GAFLETİN PENÇESİNDEN KURTULUŞ
YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi
GAFLET HASTALIĞI
Gaflet, kulun ebedî hayatına zehir saçan mânevî bir hastalıktır. Onu, en öz tabiriyle;
«Kulun, kendisini yoktan var eden Rabbini unutması» şeklinde tarif edebiliriz. Cenâb-ı Hakk’ı unutan bir gönül, gaflet girdabına kapılır ve selâmet sahiline varamadan ziyan olup gider.
Âyet-i kerîmede bu kimseler için şöyle buyurulur:
“Allâh’ı unutan ve bu yüzden Allâh’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir.” (el-Haşr, 19)
Gaflet; anlık zevkler uğruna ebedî bir saâdeti felâkete uğratmak, fânî olan dünya hayatını bâkîye, yani sonsuz cennet hayatına tercih etmek hamâkatidir.
Gaflet, günün ortasında güneşi kaybetmeye benzer. Gaflete düşmüş bir kimse, okyanus ortasında dümeni kırılmış bir gemiye benzer ki, hangi girdapta boğulacağı belli değildir.
Gafil bir kimse; hayatı nefs gözlüğüyle seyrettiğinden, bir gün mutlaka karşılaşacağı ölüm, diriliş, hesap, Sırat gibi zor menzilleri unutur. İlâhî nimetler karşısında nankörlük ederek pervâsızca günahlara dalar. Cehâlet, şehvet, ihtiras, kibir, gurur, cimrilik ve öfke gibi hamâkat manzaraları sergiler.
Kalbi gafletle perdelenen gönül, hakikati idrâk edemez hâle gelir. Bu sebeple büyükler, üç sıfatla muttasıf olan insanların asla Hak dostu olamayacaklarını bildirmişlerdir. Derin bir gafletin neticesi olarak kişide hâsıl olan bu üç vasıf; cimrilik, kibir ve ahmaklıktır.
Nakledildiğine göre Ebu’l-Kāsım Kuşeyrî -rahmetullâhi aleyh-, üstâdı Ebû Ali Dekkak Hazretleri’ni vefâtından sonra rüyasında görmüştü. Üstâdı son derece mahzun olup gözyaşı döküyordu. İmam Kuşeyrî;
“‒Efendim, niçin muzdaripsiniz, yoksa tekrar dünyaya mı dönmek istiyorsunuz?” diye sordu.
Ebû Ali Dekkak -kuddise sirruhû- şu cevabı verdi:
“‒Evet! İstiyorum ki tekrar dünyaya döneyim, her gün tek tek hâneleri dolaşarak kapılarını çalayım ve;
«‒Ey insanlar! Sakın Cenâb-ı Hakk’ın azamet-i ilâhiyyesinden ve kıyâmette vereceğiniz hesaptan gafil kalmayın!» diyerek onları îkāz edeyim. İnsanın, nereden gelip nereye gittiğini mutlaka bilmesi gerektiğini onlara iyice tembih edeyim!”
Gafil, iki gözünün önüne iki parmağını koyarak kendi kendisini âmâ kılan kişidir.
Gafil, hakikatlere karşı kalbine perde çekilmiş kişidir. Mayın tarlasında pervâsızca koşan, uçurumların kenarında dikkatsizce dolaşan bir bedbahttır.
Gafil, kurda sevdâlanan kuzudur. Avcısına koşan avdır.
Buna mukābil gafletin pençesinden kurtulan âlimi, gerçek bileni de tanımak gerekir.
BİLEN KİMDİR?
Bilenler, ilâhî ihtişam ve kudret akışlarına âşinâ olup ilâhî feyz ve tecellîlerden kalben nasîb alabilenlerdir.
Bilenler; şu fânî imtihan dünyasında en büyük endişeyi yani, «müslüman olarak can verebilmek» endişesini yaşayanlardır.
Bilenler, ölmeden evvel nefsin esâretinden kurtularak hakikat sabahına uyanabilenlerdir.
Bilenler; ilâhî hesaba çekilmeden evvel, kendini hesaba çekebilenlerdir.
Bilen, affeder; bilen, sabreder; bilen, sever. Bilen; Rabbinin rızâsını ve yakınlığını arar, onun için fedâkârlık, bir lezzet hâline gelir.
Bilen; incitmez, incinmez. Onun lisânı, rahmet tevzî eder.
