AH İNSAN!

YAZAR : Mehmet MENCET

İnsan olabilmek, bu şuurla yaşamak insana yarayan davranışlar sergileyebilmek… Âlem-i ervahtan ana rahmine oradan da dünyaya insan olarak gönderilmiş; bütün masumiyetiyle dünyaya bir yolcu, alışveriş yapması gereken bir varlık, eline çeşitli nimetler verilmiş bir mahlûk.

Cenâb-ı Hak;

«Rûhumdan üfürdüm.» (el-Hicr, 29) buyuruyor.

«Yeryüzünde halîfem!» diye muhatap alıyor. (Bkz. el-Bakara, 30)

«Bana bir karış yaklaşana Ben bir arşın yaklaşırım.» (Buhârî, Tevhîd, 50) diyerek yaptığımız iyiliklerin bizim yararımıza olmasına rağmen yine mükâfat vereceğini va‘dediyor…

Bize bu kadar değer veren Rabbimiz’e karşı bizi aldatan nedir? Ne kadar farkındayız insan oluşumuzun ve ne kadar önemli bir mes’ûliyet taşıdığımızın? Bu kadar uyarıya, yüce Kitâbımız’ın, Peygamber Efendimiz’in sözlerine rağmen; hiçbir şey duymamış gibi, muhatap alınmamış gibi, âhireti âdeta yok sayarak; «İstediğim gibi yaşarım.» felsefesi…

Diğer mahlûkat bile ne için yaratılmışsa, fıtratında ne varsa; bin yıllar geçse de en ufak bir değişiklik yok, emredilenin dışında hiçbir şey yapmıyor, haddini aşmıyor. Âhiret kaygısı yok, hesap yok. Buna rağmen emrolunduğu gibi yaşıyor.

Peygamber Efendimiz;

«Beni Hûd Sûresi ihtiyarlattı.» (Tirmizî, Tefsîr, 56/3297) buyuruyor.

“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hûd, 112) hitabına mazhar insan neden düşünemiyor? Her şeyin bir bedeli var. Bir lokantaya gitsek, yemekten hemen sonra ücretini isterler. Bir bardak su verene bile teşekkür ederiz.

Emrolunduk, dünyaya insan olarak geldik, gelişimiz bizim kendi isteğimiz değildi. Ama insan olarak yaşayabilmek; insan kalabilmek; insan olmanın vakarını, izzetini kadın olsun erkek olsun üzerinde taşıyabilmek… Fıtratına uygun yaşayabilmek… Yoksa üzerine uymayan elbise gibi taşımakta zorlanmak, ziyan etmek…

Dünyaya; başka dinlerdeki gibi doğduğunda kirli ve günahkâr değil, tertemiz cennet kokusu ile geldik… Ama emrolunduğumuz gibi dosdoğru yaşayıp da gidebildik mi? Asıl mesele bu… Bir çocuğu alışverişe gönderirken bile kim bilir kaç tembihimiz olur?

«Trafiğe dikkat et! Paranı sakın kaybetme! Hırsızlara kaptırma! Lüzumsuz şeyler alma! Bayat, bozuk, helâl olmayan, işe yaramaz şeyler getirme! Tanımadığın yerlerden alma! Vaktinde gel!» gibi uyarılar…

Dünya hayatı da böyle değil mi? Vakit ve nakit herkesin aynı değil. Ömrünü en değerli şeylerle tüketmek…

Vaktiyle padişahın huzûruna bir adam getirip;

“–Efendim! Şöyle hünerli, böyle becerikli, mârifetli…” diye anlatmaya başlarlar;

“–Getirin bakalım!” der. Adam getirilir. Bir dikiş iğnesini iki-üç metre uzağa koyup, başka bir iğne atarak deliğinden geçirmiş. Elbette kolay bir iş değil isabet ettirmek. Padişah seyretmiş. Etrafındakiler; «acaba padişah ne mükâfat verecek?» diye merakla beklemişler. Padişah;

“–Bu adama 50 altın verin, 100 de sopa vurun!” demiş. Herkes şaşkınlık içinde;

“–Efendim! Affınıza sığınırız. Bu 50 altını anladık da 100 sopa neden?” diye sormuşlar. Padişah da;

“–Bu altınlar bu zor işi başardığı için. Kim bilir buna ne kadar emek ve kadar zaman harcamıştır. Sopa ise; bu yaptığı ne işe yarar ne kendine ne de insanlığa yarar ve ne de âhiretine yarar bir uğraş. Hâlbuki buna harcayacağı zamanı, aklı ve emeği insanlık hayrına harcasaydı…” der.

Hayatımızda o kadar lüzumsuz «olmazsa olmaz» sandıklarımız var ki… Bugün kıymet biçilemeyecek, belki bir ömür harcadığımız, emek verdiğimiz şeylerin, bizden sonra bir saman çöpü kadar bile değeri olmayacak… Nice insanlar var ki özene bezene evler yaptırıyor; tüm enerjisini, parasını, zamanını ona harcıyor belki hiç oturamıyor ya da çok az oturabiliyor… Hayal ettiği bir arabayı tüm imkânlarını zorlayıp alıyor, ama o araba onun ölümüne sebep oluyor…

Şeytan, nefis, dünya üçgeni; neresinden tutsak sivri… Dışı parlak, boyalı şekerle kaplı; içi kurtlu elma şekeri gibi. Dünya; insanın aklını bütün aldatıcı oyunlarıyla çeliyor… İnsan belki ömür sermayesini tüketip taşın sert olduğunu anladığında pişmanlık duyuyor ama, o zaman da iş işten geçmiş oluyor. Âhirete vardığımızda; «Kaç yıl yaşadın?» değil; «Ne getirdin?» diyecekler.

Bir akrabamız, yıllar önce, milletvekilliği için aday olmuş; köy köy, kasaba kasaba günlerce gezmiş, sesi kısılana kadar konuşmalar yapmış, sonunda kazanamamıştı. Ellerini dizlerine vurup; «Vah emeklerim! Vah paralarım!» diye dövünüyordu. Hâlbuki; «Vah ömrüm! Vah boşa ziyan ettiklerim!» deseydi ya…

Diğer taraftan;

Kısacık bir ömre ne kadar güzel eserler bırakan Allah dostları var… Her anlarının kıymetini bilmişler, bir nefes bile Hakk’ı zikretmekten geri durmamışlar. «Bana çorba gibi çiğnemeden yutulacak yiyecekler verin. Hemen açlığıma yetecek kadar olsun. Çiğnemekle vakit harcayıp da Allah’tan gafil olmayayım.» diyecek güzel insanlar var…

Cenâb-ı Hak onlardan eylesin…

Onların hayat şuurundan nasipdâr eylesin!..