İbâdullâhı İstihkar. Gıybet: Kardeşin Haysiyetine Hıyânet

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

LİSÂNIN ÂFETİ

Bâtınî haramlardan biri de, bir kişinin mü’min kardeşinin gıyâbında, onun hoşlanmayacağı şekilde konuşmasıdır.

Mü’min, güvenilir insandır. Hadîs-i şerîfin tarifiyle; «elinden ve dilinden müslümanların selâmette olduğu» emniyet insanıdır. (Buhârî, Îmân, 4-5) Dolayısıyla gıybet, bir müslümanın lisânına asla yakışmaz.

Gıybet, kalpteki en zehirli hastalıkların en çirkin tezâhürlerindendir.

Şöyle ki;

Gıybet; kişinin kendisini üstün gördüğünün, ayıbını aradığı kardeşini ise hor ve hakir bulduğunun alâmetidir. Yani kibrin ve kendini beğenmişliğin lisâna yansımasıdır. Cenâb-ı Hak; başkalarını kaş-göz hareketleri ve çirkin sözlerle yüzüne karşı veya gıyâbında alaya alan ve çekiştiren kişileri, ağır bir şekilde îkaz buyurur:

وَيْلٌ لِكُلِّ هُمَزَةٍ لُمَزَةٍ

“Arkadan çekiştirmeyi (yani gıybeti), yüze karşı eğlenmeyi âdet edinen herkesin vay hâline!” (el-Hümeze, 1)

Gıybet, kalpteki hasedin ve kinin çirkin bir neticesidir. Haset duyduğu kişiyi, insanların gözünden düşürmek için müracaat ettiği hıyânet silâhıdır.

Gıybet; kardeşin hakkında, hoşlanmadığı şeyleri ifade etmektir. Bu söylenen şeyler doğru değilse ayrıca iftira olur.

Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün;

“–Gıybet nedir, bilir misiniz?” diye sormuştu.

Ashâb-ı kiram;

“–Allah ve Rasûlü daha iyi bilir.” dediler.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Gıybet, din kardeşini hoşlanmadığı bir şeyle anmandır.” buyurdu.

“–Söylenen ayıp, eğer o kardeşimde varsa, ne dersiniz?” diye soruldu.

“–Eğer söylediğin şey onda varsa gıybet ettin; yoksa ona iftira ettin demektir.” buyurdu. (Müslim, Birr, 70; Ebû Dâvûd, Edeb, 40/4874)

KARDEŞİN ÖLÜ ETİ!..

Gıybet, Cenâb-ı Hakk’ın tarifiyle; «kardeşinin ölü etini dişlemek» şenâati ve çirkinliğidir. Zira arkasından konuşulan kişi, o mecliste bulunmaması itibarıyla kendini müdafaa edemeyen bir ölü hükmündedir. Böyle bir durumda bir mü’minin; kardeşinin hakkını muhafaza etmesi gerekirken, onun haysiyet ve şerefine ihânet ederek dil uzatması ne kadar çirkin bir davranıştır.

Gıybetin, ölü eti yemek oluşu sadece bir teşbih değil, şu hâdisede görüleceği üzere aynı zamanda fecî bir hakikattir:

Asr-ı saâdette sıcak bir gün idi. Öğle üzeri bir kimse gelerek dedi ki:

“–Yâ Rasûlâllah! Şurada iki kadın var, oruç tutuyorlar. Neredeyse susuzluktan ölecekler. (Müsaade buyurursanız oruçlarını bozsunlar.)”

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ondan yüz çevirdi, cevap vermedi. Gelen kişi sözünü tekrar etti;

“–Yâ Nebiyyallah! Vallâhi neredeyse ölecekler.” dedi.

