O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Ne Öğretti, Nasıl Öğretti ? -2

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- NE ÖĞRETTİ, NASIL ÖĞRETTİ, NE HÂSIL ETTİ? -2-

ÎMÂNI ÖĞRETTİ

Peygamberimiz; risâletinin Mekke kısmında, 13 yıl akāidi öğretti. Tevhid ve îman tahsili yaptırdı.

Bu dönemde yetişen ashab, «sâbikûn-i evvelûn» ashâbın da zirvesidir. Çünkü bu sahâbîler; îmânı, çok çetin imtihanlarla elde ettiler ve muhafaza ettiler. Alay, işkence, muhasara ve şehâdete varıncaya kadar ağır baskılar altında, îman ve tevhid mücadelesi verdiler.

Nebîler Silsilesi’nde de tevhid tâliminin misalleri vardır:

• Hazret-i Musa’ya îmân ettikleri için, Firavun tarafından hunharca katledilen sihirbazların metâneti ve şöyle duâ etmeleri:

رَبَّنَا اَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَتَوَفَّنَا مُسْلِم۪ينَ

“…Ey Rabbimiz! Bize bol bol sabır ver, müslüman olarak canımızı al!..” (el-A‘râf, 126)

• Arenalarda arslanların dişleri arasında îmanlarını koruyan ilk Îsevîlerin metâneti…

• Ashâb-ı Uhdûd’un ateşe atılarak öldürüldüğü hâlde îmandan dönmemesi…

• Habîb-i Neccâr’ın taşlanarak öldürüldüğü hâlde, hâlâ kavmine hidâyet temennî edişi…

Ashâb-ı kiramdan Hubeyb -radıyallâhu anh-’ın şehâdeti esnasında sergilediği sağlam ve mertçe duruş, bu tâlimin güzîde misalleridir.

Aynı şekilde;

Sümeyye Hatun’un ve Hazret-i Yâsir’in de şehâdetleri esnasında sergiledikleri fazîlet ve îman dirâyetleri muhteşemdir.

Aynı şekilde;

Hazret-i Bilâl’in çok ağır işkencelere rağmen yine de; «Allah bir!» demesi, Habbâb -radıyallâhu anh-’ın kızgın alevlere yatırılması karşısında yine sebatkâr oluşu, Hazret-i Peygamber terbiyesinde sahâbenin akāidde ve İslâm’ı yaşayışta nasıl bir kıvam kazandığının ölümsüz misallerinden birkaçıdır.

Fetih Sûresi’nin son âyetinde Cenâb-ı Hak;

مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِۜ وَالَّذ۪ينَ مَعَهُٓ اَشِدَّٓاءُ عَلَى الْكُفَّارِ

“Muhammed Allâh’ın Rasûlü’dür. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetindir…” buyurur.

Tavizsiz bir îman…

Cenâb-ı Hak, Allah Rasûlü’nün yanında olanların ilk vasfı olarak; «Küffâra karşı şiddetlidirler.» hükmünü vermekte.

Bu tavır, îmânın bir zarûretidir. Çünkü kalbinde en zayıf vaziyette îman bulunan bir mü’minin dahî; Allâh’ın râzı olmadığı bir kötülüğe karşı, buğz etmesi lâzımdır.

Devrimizde de bir muallim; talebesine ilk olarak, kimlik ve şahsiyet aşılamalıdır. Tavizsiz bir îman kazandırmalıdır. Eğer bu esas olmazsa; başka öğretilenlerin bir faydası olmayacağı gibi, devrimizde misalleri görülen sapıtma ve inhiraflar zuhur eder.

ŞAHSİYET İNŞÂ ETTİ

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; müstesnâ bir mü’min şahsiyeti inşâ etti. Bu şahsiyetin ibâdetlerde dahî gayr-i müslimlere benzemesini men etti.

• «Bir kavme benzemeye çalışanın onlardan olacağını» ifade etti.

• Âşûrâ orucunda yahudilere benzememek için, bir gün ilâve etti.

• Hicretten sonra Mescid-i Nebevî inşâ edilip, namaza davetin nasıl yapılacağı mevzuu istişâre edilmeye başlanmıştı.