Bilen; dünya ile âhiret arasında, yani kul rızâsı ile Hak rızâsı arasında tercih yapmak mecburiyetinde kaldığında, Hak rızâsına râm olur.
Bilen, gönül insanıdır.
Bilen, her yerde ve her ahvalde huzur ve saâdeti bulur.
Bilen, kendini toplumdan mes’ul hissedendir.
Bilen; vatanın, milletin, bayrağın emânet olduğunun idrâki içindedir. Zira îmânın, ırzın, nâmusun, malın ve canın muhafazası; vatan ve milletin muhafazası ile olur.
Bilen, «nefsin esâreti»nden kurtulmak için rûhânî bir hayat yaşama gayreti içinde bulunur.
Bilen, fânî dünyanın aldatıcı oyuncaklarıyla meşgul olmaktan kurtulmuştur. Kendine ait fânî mülkiyeti de kalbinin dışında taşır.
Bilen; servet, şehvet ve şöhretin;
«Heyte lek: Gelsene bana!» sûretindeki haram davetlerine karşı;
«Maâzallah: Allâh’a sığınırım» diyebilecek gönül kıvâmına sahiptir. (Bkz. Yûsuf, 23)
Bilen, ilm-i ilâhînin azameti karşısında hiçliğini idrâk eder.
Bilen, ahmaklığı bertaraf ederek neyi bilmesi gerektiğinin şuuru içinde olandır.
Bilen, irfanla nasiplenir.
Bilen; sebepten Müsebbib’e, eserden Müessir’e, sanattan Sâni-i Mutlak’a ulaşır.
Hâsılı;
Bilen, bilmediğini bilendir. Gaflet uykusundan uyanandır.
Gaflet, uykuya benzetilmiştir. Çünkü uykudaki insan; zamandan, mekândan, her şeyden habersiz kalır. Gaflet uykusuna dalan kişi de; hayat, ölüm ve âhiret gerçeğinden kopar. Dünyanın bir imtihan dershânesi olduğu hakikatinden kopar. Gafili ancak zorlayıcı imtihanlar uyandırır. O zorluklar geçince gafil, yeniden gaflete dalma hamâkati gösterir.
Hazret-i Mevlânâ gafleti şu teşbihle ne güzel açıklamıştır:
“Kuzunun kurttan kaçmasına şaşılmaz. Zira kurt, kuzunun düşmanı ve avcısıdır. Lâkin hayret edilecek şey; kuzunun kurda sevdalanmasıdır!..”
Yani şeytanın insanı gaflete düşürmek istemesi tabiîdir. Çünkü şeytan, insanın düşmanıdır. İnsanın, sırât-ı müstakîmden ayrılması ve cennetten mahrum olarak cehenneme dûçâr olması için uğraşır.
Lâkin tabiî olmayan, hayret edilecek husus, insanın düşmanına kendi rızâsıyla boyun eğmesi, onun tuzaklarına koşa koşa gitmesidir. İşte bu ahmaklık gaflettir.
İnsanı gaflete dûçâr eden husus, fânî dünyanın geçici arzularıdır.
Hâlbuki;
“Esas hayat âhirettir.”
Dünya geçici ve fânî bir imtihan yurdudur. Bâkî olanı bırakıp da fânî olana talip olma garâbetini sergileyenlere Hazret-i Mevlânâ şu ibretli misâli verir:
“Dünyaya gönül verenler tıpkı gölge avlayan avcıya benzerler. Gölge nasıl onların malı olabilir?
Nitekim budala bir avcı, kuşun gölgesini kuş zannetti de gölgeye nişan aldı.
Fakat dalın üzerindeki kuş bile bu ahmağa şaştı kaldı.”
Mevlânâ Hazretleri dünyayı bir başka misalle şöyle anlatır:
“Timsah, ağzını açar; dişlerinin arasında uzun uzun kurtlar vardır! Küçük kuşlar; timsahın dişleri arasındaki kurtları görürler, onları yiyerek karınlarını doyurmak için oraya girerler. Ağzı kuşlarla dolan timsah da, birdenbire ağzını kapatır, onları yutuverir!
Sen; ekmekle, yiyecek hoş şeylerle dolu olan dünyayı da, bir timsahın ağzı bil! Ey âhireti unutup dünya peşinde koşan, dünyalık için çırpınıp duran kişi; menfaat peşinde koşarken zaman timsahından emin olma!”