Fahr-i Kâinât Efendimiz;

“–Çağır onları!” buyurdu. Kadınlar geldiler. -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir kap istedi. Kadınlardan birine vererek;

“–İçindekileri çıkar!” dedi. Kadın kabın yarısını dolduracak şekilde kan, cerâhat ve et kustu. Diğerine de aynı şekilde emir buyurunca o da kabı dolduruncaya kadar kan ve taze et çıkardı. Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Bunlar; Allâh’ın helâl kıldığı şeylerden kendilerini tuttular, onlara karşı oruçlu oldular, haram kıldığı şeylerle de oruçlarını açtılar. Biri diğerinin yanına oturup, insanların etlerini yemeye (gıybet etmeye) başladılar.” buyurdu. (Ahmed, V, 431; Heysemî, III, 171)

Hazret-i Mevlânâ, gıybet ve diğer günahların insanda böyle mânevî bir iz bırakışını şu temsîlî hikâye ile anlatır:

GÜNAHIN KOKUSU

“Belki işitmişsindir; Hindistan’da bir ârif, dostlarından beş-on kişinin, uzun bir yolculuktan aç vaziyette geldiğini gördü ve onları şöyle îkāz etti:

«Muhakkak ki çok açsınız. Fakat ne olursa olsun dostlar; Allah aşkına sakın fil yavrusu yemeyiniz. Şimdi gideceğiniz bu tarafta bir fil yavrusu vardır. Benim öğüdümü candan, gönülden dinleyin de, sakın o fil yavrusuna dokunmayın. Çünkü anaları pusuya yatmış, onları gözetlemektedir.»

Öğüt veren kişi bunları söyledikten sonra gitti.

Yolcular o uzun yolda çok acıktılar. Ansızın; yolda yeni doğmuş, semiz bir fil yavrusu gördüler. O fil yavrusunun üstüne azgın kurtlar gibi üşüştüler. Onu kestiler, pişirdiler ve yediler.

Yol arkadaşlarından birisi, fil yavrusunun etinden yemedi. Arkadaşlarına da yememeleri için öğüt verdi. Çünkü, yolda kendilerine öğüt veren kişinin sözleri onun hatırında idi.

Fil yavrusunu yiyenlerin hepsi uzanıp yattılar, uykuya daldılar. O aç adam ise, sürüyü bekleyen çoban gibi uyanıktı. Birazdan, birdenbire korkunç bir filin geldiğini gördü. Fil, önce o uyumayan bekçiye doğru koştu. Onun ağzını üç defa kokladı; ağzından filin yavrusunun kokusu gelmiyordu. Bir kaç kere etrafında döndü, dolaştı sonra gitti. Onu incitmedi. Sonra, uyuyanların ağızlarını kokladı. Onların ağızlarından yavrusunun kokusu geliyordu. Fil de hemen onları paraladı, öldürdü.”

Hazret-i Mevlânâ, kendi devrinde meşhur olup birçok eserde geçen bu hikâyeyi şöyle şerh eder:

“Ağzındaki haram lokma kokusu, hileciyi rezil eder.”

“Bizim ağzımızdaki iyi kokular da, kötü kokular da göklere yükselmektedir.”

Nitekim âyet-i kerîmede buyurulur:

اِلَيْهِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ الطَّيِّبُ وَالْعَمَلُ الصَّالِحُ يَرْفَعُهُ

“…O’na ancak güzel sözler yükselir (ulaşır). Onları da Allâh’a amel-i sâlih ulaştırır…” (Fâtır, 10)

“Ey gafil! Sen uyuyorsun; fakat, yediğin veya işlediğin bir haramın kokusu, şu gökyüzüne yükselir durur. Senin çirkin, kötü nefeslerinle birlikte o haram kokusu göklere yükselir. Gökyüzünde o kokuları kontrol etmekle vazifelendirilmiş olan meleklere kadar gider.

Kibir kokusu, hırs kokusu, tama’ kokusu, şehvet kokusu, söz söylerken soğan kokusu gibi duyulur. Ağzı kokan kişi;

«Ben, ne zaman soğan yemişim? Ben soğandan da sarımsaktan da titizlikle sakınırım.» diye yemin bile etse;

O yemin ederken pis kokan nefesi, onun ayıbını meydana çıkarır ve yanında oturanların burunlarına vurur. Sonunda, o kötü kokular yüzünden, ettiği duâlar reddedilir ve gönlün yanlış adım attığını dili ortaya koyar.

Ey gafil insan! Fil yavrusunu yiyen kişiler gibi sen de Allâh’ın kullarının etlerini yiyor, yani onları çekiştiriyorsun. Onların bulunmadıkları yerlerde hoşlanmayacakları vasıflarını söylüyor, günaha giriyorsun.