Yahudi borusu çalınması teklif edildi, Fahr-i Kâinât Efendimiz bu teklifi kabul etmedi:

“–Bu, yahudilerin âletidir.” buyurdu.

Çan çalınmasından bahsedildi. Peygamber Efendimiz;

“–O da hıristiyanların işidir.” buyurdu.

İslâm’ın namaza davet üslûbunun başka bir kavim ve ümmete benzemesine Peygamberimiz’in gönlü râzı olmadı. Daha sonra Abdullah bin Zeyd -radıyallâhu anh-’a rüyada ezan ilhâm edildi. Efendimiz, ibâdete davet için ezanı tatbik etti. (Ebû Dâvûd, Salât, 27-28)

Fahr-i Kâinât Efendimiz;

• Hak ve bâtılı birbirinden kesin şekilde ayırdı.

• Lâyıkına muhabbet, müstehakkına nefreti tâlim buyurdu. Her Fâtiha’da öğretildiği üzere;

غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّٓالّ۪ينَ

“…(Bizleri) Gazaba uğramışların ve sapmışların yoluna (sevk eyleme)!” (el-Fâtiha, 7) diye duâ etmekteyiz. Efendimiz, gazaba uğramışlardan ve dalâlettekilerden uzak durmak, onlara muhabbet beslememek ölçülerini öğretti.

İşte bu tâlimin güzel bir neticesi:

Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-, Hudeybiye Musâlâhası’ndan önce Mekke’ye elçi olarak gönderilmişti. Müşrik akrabaları;

“–İstiyorsan bir tek sen Kâbe’yi tavâf edebilirsin!..” dediler.

Hazret-i Osman ise, muhteşem bir sadâkat dersi vererek şöyle dedi:

“–Hazret-i Peygamber Kâbe’yi tavâf etmedikçe ben de edemem! Ben Beytullâh’ı ancak O’nun arkasında ziyaret ederim. Allah Rasûlü’nün kabul edilmediği bir yerde ben de yokum!..” (Ahmed, IV, 324)

Fahr-i Kâinât Efendimiz; özenilecek, sevilecek ve benzemeye çalışılacak zümreler olarak ise; «Kendilerine nimet verilenleri» yani; «nebîler, sıddîklar, şehidler ve sâlihler»i gösterdi.

Bu cümleden olarak;

Her namazda Hazret-i İbrahim’i salât ile andı ve bize örnek gösterdi.

Özeneceğimiz kimseler, âhirette beraber olmayı arzu edeceğimiz kişiler olmalıdır. Çünkü îmân esaslarımızdan mühim bir umde de âhiret inancımızdır:

ESAS HAYATIN ÂHİRET OLDUĞUNU ÖĞRETTİ

Peygamber Efendimiz dâimâ;

«Esas hayatın âhiret olduğu»nu öğretti.

“–Kisrâlar, kayserler saraylarda yaşarken Sen bir hasırın üzerindesin…” diye ağlayan Hazret-i Ömer’e;

“–Dünya onların âhiret bizim olsun, istemez misin yâ Ömer?!.” (Ahmed, II, 298) buyurdu.

Hendek Harbi’nde müslümanlar ağır bir imtihan geçirdiler. O kadar zor anlar yaşadılar ki;

“Allâh’ın yardımı gelmeyecek mi?” diye içlerine şüphe düştü. O zaman Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

اَللّٰهُمَّ لَا عَيْشَ اِلّٰا عَيْشُ الْاٰخِرَةِ

“Esas hayat, âhiret hayatıdır.” buyurdu. (Buhârî, Rikāk, 1)

Sonradan Mekke fethi gibi büyük ve ihtişamlı bir zafer kazandığında da aynı hâl içindeydi. O, bir devenin üzerinde secde hâlinde Mekke’ye giriyordu. Zafer işaretleri yapmıyordu. Etrafına yine;

“Esas hayat, âhiret hayatıdır.” buyuruyordu.

Bu şuurla ashâbın gözünde dünya küçüldü, âhiret tek endişe oldu. Dünya hayatının sadece bir konak olduğu kanaati yerleşti. Dünya hayatı, âhiretin tarlası olarak telâkkî edildi. Bu tarlanın tohumu da sâlih amellerdi.

