DÜNDEN YARINA AİT BİR TEREKE

YAZAR : M. Aşır KARABACAK

Meşhurdur!

“Tarih, tekerrürden ibarettir.” derler. Nedense bu tekerrürü genellikle menfîlik üzerinden ele alırlar bir yanlış anlaşılma olarak. Millet olarak atalarımızın yüceliğini tekerrür ettirmemiz gerektiği noktasına temas edeceğim ben de müsbet bir bakış açısıyla.

Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz:
Gelmişiz dünyâya milliyyet nedir öğretmişiz!
Kapkaranlıkken bütün âfâkı insâniyyetin,
Nûr olup fışkırmışız tâ sînesinden zulmetin!
(M. Âkif ERSOY)

***

Bundan 100 yıl önce; özel mânâda, milletçe yaşadığımız bekā kavgasını 100 yıl sonra yine aynı sıcaklıkta ve aynı ruh diriliğinde tekrar yaşamaktayız.

Üç kıtada âdilâne hüküm sürmüş bu millet, nasıl olur da bu kadar dar bir sahada sıkışıp kalabilir? Nasıl olur da; kan bağı olan, can bağı olan, din bağı olan milletleri görmeyebilir, onlara nasıl kör ve sağır olabilir?

Fiilen tarih sahnesinden çekilirken; yerine din ve dün düşmanı, varlığını, benliğini, kendisini kendi yapan değerlerini inkâr ve iptal yolunda bir batıcı aydın kafası ile ikāme edilen zihniyet nasıl olur da Osmanlı bakiyyesi bu milleti, dar alanda hapsedebilir.

Yine Mehmed Âkif’in tercümanlığına müracaat edelim:

Beyinler ürperir yâ Rab, ne korkunç inkılâb olmuş:
Ne din kalmış ne îman, din harab, îman türâb olmuş.

Bu değişimin çeşitli sosyolojik yapı taşları olduğunu bilmekle birlikte, şunu net bir şekilde görüyorum ki; yapılan o inkılâplar hücreyi korumaya mâtuf zar misali imiş. Sabır sabır kendini yenileyecek bir yüce «öz»ün dinlenmesi, toparlanması ve günü geldiğinde «dün»ünden ve «dîn»inden alacağı enerji ile tarih sahnesinde yeniden yerini alması içinmiş. Öncelikle tüm dünya müslümanlarının, akabinde ise tüm dünya mazlumlarının ve zalimlerinin muhtaç olduğu kudretli zamana adım atmaya yönelik imiş.

Elbette Yaratan’ın kudretini gösterecek imtihana yönelik geçen bu zaman diliminde herkes, hem bu dünyada hem de âhirette yaptıklarının ve yapmadıklarının karşılığını niyetleri ölçüsünde alacaktır. Onlar yazılmış, dürülmüş ve günü geldiğinde açılmak üzere emin ellere teslim edilmiş imtihan tutanaklarıdır.

Gelelim; «Günümüzdeki tekerrürün, dündeki karşılığı nereye tekabül ediyor ve günümüzün dün ile sinerjik etkileşiminde fert olarak bizlere düşen mes’ûliyetler nelerdir?» mevzuuna.

Anlatılır:

Turgut ÖZAL’ın başbakan olduğu bir dönemde Japonya’dan bir eğitim ekibi gelmiş. Bizdeki sistemi inceleyip kendi eğitim sistemleri ile karşılaştıracaklar ve eğitim adına güzel bir alışveriş olacakmış.

Japon eğitimciler, bizdeki sistemi incelemişler ve nihayet heyetler arası görüşmeye gelmiş sıra. Japon uzmanlar;

“–Sizin eğitim sisteminizde millî ruh yok!” demişler. Özal, taaccüp etmiş tabiî. Açıklamalarını istemiş. Japonlar şöyle açıklama getirmişler:

“–Biz, Japonya’da okula başlayacak olan çocuklarımıza evvelâ millî rûhu aşılarız, şoklama yaparız. Onları günümüzün en modern fabrikalarına götürürüz. Hızlı trenlere bindiririz. Teknoloji merkezlerimizi gezdiririz. Ülkemizin gücünü yüreklerinde hissetmelerini sağlarız. Sonra da Hiroşima ve Nagazaki şehirlerine götürürüz. Atom bombası atılan ve on yıllardır bitki dahî bitmeyen topraklarda yürütürüz. Orada ölenlerin fotoğraflarını gösteririz. Ve sonra da deriz ki:

«Sizler, Japonya’nın istikbâlisiniz. Eğer siz çalışmaz ve sağlam karakterli bir Japon evlâdı olmazsanız, düşmanlar gelir sizleri yerle bir eder. Elinizde ne varsa kaybolur. Vatanınız bile elinizden gider!» Çocuklar bu şoklama ile millî bir şuur edinir ve gayretleri artık vatanları ve milletleri için olur. Sizde bu millî ruh yok.”

Bu açıklamayı dinleyen bürokratlarımızdan birisi, kendi sığ eğitim seviyesini de ortaya koyarcasına;

“–İyi diyorsunuz, fakat bizde bir Hiroşima bir Nagazaki yok ki!” der.

Japon eğitimci bürokratın yüzüne hayret ve dehşetle bakar ve şöyle der:

“–Ne demek yok! Siz Çanakkale Savaşı’nı yapan milletin torunlarısınız. Sizin Çanakkale destanınız 10 tane Hiroşima’ya bedeldir. Yeter ki siz o Çanakkale rûhunu anlayın ve öğretin.” der.

Bugün; tarihi tekrar tekerrür ettirme mevkiindeyiz. Dün Çanakkale’de ekilen 250 bin fidanımızın, bugün 15 Temmuz’da milletçe şahlanışımızın eseri 250 çınara tahavvülü ile müdafaadan taarruza geçişimizi ve coğrafya sınırlarımız ötesinde fakat yürek sınırlarımız merkezinde olan kardeşlerimize el uzatışımızı gösterme zamanındayız.

Sultan Alparslan gibi devrin en kudretli ordularının birisinin başında iken bile, kulluk mevkiimizi kaybetmeden her an beyaz kefene uygun bir bedenimiz olduğunun şuurunda olmalıyız.

Nasıl ki Osman Gazi; Kur’ân’ın önünde ayak uzatmayıp hürmetinden sabaha kadar diz çökmüş ise, o rûhu biz de tekrar bulmalı ve yaşamalıyız.

Fatih Sultan Mehmed gibi; aşılamaz sanılan surların, alınamaz sanılan beldenin fethi için, gecemizi gündüz eylemeli gayret ve fedâkârlıkla çalışmalıyız.

Sultan İkinci Abdülhamid Han gibi devrini aşan siyasetle 100 yıl sonrasına yönelik plânlar kurmalı; bununla birlikte günü de en yüksek ilmî, ahlâkî, fennî kârla kapatacak atılımlar yapmalıyız.

Bugün, tevârüs ettiğimiz Kızılelma ülküsünü; «Beklemesinler!» şuuru ile; «Ya şehid olurum ya muzaffer bir gazi!» diyerek yeniden diriltip, istikbâle yüz akı sadâlar göndermeliyiz.

Ancak bu durumda tarihe sığmayan kahraman ecdâdımız, bize olan hakkını helâl eder.