Ey insanlar! Aklınızı başınıza alın; sizin ağzınızı koklayan Allah’tır. Temiz olandan, doğru olandan başka, o muayeneden kim canını kurtarabilir?

Yazıklar olsun o kişiye ki, mezarda onun ağzını koklayacak olan ya Münker’dir veya Nekir!

O büyük meleklerden ne ağız kokusunu, yani dünyada edilmiş gıybet kokusunu gizlemeye imkân vardır ne de bir ilâç bulup ağzı hoş bir hâle getirmeye zaman vardır. Orada günahkârın gizlenmek için hile yapması ve aklın-fikrin de hile yoluna sapması mümkün değildir.”

Bu sebeple dünyada lisânı bu âfetten muhafaza etmek lâzımdır. Hataya düşülmüş ve gıybet edilmişse helâllik istemek ve gıybet edilen meclislerde bu günahı telâfi etmek gerekir. Zira gıybet, helâlleşilmediği takdirde hesabı kıyâmete kalacak büyük bir kul hakkıdır.

Gıybet eden kişi, aslında gıybetini yaptığı kişiye sevaplarını nakletmekte ve onun günahlarını yüklenmektedir. Çünkü âhirette geçer akçe, amellerdir.

Şu ibretli hâdise, bu hakikatleri ne güzel îzâh etmektedir:

TİCARETİMİZ BİTTİ!

Gıybet günahına mübtelâ olmuş biri, muhitinde bulunan bir Hak dostunun da gıybetini yapmaktan geri kalmıyordu. Bu sebeple de, o gıybetçiyi hiç kimse sevmiyordu. Fakat o gönül tabibi Hak dostu, gıybetini yapan kişi ne zaman huzûruna gelse, onu hep tebessümle karşılıyor;

“–Gel bakalım benim sevgili ortağım!” diyerek iltifatlara gark ediyordu. Bu güzel hâl, sonunda gıybetçiyi insafa getirdi;

“Ben bu zâtın orada-burada aleyhinde konuşuyorum, o ise bana hep iltifatta bulunuyor. Bundan sonra aleyhinde konuşmayacağım.” diye karar verdi.

Artık Hak dostunun gıybetini yapmıyordu. Lâkin huzûruna vardığında, önceden gördüğü iltifâtı da göremiyordu. Bunun sebebini merak ederek bir gün sordu:

“–Efendi Hazretleri! Eskiden bana gösterdiğiniz iltifâtı artık göstermiyorsunuz, önceki muhabbetiniz kalmadı. Acaba sebebi nedir?”

Hak dostu tebessüm ederek;

“–Eskiden seninle bir ticârî ortaklığımız vardı. Şimdilerde o ortaklık bitti; bu sebeple iltifat da gitti.” dedi.

Adam şaşkınlıkla;

“–Ne ortaklığı? Ben öyle bir ortaklığın farkında değilim.” deyince, Hazret şöyle devam etti:

“–Sen orada-burada benim aleyhimde konuşuyordun; ben de gıybetine gıybetle karşılık vermeyip sabretmeyi tercih ediyordum. Bu sabrımın karşılığı olarak benim günahlarım senin defterine, senin sevapların da benim defterime yazılıyordu. Seninle böyle bir ticârî ortaklığımız vardı. Şimdilerde ise artık sen benim gıybetimi yapmıyorsun. Böylece ortaklığımız da bitmiş bulunuyor…”

Duydukları karşısında son derece şaşıran adam;

“–Hakikaten gıybetçinin durumu böyle midir?” diye sorunca da o mübârek zât açıklamasına şu misal ile devam etti:

“–Hasan Basrî Hazretleri diyor ki:

«Ben ille de birinin gıybetini yapacak olsam, önce anamın-babamın gıybetini yapardım. Çünkü gıybet eden insan; evvelâ kendi sevaplarını, gıybetini yaptığı kişiye bağışlamış, verecek sevabı kalmamışsa da onun günahlarını kendi üzerine yüklenmiş olur.»”