İBÂDETLERİ ÖĞRETTİ

Fahr-i Kâinât Efendimiz, insanın yaratılış gayesini öğretti. Âyet-i kerîmede buyurulur:

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ

“Ben cinleri ve insanları, ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım.” (ez-Zâriyât, 56)

Lâkin ibâdetleri sadece zâhirî şartlarıyla değil, bâtınî ve mânevî derinliğiyle tâlim etti. Bu tahsil neticesinde sahâbe-i kiram; sâlih amellerde keyfiyeti aradı. Zira Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede; «اَكْثَرُ عَمَلًا / daha çok amel» değil, «اَحْسَنُ عَمَلًا / daha güzel amel» buyurmuştur. (el-Mülk, 2)

NAMAZI ÖĞRETTİ

Peygamberimiz; huşû içinde, yani kalp ve beden âhengi içinde bir namaz kıldı. Böyle kıvamlı bir namaz öğretti. Buyurdu:

“Namaza durduğunda sanki son namazın gibi kıl!” (İbn-i Mâce, Zühd, 15)

“Namaz gözümün nûrudur.” (Nesâî, İşratü’n-Nisâ, 1) buyurdu.

“Beni nasıl kılıyor görüyorsanız öyle namaz kılın!” (Buhârî, Ezân, 18) buyurdu.

Namazı düzgün kılmayana tekrar kıldırttı. Doğrusunu öğretti. Harpte, seferde, hastalıkta, dâimâ namazı hatırlattı. Son nefesinde de;

“Namaz namaz!..” diyordu.

Cenâb-ı Hak, Efendimiz’in beraberindeki ashâbı;

تَرٰيهُمْ رُكَّعًا سُجَّدًا

“Onları rükûya varırken, secde ederken görürsün.” vasfıyla methetti. (Bkz. el-Feth, 29)

Ferdî ibâdetlerin zirvesi namazdır. İlk farz olan ibâdettir. Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yanındaki ashâbın manzarası, onların en güzel tarifi ve ifadesi, bu ibâdeti kalp ve beden âhengi hâlinde îfâ edebilmeleri olmuştur.

Onlar bu namazı cemaatle îfâ ederler. Cemaat hâlinde, muntazam saflarla edâ edilen namaz; ne güzel bir içtimâî âhenk manzarasıdır! Orada cemaat; birbirinin hâlini, sevinç ve ıstıraplarını sîmâlarından anlar ve kardeşliğin en güzel zirvesini yaşarlar.

Bilhassa rükû ve secde; Allâh’ın karşısında boyun eğmenin, hiçliği idrâkin ve tereddütsüz itaatin en güzel ifadesidir. İslâm düşmanlarına şiddetli olan mü’minler; kendi aralarında merhametli oldukları gibi, Allâh’ın huzûrunda da kemâl-i edep ve tâzim içindedirler.

“Onları rükû ve secde hâlinde görürsün.”

Onların bu rükû ve secde hâlleri bir rûhâniyet tevzî eder. İşte bu; «bir vecd ile bin secde edebilme»nin gönül manzarasıdır.

Farz namazların hâricinde de mü’min, Peygamber’i gibi; her fırsatta namazla Rabbinin huzûruna koşar. Teheccüd, kuşluk, evvâbîn gibi mûtad vakitleri; namazla ziynetlendirir. Hâcet, istihâre, şükür, abdest, tahiyyetü’l-mescid, husûf ve küsûf gibi her vesile ile namaz kılar. Namaz ile Rabbinden yardım ister. Namaz ile Rabbiyle konuşur, namaz ile mîrâca yol arar. Zira Rabbimiz;

“Secde et ve yaklaş!” (el-Alak, 19) buyurmuştur.

Mü’minin îmânı; namaz ile, namazda okuduğu Kur’ân ile, secdeler, kıyamlar ve rükûlar ile kuvvetlenir.

Gerçek namaz, fahşâ ve münkerden koruyan namazdır. Gönle huşû ve heyecan veren bir namazdır. Hâli devamlı olan bir namazdır. Hazret-i Mevlânâ der ki:

“Öyle bir abdest al ki, hiç bozulmasın! Öyle bir namaz kıl ki hiç bitmesin!”

Yani;

“Öyle bir rûhânî zindelik içinde bulun ki, hiç tükenmesin.”

