (ö. 210), Ebû Zeyd el-Ensârî (ö. 215), Asmaî (ö. 216) gibi otoritelerden de gelse böyledir. Gerçi durumun bütünüyle böyle olduğunu söylemek belki aşırı bir görüş olur ve dilin ortak iletişim aracı oluşuna ters düşer. Ancak onun zannî birçok husus ihtivâ ettiği de şüphesizdir. Dilcilerin ihtilâfları da bunu apaçık ortaya koyar.

Bu yazıyla maksadım, geleneği kutsamak değildir. Bana göre; gelenek ne bütünüyle kutsanmalı, ne de bütünüyle atılmalıdır! Bilâkis Kur’ân, mütevâtir sünnet ve üzerinde ittifak edilmiş hususlar esas alınarak yenilenmelidir. Sonra yenilenerek devam ettirilmeli, devam ettirilerek yenilenmeli… ilh. ve bu hep böyle sürdürülmelidir. Zaten başka bir yol da mümkün değildir. Çünkü gelenek, istense bile bütünüyle atılamaz. Bu sebeple doğru olan, onu ondan kopmadan yenilemektir. Onun bütünüyle atılmasını teklif edenler varsa, en azından şu soruyu îzah etmekle mükelleftirler: Diğer hususlar bir tarafa, dil konusunda geleneği bütünüyle atmak nasıl mümkün olacaktır?