Bu sözler üzerine derin düşüncelere dalan gıybetçinin aklı başına geldi ve bundan sonra hiç kimsenin gıybetini yapmamaya söz verdi.

Fahr-i Kâinât Efendimiz de kardeşlik bağlarını teyid etmek için, gıybetini edenlere af ve istiğfar yolunu tavsiye etmiştir. Nitekim bir gün ashâbına;

“–Sizden biri, Ebû Damdam gibi olmaktan âciz midir?” diye suâl etti.

Oradaki sahâbîler;

“–Ebû Damdam kimdir?” diye sordular.

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efen­dimiz şöyle buyurdu:

“–Sizden önceki kavimlerden birine mensup biriydi. O;

«‒Bana hakaret eden ve dil uzatarak gıybetimi yapan kimselere hakkımı helâl ediyorum.» derdi.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 36/4887)

Ulbe bin Zeyd -radıyallâhu anh- da, bu fazîleti sergileyen sahâbîlerdendir. Peygamberimiz Tebük Seferi için infâka davet etmişti. Ulbe -radıyallâhu anh- son derecede fakir olduğu için tasadduk edecek pek bir şey bulamadı lâkin şöyle dedi:

“–Yâ Rasûlâllah! Sadaka olarak beni üzen veya bana kötü söyleyen yahut da benimle alay eden kimseye hakkımı helâl ediyorum!”

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onun sadakasını kabul etti ve Cenâb-ı Hakk’ın da kabul ettiğini müjdeledi. (İbn-i Hacer, el-İsâbe, II, 500; İbn-i Kesîr, es-Sîre, IV, 9; Vâkıdî, III, 994; Bezzâr, III, 312)

Demek ki, gerek farkında olarak veya olmayarak yapmış olabileceğimiz gıybet, istihfaf, kaş-göz hareketi gibi günahlar için, gerek bizim gıyâbımızda böyle bir hataya düşmüş olabilecek kardeşlerimiz için, dâimâ Rabbimiz’in merhametine ve affına sığınmalıyız, tevbe ve istiğfâr etmeliyiz.

KUSUR ARAMA!

İnsanı gıybete düşüren en mühim hatalardan biri, insanın dâimâ kusuru başkalarında aramasıdır.

Cenâb-ı Hak gıybeti men ettiği âyette, gıybetin hazırlayıcısı olan sû-i zan ve tecessüsü yani ayıp aramayı da şöyle yasaklamıştır:

وَلَا تَجَسَّسُوا

“…Tecessüste bulunmayın! …” (el-Hucurât, 12)

Çünkü doğru ve fazîletli olan;

İnsanın kendi kusurlarına teksif olması ve başkalarına dâimâ müsamahakâr ve affedici bir tarzda yaklaşmasıdır.

Mevlânâ Hazretleri; insanların kendilerindeki kusur ve eksikleri bırakıp, başkaları hakkında ileri-geri konuşmaması gerektiğini ne güzel hikâye eder:

“Dört Hintli müslüman bir mescide girdiler. Her biri niyet etti, tekbir getirdi. Kendi noksanlarının, hatalarının idrâki içinde, hulûs ile candan yakararak namaza başladılar. Rükûa vardılar, secde ettiler. Bu sırada mescidin müezzini geldi. Namaz kılan Hintlilerden biri, kendisinin namazda olduğunu unutarak;

«–Ey müezzin!» dedi. «Ezânı okudun mu? Yoksa daha vakit var mı?»

Öbür Hintli de namaz içinde olduğu hâlde;

«–Sus be kardeşim; söz söyledin, namazın bozuldu.» diye söylendi.

Üçüncü Hintli, ikincisine;

«–Amca!» dedi. «Ona ne kusur buluyorsun? Sen de söz söyledin; sen kendine bak; öğüdü kendine ver!»

Dördüncüsü de sesli olarak;

«–Allâh’a hamdolsun ki; ben üçünüz gibi kuyuya düşmedim, yani ben konuşarak namazımı bozmadım.» dedi.

Böylece ne yazık ki, dördünün de namazı bozuldu. Şunun-bunun ayıbını görüp söyleyenler; ayıbı olanlardan daha çok yol kaybederler, sapıklığa düşerler.