Yani namaz, Cenâb-ı Hakk’a kavuşturacak bir mânevî lezzet olmalıdır. Huzûr-i ilâhîye çıkışın hürmet ve tâzîmi içinde olmalıdır.

Rabbimiz de zaten kullarına, ilâhî huzûra çıkarken temiz elbiselerle bulunmalarını bu sebeple emir buyurmaktadır:

يَا بَن۪ٓي اٰدَمَ خُذُوا ز۪ينَتَكُمْ عِنْدَ كُلِّ مَسْجِدٍ

“Ey Âdemoğulları! Her secde edişinizde güzel elbiselerinizi giyin…” (el-A‘râf, 31)

Namazı bize Allah Rasûlü öğretti.

• Günümüzde bazı nâdanlar; namazı, İslâm’dan önceki dinlerden aldıklarını iddia etmektedirler. Bu asla doğru bir iddia değildir. Hazret-i Âdem’den beri şerîatlerde namaz var olmakla birlikte, zâyî ve tahrif olmuş idi.

Peygamberimiz, namazı önce Cebrâil -aleyhisselâm-’dan öğrendi. Mîracda da beş vakit namazın farziyeti bizzat Cenâb-ı Hak tarafından Efendimiz’e vahyolundu.

Günümüzde imam-hatip okullarında ve bütün dînî eğitim müesseselerinde namaza çok ihtimam gösterilmesi zarûrîdir. Maalesef bu sahada ihmaller işitilmektedir.

• Fahr-i Kâinât Efendimiz; farz namazları cemaatle kılarak içtimâîleşmeyi de öğretti. Cemaat buluşmasını, içtimâîleşme için bir vesile kıldı.

Çünkü cemaatle kılınan bir namazla, vicdânî duygular derinleşir. Mü’min; kardeşinin sevinciyle sevinmeyi, derdiyle dertlenmeyi öğrenir.

Nasıl bir içtimâîleşme?

“-sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; din kardeşlerinden birini üç gün görmese sorardı. Uzaktaysa, seyahatteyse ona duâ ederdi, evindeyse ziyaret eder, hastaysa şifâ dilerdi.” (Bkz. Heysemî, II, 295)

Efendimiz cemaatini takip ederdi. Medine’ye getirilen kuvvetli bir köle, en güzel şekilde hizmet etmek için; sadece vakit namazlarında Efendimiz’le Mescid-i Nebevî’de olmak şartını koşmuştu. Efendimiz, bu köleyle çok alâkadar oldu. Hastalandığında ashâbıyla ziyaretine gitti, vefatında kabrine bizzat indirdi.

Cemaatle namazda safların düzenine, namaz kılanların tertip ve intizâmına Peygamber Efendimiz büyük ihtimam gösterdi. Saf düzeniyle kalpler arasında irtibat kurdu. Namazı içtimâî hayat için bir model olarak gösterdi.

Nitekim hakkıyla edâ edilen bir namaz; aile, muâmelât, ahlâk vb. hayatın diğer sahalarına müsbet bir şekilde akseder. Namaz bir insanın kulluğunun aynasıdır.

ORUCU ÖĞRETTİ

Fahr-i Kâinât Efendimiz; orucu da zâhir ve bâtın beraberliği içinde tâlim etti. Sadece mideye değil; gözüne oruç, kulağına oruç, vicdanına oruç tutturmanın zarûretini öğretti.

Buyurdu:

“Nice oruç tutanlar vardır ki, orucundan kendisine kuru bir açlıktan başka bir şey kalmaz!..” (İbn-i Mâce, Sıyâm, 21)

“Kim yalan konuşmayı ve yalan-dolanla iş yapmayı terk etmezse, Allâh’ın, o kimsenin yemesini ve içmesini bırakmasına ihtiyacı yoktur.” (Buhârî, Savm, 8)

Ramazân-ı şerifleri; infak, ikram, fitre, îtikâf, Kur’ân tilâveti ve benzeri uhrevî gayretler için âdetâ bir kamp hâline getirdi.

Selef-i sâlihîn için Ramazan, senenin kalbi oldu.

ZEKÂTI, İNFÂKI, SADAKAYI ÖĞRETTİ

Önce şunu öğretti:

“‒Mülk kimindir?”

“‒Mülk, Allâh’ındır!”

