FARKINDA MIYIZ?

Halil KAŞIKÇI

Allah Teâlâ âyet-i kerîmede buyuruyor:

“Sizin hanginizin daha güzel amel yapacağını imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratan O’dur. Ve O; Azîz’dir, Ğafûr’dur.” (el-Mülk, 2)

HAYAT, AMEL, ÖLÜM ve İMTİHAN…

Bize bunlar neyi hatırlatıyor? Hatırladıklarımızın içini tam doldurabiliyor muyuz? Omuzumuza yüklenen mes’ûliyetin ve yükün farkında mıyız?

Ömür bizim için; emek verdiğimiz, gergef gergef işlediğimiz sonuna hazırlık yaptığımız bir hayat mı, yoksa babadan miras kalan, harcaması kolay, mes’ûliyeti olmayan bir zaman dilimi mi?

Allah Teâlâ soracak:

“Sana verdiğim ömrü, nasıl ve nerede harcadın?”

•İnsan olarak yaratıldığının,

•Eşref-i mahlûkat olduğunun,

•Îmanla şereflendiğinin,

•Saymana ömrünün yetmeyeceği kadar nimetlerle perverde olduğunun,

•Cennet gibi bir vatanda, müstesnâ bir cemiyet içinde olduğunun,

•Senin âhiretini kurtarmaya çalışan bir önderin olduğunun FARKINDA MISIN?

Eskiden, bundan 40-50 sene evvel; bu değerleri taşımak daha kolaydı. Sokağında, mahallende hattâ şehirde; seni kontrol eden, takip eden, o anki bir hareketinden ötürü seni kutlayan, tebrik eden veya îkaz eden, nasihat eden büyükler vardı. Bu kişiler akraban, yakının, komşun vs. olmayabilirdi. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hayatını örnek almak veya örfün verdiği mes’ûliyet buna âdeta mecbur kılardı.

Bunları yazarken bir hâtıram aklıma geldi, paylaşmak istedim:

1965-1966 yılında İstanbul’a Eczacılık Fakültesine okumaya geldim. Hâlen öyle midir bilemiyorum. Bir dükkân esnafına veya bir büfede paranızı bozduramazsınız veya bozmazlardı. Biz de aylığımız geldiğinde 100 lira 50 lira. Belediye otobüslerinde biletçilere bozdururduk.

Eskiden İstanbul’da Skoda marka büyük otobüsler vardı arka sahanlığı ayakta 20-25 kişi alırdı. Genelde Beyazıt-Taksim hattında çalışan bu otobüsler, tıklım tıklım dolu olurdu. Arka kapının yanında biletçilerin oturup bilet kesecekleri bir yerleri vardı.

Bir gün böyle bir otobüsle Taksim’e giderken arka sahanlıkta kendime köşede bir yer buldum, biletçiyi takip ediyorum. Çünkü 100 lira param var, onu bozduracağım. Biletçinin işi bitince kendisine seslenerek;

“–Amca şu 100 liramı bozar mısınız?” diye uzattım. Biletçi bana şöyle bir baktı ve gömleğinin göğüs cebinden bir tomar para çıkararak;

“–Al, boz evlâdım.” dedi. Almak istemedim tereddüt ettim. Babacan ses tonu ve gülümseyen bir çatık kaş ile öyle bir ifadesi vardı ki almak mecburiyetinde kaldım. Bozduğum para ile birlikte kalan parayı uzatarak;

“–Bozdum amca, buyurun.” dedim. O biletçi amca kendi demetini aldı ve bana gayet babacan bir tavır ve şefkatle emir verircesine;

“–Koy cebine!” dedi. Öyle bir söyleyişi vardı ki itiraz edemedim ve cebime koydum.

Bir para bozdurma hâdisesi ve aramızda geçen iki-üç dakikalık diyalog, bana hayatımda unutamadığım bir ders verdi. İtimadı, güveni, sahiplenmeyi, emânete değer vermeyi… velhâsıl adam gibi adam olmayı öğretti. Çünkü örnek karşımda duruyordu.

Tahmin ediyorum o biletçi büyük insanın maaşı 200-230 lira civarındadır. Giydiği pantolon ve gömlek belediye tarafından karşılanıyor, yaşı itibarıyla da herhâlde 5-6 nüfusa bakıyordur. Yani 10 liranın, 20 liranın, onun için önemi vardı. Ama o büyük insan daha da büyüdü ve önceliğini bana tercih etti, bana ders verdi;

“Farkında ol, işte sen busun!” dedi. Allah ondan râzı olsun. Aslında o kendisini tarif ediyordu.

Aradan geçen zaman hep dünyaya hizmet etti. Skoda otobüsler; troleybüs, raylı sistem ve metro oldu. Gelişmeler teknik olarak kıyaslanmayacak kadar değişti, yani dünyaya hizmet ilerledi, gelişti.

Ya mâneviyat? Bizi biz yapan değerlerimize, örfümüze ne oldu? Ne kadar tahribata uğradı? Neler kaybettik?

Nereden nereye!

Bir yaşlı, bir gencin veya bir talebenin başında dikilip ayakta duruyor da, o oturan genç kalkıp yer vermemek için türlü türlü numaralara başvuruyor. Uyuyor numarası yapıyor, kitap açıp okuyor gibi yapıyor vs. Bir kadın çocuğunu yanına oturtmuş, bakıyorsunuz kıpırdamıyor bile; «O çocuk, daha küçük!» gibi tavırlarda. Hattâ îkaz ederseniz, cevabı da öyle oluyor.

Peki o çocuk büyüyecek; ailesi ile ve etrafı ile mes’ul olma yaşına gelecek ama, ne öğrendi ve öğretildi ki onu tatbik edecek.

«Ben» merkezli yaşamanın neticesi. Nefis bütün şehveti ile insana hâkim. Dünyanın câzibesi maalesef; edebin, örfün, hayânın önüne geçmiş sürüklenip gidiyor. Gençler ve onları eğitecek büyükler maalesef nemelâzımcı. Nereye kadar? Evine ateşin düştüğü zaman aklı başına geliyor ama, vakit çoktan geçmiş oluyor. Çareler arıyor ama nâfile.

Nesilden nesile bu kayıpların farkında mıyız?

Onun için vakit geçirmeden, zamanında, evlâtlarımıza; Allâh’ını, Peygamber’ini, O’nun sünnetini, örfümüzü, edebi, âdâbı, hizmeti ve irfanın ne olduğunu sabırla anlatmalı ve öğretmeliyiz ki ileride cemiyete faydalı olsun. Bir boşluğu dolduracak helik olsun.

Allah; bizlere insanlığımızın, Müslümanlığımızın, lutfedilen nimetlerin, âhiret ve hesap gününün farkında olmayı nasip eylesin. Âmîn…

Ne mutlu yüz akı ile âhirete göçebilenlere…