Kendi ayıbını gören can, ne mutlu bir candır. Bir kimse birinin ayıbını görse, onu kendi satın almış olur.

Çünkü insanın yarısı, yani nefsi ve maddî yönü, ayıplık ve kusur âlemi olan bu dünyadadır. Öbür yarısı, yani rûhânî ve mânevî yönü ise, gayb âlemindedir.

Mademki senin başında nefsânî huylardan ve hayvânî ahlâktan birçok mânevî hastalıklar vardır, o hâlde merhemini önce kendi başına sürmen gerekir.

Kendi kusurlarını görmek, kendini ayıplamak, o ayıbın merhemi ve ilâcıdır.”

Zira şairin dediği gibi;

Kişi noksânını bilmek gibi irfân olmaz!

Kıssadaki insanların hâli ne kadar gülünçtür. Hâlbuki birbirini ayıplayan, istihfâf eden veya gıybetini eden kimselerin hâli de böyledir. Fakat insan kendi hâlinden gafil kalmaktadır. Bu sebeple Mevlânâ Hazretleri, lisânın her türlü âfetinden sakınmayı kastederek şöyle der:

“Sözün maskarası olmayın!”

Hazret-i Mevlânâ başkalarında kusur arayanları bir hususta daha îkāz eder:

“Bir mü’minde gördüğün kusur ve ayıp sende yok ise; emin olma, kendine güvenme! Olabilir ki, o ayıbı sen de işleyebilirsin; senden de o ayıp halka yayılır.”

Nitekim Peygamber Efendimiz’in şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir:

“Bir kimse din kardeşini bir günahı dolayısıyla ayıplarsa, ölmeden evvel mutlaka o günahı işler. Yani kardeşini bir ayıpla kınayan, o ayıp işi işlemeden ölmez!” (Câmiu’s-Sağîr, II, 161)

Şeyh Sâdî’nin naklettiği şu hâtırası, ne kadar hikmetlidir:

“Çok iyi hatırlıyorum. Çocukluğumda da ibâdetlere çok düşkündüm. Geceleri kalkar, ibâdetle meşgul olurdum. Bir gece babamın yanında oturuyordum. Bütün gece gözümü yummamış, Kur’ân-ı Kerîm’i elimden bırakmamıştım. Bazı kimseler ise etrafımızda uyuyorlardı. Babama;

«–Şunların bir tanesi bile başını kaldırıp iki rekât teheccüd namazı kılmıyor; sanki ölü gibi uyuyorlar.» dedim. Bu sözüm üzerine babam kaşlarını çattı ve:

«–Oğlum! Başkalarının dedikodusunu edeceğine, keşke sen de onlar gibi uyusaydın!» karşılığını verdi.”

Babası, Sâdî’ye âdetâ şu dersi veriyordu:

“–Senin hor gördüklerin, seher vaktinin feyiz ve rahmetinden mahrum ve gaflette kalsalar da onlara Kirâmen Kâtibîn melekleri menfî bir şey yazmıyor. Senin amel defterine ise, din kardeşlerini küçük görme ve gıybet günâhı yazıldı.”

GIYBETE GIYBETLE CEVAP VERME!

Gıybete düşüren bir tuzak da, kişinin kendisinin gıybetini yapan kişiye aynı günahla mukabele etmeye kalkmasıdır. Hak dostları ise dâimâ affedici olarak muhataplarını terbiye etmişlerdir.

Birkaç güzîde misal:

Bir kişi, tâbiîn neslinin büyüklerinden İmam Şâbî’ye hakaret etmişti. Hazret gayet yumuşak bir üslûpla ona şu cevabı verdi:

“–Dediklerin doğru ise, Allah beni affetsin! Eğer yanlış ise seni affetsin!”

Fudayl bin Iyâz Hazretleri’ne de;

“–Falanca sizin haysiyetinize dil uzatıyor.” denilmişti.

Hazret ise;

“–Vallâhi ben ona değil, ona o sözleri söyleten iblise öfkeleniyorum.” karşılığını verip şu niyazda bulundu:

“–Allâh’ım! Eğer o kişi doğru söylüyorsa beni bağışla, yok yalan söylüyorsa onu bağışla!..”