Beşerî sistemlerde ise; meselâ komünizmde mal, toplumundur. Kapitalizmde mal, fertlerindir. Bu teorileri uygulamak için her iki sistem de insanları istismâr etmiş; akıl almaz zulümler yapmış, haksızlar ve mal uğruna nice memleketleri ve milletleri harap etmiştir; hâlâ da bütün dünyayı yakıp yıkmaktadır. En vahşî katliâmlara revaç vermiştir, hâlâ da aynı vahşet ve şiddetlerine devam etmektedir.

İslâm’da ise mülk, ne fertlerindir ne de toplumundur; «اَلْمُلْكُ لِلّٰهِ» / mülk Allâh’ındır; kullara ise sadece emânettir. Aynı zamanda bir imtihan malzemesidir.

Emânettir, çünkü gerçek sahibi Allah’tır. Kul emânetçi olarak, asıl mülk sahibinin tasarruf şartlarına riâyet etmek mecburiyetindedir. Bu şartların en meşhur ikisi:

1. İsraf yok!

2. Pintilik yok!

Nefse kifâyet kadar kullandıktan sonra gerisini infâk etmek, ashâbın tasarruf şekliydi. Nitekim;

«–Ne infâk edelim?» diye sorulunca cevaben şöyle buyurulmuştu:

قُلِ الْعَفْوَ

“…İhtiyaç fazlasını…” (el-Bakara, 219)

Bu itibarla Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- dünyada nâil olunan her şeyin;

• Geçici bir emânet ve

• Hesabı sorulacak bir imtihan malzemesi olduğu şuurunu ashâbına öğretti.

• Nasıl verilmesi gerektiğini de öğretti.

Her türlü infâkın;

يَاْخُذُ الصَّدَقَاتِ

“…Sadakaları Allah alır…” (et-Tevbe, 104) şuuruyla, yani hürmetle, muhatabı incitmeden, minnet yüklemeden, âdetâ kabulü için teşekkür edâsıyla verilmesi gerektiğini öğretti.

İnfâkı sadece zengine öğretmedi. Ebû Zer -radıyallâhu anh- gibi fakir bir sahâbîsine de şöyle buyurdu:

“−Yâ Ebâ Zer! Çorbana su kat ve sonra da komşularını gözden geçir ve nezâketle infâk et.” (Müslim, Birr, 142, 143)

Bu fermanın içinde şu üç düstur yer almakta:

a. Verecek hiçbir şeyin yoksa bile çorbana su ekleyip infâka imkân oluştur!

b. Kendin ihtiyaç sahibi olsan da etrafındaki muhtaçları gözet!

c. Verdiğini de nezâket ile tevzî et!

İnfak âyetinin inmesiyle Allah için infak tâlimini öğrenen en fakir suffe ashâbı dahî; dağlardan odun, çalı çırpı topladı, sattı, parasını Efendimiz’e infâk olarak takdim etti.

Kimi sahâbî, akşama kadar çalışıp bir avuç hurma kazandı. Onun yarısını Allah Rasûlü’ne getirdi.

HACCI ÖĞRETTİ

“Haccın menâsikini, ibâdet tafsilâtını benden öğrenin!” buyurdu. (Ahmed, III, 318, 366)

• Şeâire hürmeti öğretti.

• «Refes, cidal ve füsûk»tan arınmış bir haccı edâ etti ve edâ ettirdi. Meselâ Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’a şöyle buyurdu:

“Yâ Ömer! Sende fazla kuvvet var. (Haceru’l-Esved’i öpeceğim diye) zayıfa eziyet vermeyesin. Rüknü boş görürsen yanaşarak istilâm et, değilse tekbir getirip geç!..” (Ahmed, I, 23)

• Haccın ancak helâl kazançla makbul olacağını öğretti ve şöyle buyurdu:

“Kim bu Beyt’i, haram kazançtan elde ettiği parayla ziyaret ederse Allâh’a itaatten çıkmış olur. Böyle bir insan hacca niyet eder, ihrâma bürünerek bineğinin üzengisine ayağını basıp devesini hareket ettirdikten sonra;

«Lebbeyk Allâhümme lebbeyk» derse, semâdan bir münâdî şöyle seslenir:

«Sana, ne lebbeyk ne de sa‘deyk! Çünkü senin kazancın haram, azığın haram, bineğin haramdır. Hiçbir sevap almadan, günahkâr olarak dön! Hoşlanmayacağın şeyle karşılaşacağından dolayı üzül!..»” (Heysemî, III, 209-210)

O’nun öğrettiği «gönül kazanma» düsturuyla, Ali bin Muvaffak gibi nice gönül talebeleri, hac için biriktirdikleri paraları fukarâya infâk ettiler.