Dünya nimetlerinin gaflete düşürmesinden emîn olmak için, nimeti tam ve hakikî bir şükür ile karşılamak ve ondan riyâzat ve kifâyet ölçüsünde istifâde etmek lâzımdır. Hazret-i Mevlânâ buyurur:
“Nimete şükretmek; nimetten daha hoştur, şükür seven kimse, şükrü bırakır da nimet tarafına gider mi? Şükretmek nimetin cânıdır. Nimet ise deri gibidir, kabuk gibidir. Çünkü seni, dostun kapısına ancak şükür götürür.
Nimet insana, gaflet verir. Şükretmek ise uyanıklık getirir. Sen aklını başına al da şükür tuzağı ile nimet avla.
Şükür nimeti, gözünü doyurur, seni bey yapar da fakirlere yüzlerce nimet saçarsın.”
Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri de şöyle seslenir:
Aç gözün bu nevm-i gaflet nice bir?
Hâlik’ın ihsânına şükr edegör!..
Nefs ü şeytâna itâat nice bir?
Râzık’ın in‘âmına şükr edegör!..
Maddî nimetlerin şükrü, onlardan bol bol infâk etmektir. O nimetleri israf ve cimrilik batağına saplamadan, âhiret sermayesi hâline getirmektir.
Mânevî nimetlerin şükrü de aynı nimeti hayır yollarına sarf etmekle olur. Sağlık nimetinin şükrü, bilfiil hizmet etmekle edâ edilir. Akıl ve ilim nimetlerinin şükrü de bu nimetlerle Allah yolunda gayret etmekle îfâ edilebilir.
Mevlânâ Hazretleri’nin teşbihiyle;
İnsanın eşya ile münasebeti, bir geminin deniz ile olan münasebeti gibidir.
Denizin suyu, geminin içine girerse onu batırır, bir lokma gibi yutar.
Fakat gemi; suyu içine almazsa, onun üzerinde yol alır. Bu takdirde su onu varmak istediği menzile götürür.
Bu durumda su, hem nimet hem de âfet olabilecek bir imtihandır. İdrak sahipleri nimet olarak kullanır, bu idrakten uzak olanlar ise âfetlerin girdabında boğulur.
Burada suyun temsil ettiği nefistir, gemi de onun rûhâniyetidir. Dolayısıyla mü’min; nefsin şerrinden korunabilirse, dünyada da âhirette de selâmette olur.
Cenâb-ı Hakk’ın insandan istediği vazifeler, tamamen insanoğlunun hayrına ve menfaatine olan hususlardır. Lâkin gafletin karanlık sisleri; onları hep faydasız, zorlu ve zahmetli gösterir.
Gafletin sisini dağıtmak için ise, zikir şarttır. Allâh’ı hatırlamak ve dâimâ hatırda tutmak zarûrîdir.
Zira;
“…Kalpler ancak, Allâh’ı zikretmekle huzura eder.” (er-Ra‘d, 28)
Gaflet; insanı gerçek hayat olan âhiretten habersiz bırakan, dünya hayatının perdesidir. Ölüm ile bu perde kalkacaktır. Sâdî Şîrâzî şöyle der:
Vefât edenlerin dili olsaydı, ağlaya ağlaya, feryat hâlinde şöyle diyeceklerdi:
“‒Ey diri insan! Dilin dönerken Cenâb-ı Hakk’ı zikret! Bizim zamanımız gaflet ile geçti. Sen bizim gibi olma! Sayılı olan nefeslerini Hakk’ın zikriyle ziynetlendir! Bu hayatı fırsat ve ganîmet bil!”
Necip Fazıl’ın dediği gibi;
O demde ki perdeler kalkar, perdeler iner;
Azrâil’e; «Hoş geldin!» diyebilmekte hüner!..