Bu asil ve güzel tavır; şu âyet-i kerîmede beyan edilen, kötülüğü iyilikle savmak emrinin mükemmel bir tatbikatıdır:

“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur.” (Fussilet, 34)

GIYBETTEN KAÇ!..

Birçok günahta olduğu gibi, gıybette de insanın bulunduğu çevre çok mühim tesir eder. Dolayısıyla bir yerde gıybet edildiğine şahit olan bir mü’min; münasip bir lisanla gerekli îkāzı yapmalı, şayet vazgeçmezler ise o günaha ortak olmamak için orada durmamalıdır.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“(O kullar), yalan yere şahitlik etmezler, boş sözlerle karşılaştıklarında vakar ile (oradan) geçip giderler.” (el-Furkān, 72)

Hak dostlarından Abdullah Dehlevî Hazretleri, bulunduğu meclislerde lüzumsuz sözler sarf edilmesine müsaade etmezdi. Birisi gıybet etse hemen ona mâni olur ve;

“–O söylediğin söze ben daha lâyığım! (Bende daha fazlası var!)” derdi.

Oruçlu olduğu bir gün, yanında sultanı kötülediler. Hazret;

“–Eyvah, orucumuz bozuldu!” buyurdu.

Bir talebesi;

“–Efendim, siz gıybet etmediniz ki!” dediğinde ise;

“–Evet, biz gıybet etmedik, ama dinledik. Gıybette, söyleyen de dinleyen de aynıdır.” buyurdu.

İSTİSNÂLAR VAR AMA…

Gıybet mevzuunda bazı istisnâlar bulunduğunu da bilmek gerekir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Allah kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez; ancak haksızlığa uğrayan başka…” (en-Nisâ, 148)

• Zulme uğrayan kişinin hakkını aramak için gerekli mercilere müracaat ederek, uğradığı haksızlığı ifade etmesi gıybet olmaz.

• Bunun içtimâî plândaki karşılığı da, umuma zararı olacak, dînî, millî ve mânevî hususlarda inhirâfa düşen, meselâ İslâm’ı, sünnet-i seniyyeyi hafife alan ve îkāz edildiği hâlde tuttuğu dalâlet yolunu terk etmeyen saptırıcı kimselerin vaziyetini ifade etmek de gıybet değildir. Çünkü burada âmmeyi yanlış bir yoldan, saptırıcı bir fikriyattan muhafaza etmek niyeti vardır.

• Evlâdını evlendireceği, vazife vereceği yahut ortak olacağı vb. insanlar hakkında tanıyanlara sualler sormak ve böyle bir husus sorulduğunda doğru bir şekilde cevap vermek de tecessüs ve gıybet olmaz.

Lâkin bu istisnâlar var diye, aslında gıybet ettiğini bildiği hâlde, kimse, kendi konuşmasını cevaz gösterilen sahadadır diyerek kendini kandırmamalıdır. Cenâb-ı Hak, niyetleri en iyi bilendir.

Nitekim bir gün Âişe Vâlidemiz, Peygamber Efendimiz’e;

“–Safiyye şöyle bir kadındır!” dedi. Eliyle onun kısalığını kasteden bir işaret yaptı.

Efendimiz;

“–Ey Âişe!” dedi.

“Öyle bir söz söyledin ki (o müşahhas bir şey olsaydı da) onu denize atsaydın denizin rengini kirletirdi.” (Bkz. Ebû Dâvûd, Edeb, 35/4875; Tirmizî, Kıyâmet, 51)

Peygamberimiz, en çok iltifât ettiği hanımında da böyle küçük bir işaretle de olsa, gıybete râzı olmadı. Onları en güzel şekilde terbiye etti.

Rabbimiz lisânımızı; dilin âfetleri olan gıybet, yalan, nemîme ve iftira gibi bâtınî haramlardan muhafaza buyursun. Mü’min kardeşlerimizle aramıza ülfet ve muhabbet ilkā eylesin. Fahr-i Kâinât Efendimiz’in;

“Ya hayır söyle yahut da sus!” emrine ittibâ ederek dâimâ sözün güzelini söyleyen kullarına bizleri de ilhâk eylesin!..

Âmîn!..