FAZÎLET ARAMAYI ÖĞRETTİ

• Efendimiz’in ashâbı hakkında buyurulur:

يَبْتَغُونَ فَضْلًا مِنَ اللّٰهِ وَرِضْوَانًا

“Allah’tan fazîlet / lütuf ve rızâ isterler.” (el-Fetih, 29)

Peygamberimiz ve ashâbının bütün gayretlerinin özü, Allâh’ın rızâsını kazanmaktır. O’nun rızâsı, en büyük lütuftur. Bu lutfa eriştirici vesileler olarak, dâimâ fazîletleri isterler.

Peygamberimiz; farzların îfâsının yanında, Hakk’a yaklaşmaya medâr olan nâfile ibâdetlere de ehemmiyet vermek gerektiğini bildirdi:

“Kulum Bana, kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevimli bir şeyle yaklaşmış olmaz. Nâfilelerle de durmadan Bana yaklaşmaya devam eder. Tâ ki Ben onu severim. Ben onu sevince de; onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Ben’den bir şey talep ederse istediğini mutlaka ona veririm. Herhangi bir şeyden korumamı isterse de onu muhakkak ondan korurum.” (Buhârî, Rikāk, 38; İbn-i Mâce, Fiten, 16)

Günahlardan temizlenip, kalbin inkişâf etmesi, kulun birtakım hikmet ve zuhûratlara nâil olabilmesi için;

SEHERLERDE UYANMAYI ÖĞRETTİ

• Seherler, günün en bereketli vakitleridir.

• O vakitte namazı, istiğfârı ve gözyaşı dökmeyi ganîmet bilmek îcâb eder!

• Seher vakti ibâdetlerle ihyâ edilip o rûhânî ziyafet sofrasından gerekli mânevî gıdâlar alınmalı ki, kul gündüze yüksek bir feyz ve rûhâniyetle girebilsin.

O feyz ve rûhâniyet; gün boyu gönlü günahlardan, gafletten ve mâsivâdan, yani Allah’tan uzaklaştıran her türlü şerden koruyabilsin.

Gönlün hayra iştiyâkını, şerre karşı da mukâvemetini / direncini artırabilsin.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; gecelerin en feyizli anları olan seherlerde namaz kılmayı, istiğfarda bulunmayı, zikretmeyi, Kur’ân okumayı ve duâ etmeyi hiç terk etmedi. Öyle ki, hastalandığı ve ayağa kalkamayacak kadar tâkatsiz kaldığı zamanlarda dahî, oturarak da olsa seherlerini ihyâ etti. (Ebû Dâvûd, Tatavvu‘, 18/1307)

Zira «bilenler»den olmanın bir şartı da; seher vaktinde secde ve kıyâm hâlinde bulunabilmektir.

سَاجِدًا وَقَاۤئِمًا (ez-Zümer, 9)

Yine sâdık kulların vasfı geceleri ihyâdır:

سُجَّدًا وَقِيَامًا (el-Furkān, 64)

• Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz gece ibâdetine teşvik ederek şöyle buyurur:

“Ey insanlar! Birbirinize selâm verin, yemek yedirin, akrabanızla alâkanızı ve onlara yardımınızı devam ettirin. İnsanlar uyurken geceleyin namaz kılın. Böyle yaparsanız, selâmetle cennete girersiniz.” (Tirmizî, Et‘ime, 45; İbn-i Mâce, İkāmet, 174)

TEMİZLİĞİ ÖĞRETTİ

Her bakımdan temizliği öğretti.

• İnsanları şirkin, küfrün, nifâkın ve kötü ahlâkın kirlerinden arındırdı. Temizlenmenin yollarını öğretti.

• Abdest ve gusül gibi hükmî temizliği öğretti.