Habîb-i Neccâr, son nefesinde Azrâil’e; «Hoş geldin!» diyebilen bir bahtiyar oldu. Allah yolunda canını fedâ ettiği vakit, kendisine ilâhî perdeler açıldı. Merhametle çarpan kalbi, kendisini taşlayarak öldürenlerin hidâyete ermeleri için şöyle temennîde bulunuyordu:
“Keşke Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikrâma mazhar olanlardan kıldığını kavmim bilseydi…” (Yâsîn, 26-27)
Vehb bin Münebbih -rahmetullâhi aleyh- anlatır:
GAFİL BİR KİŞİNİN ÖLÜMÜ
Hükümdarın biri, bir yere gitmeye hazırlanırken üzerine giymek için sayısız elbiseler içinden en güzelini ve binmek için de birçok at içinden en rahvan ve gösterişli olanı seçti. Adamlarıyla birlikte muhteşem bir tavırla, böbürlenerek ve etrafına caka satarak yola çıktı. Yolda, üstü-başı perişan biri, atının yularına yapıştı. Hükümdar hışımla bağırdı:
“–Sen de kimsin, benim karşımda kim oluyorsun, çekil önümden!”
Adamcağız ise sakince cevapladı:
“–Sana söyleyeceklerim var! Senin için çok hayâtî bir mesele…”
Hükümdar merakla karışık bir hiddetle;
“–Söyle bakalım!” deyince, adam;
“–Gizlidir, eğil de kulağına söyleyeyim!” dedi.
Hükümdar eğildi, adam;
“–Ben Azrâil’im, canını almaya geldim!” dedi.
Hükümdar bir anda neye uğradığını şaşırdı, telâşa kapıldı, aman dilemeye başladı;
“–Ne olur biraz müsaade et!..” dedi.
Azrâil -aleyhisselâm- ise;
“–Hayır, sana müsaade yok. Ailene de ulaşamayacaksın!” dedi ve oracıkta hükümdarın canını alıverdi.
SÂLİH BİR ZÂTIN VEFÂTI
Daha sonra yoluna devam eden Azrâil -aleyhisselâm- sâlih bir mü’min kul ile karşılaştı. Ona selâm verdikten sonra;
“–Seninle bir işim var, bunu sana gizli söyleyeceğim.” dedi ve kulağına eğilerek kendisinin Azrâil olduğunu söyledi. Mü’min kul buna sevindi ve şöyle dedi:
“–Hoş geldin, kaç zamandır seni bekliyordum. Bütün gayretim, noksanlarımı ve kusurlarımı bertaraf edip ölüm ânımı güzelleştirebilmek içindi. Dâimâ son nefesimin endişesi ve hazırlığı içinde idim.”
Azrâil -aleyhisselâm- dedi ki:
“–Öyle ise yapmakta olduğun işi tamamla.”
Sâlih zât şöyle mukabelede bulundu:
“–Benim en mühim işim, Allah Teâlâ’ya vuslattır.”
Bunun üzerine ölüm meleği şöyle dedi:
“–Hangi hâl üzere istersen, o hâl üzerinde canını alayım.”
Adam sevinerek;
“–Buna imkân var mı?” diye sordu.
Melek;
“–Evet, senin için bununla emrolundum.” deyince;
Adam tebessüm içinde;
“–Öyleyse abdestimi tazeleyeyim, namaza başlayayım ve başım secdede iken canımı al.” dedi ve rûhunu bu şekilde huzurla teslim etti. (Gazâlî, İhyâ, c. 4, s. 834-5)
İşte gafil insanın son nefesi ile ârif / bilen insanın son demleri arasındaki muazzam fark!..
Dünya, ne yazık ki, birçok insan için ömrü gafletle hebâ etme mekânı olmakta. Necip Fazıl, Karacaahmet Mezarlığı karşısında şöyle bir tefekkürde bulunur:
Deryâda sonsuzluğa fikretmeye ne zahmet!
Al sana deryâ gibi sonsuz Karacaahmet!
Göbeğinde yalancı şehrin, sahici belde;
Ona sor, gidenlerden kalan şey neymiş elde?
İnsan o diyarda uyanacak fakat ne çare! Her şey elinden gitmiş olacak. Hiçbir telâfi imkânı olmayacak. Nedâmetin de hiçbir faydası bulunmayacak. Dolayısıyla bu diyarda uyanmalı, burada gafletin pençesinden kurtulmalı ve âhiret yurduna hazırlanmalı…
Yâ Rabbî!.. Bizleri nefsimizin gafletinden kurtar, Habîb-i Edîbi’nin muhteşem ahlâkından hisse alarak, gerçek bilenlerden olabilmemizi lutfeyle.
İstikametsizlikten, sebatsızlıktan, kararsızlıktan, tembellikten ve gafletten Sana sığınırız yâ Rabbî!..
Âmîn!..