• Necâsetten tahâreti öğretti. Elbise, vücut ve mekân temizliğini öğretti. Saç, tırnak bakımını öğretti. Dağınık olanı îkāz etti.

• Nikâhı, hayâyı ve tesettürü öğretti; iffet temizliğini öğretti.

• Kazanç temizliğini, helâliyeti öğretti.

• Kalp temizliğini öğretti.

Zira insan şahsiyet ve karakterine tesir eden iki müessir vardır:

1. Helâl kazanç, helâl gıdâ.

Herkes parayı kendisinin kullandığını zanneder. Hâlbuki ekseriyetle irade paradadır, sahibinde değil. Yani paranın mânevî keyfiyeti, insanın şahsiyetine yön verir. Zira para yılan gibidir, geldiği delikten gider.

2. Beraberinde bulunduğun insan.

Eğer;

Dost edindiğin kişi, hayırlı bir kimseyse, seni hayra götürür. Fakat şerli bir kimseyse, o zaman seni şerre dûçâr eder.

Bu hâle misal olarak;

Kehf Sûresi’nde anlatılan kelbin, sâlihlerle beraber oluşunun neticesi, ne güzel hikmetlerle doludur. Bunun tam tersi olarak da Nûh -aleyhisselâm-’ın karısının âsîlerle beraberliği yüzünden helâk olması, ne kadar ibretlidir.

Demek ki;

Bugün, internetin kirli sokaklarından ve televizyonların menfî yayınlarından evlâtlarımızı korumak, ne kadar mühim ve elzemdir!

HAK ve HUKUKU ÖĞRETTİ

Zulmün hâkim olduğu câhiliyye insanına hak mefhûmunu öğretti. Hukuku öğretti.

Efendimiz, bütün insanlığa kendinden misal vermek sûretiyle hukukun nasıl tevzî edileceğini şöyle bildirmiştir:

“Nihayet ben de bir insanım.

‒Aranızda bazı kimselerin hakları geçmiş olabilir.

‒Kimin sırtına vurmuşsam, işte sırtım; gelsin vursun!

‒Kimin malını sehven almışsam, işte malım; gelsin alsın!” (Ahmed, III, 400)

• En başta Allâh’ın hakkı. Çünkü bizi insan olarak yarattı. Îmanla müşerref kıldı. Habîbi’ne ümmet kıldı.

• Peygamber’in hakkı. Çünkü O, ümmetine çok düşkün. O’nun bize emâneti olan Kitap ve Sünnet’e sahip çıkmak, O’nun hakkını ödemektir.

Çünkü O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurdu: “Mahşerde yüzümü kara çıkarmayın.” (İbn-i Mâce, Menâsik, 76)

• Mü’minlerin hakkı. Efendimiz bütün mü’minleri birbirine kardeş eyledi. Kardeşliği öğretti. Mü’minin mü’min üzerindeki haklarını öğretti. Yani mü’mini mü’mine zimmetli kıldı.

Peygamber müezzini Bilâl -radıyallâhu anh-, siyâhî idi. Ebû Zer -radıyallâhu anh- ona bir kızgınlık ânında;

“–Ey kara kadının oğlu!” diye hitap etti. Bu sebeple Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ebû Zerr’e;

“–Sen, kendisinde câhiliyye huyu bulunan bir kimsesin!” diyerek kızdı.

Ebû Zer -radıyallâhu anh- çok pişman oldu. Hazret-i Bilâl’den helâllik istemek ve onun kendisini affetmesini temin edebilmek için gitti, başını onun eşiğine koydu. Şöyle de dil döktü:

«Ey Bilâl! Ancak beni affeder ve ayağınla yüzüme basarsan, eşiğinden kalkarım!»

Hazret-i Bilâl buna ihtiyaç olmadığını defaatle söylese de dinletemedi. Sonunda sırf onu râzı etmek için, ayağıyla basar gibi yapıp geçti ve onu affetti. Gönül huzuruyla helâlleştiler.

➢ Anne-baba, evlât, hanım, çocuk, komşu, akraba, hemşehri… Sair hakları hep O öğretti.

• Mahlûkātın hakkı. Hâlık’ın nazarıyla mahlûkāta şefkat ile bakmayı öğretti. Develerin üzerinde konuşulmasını men etti. Kurbanlığın kulağından tutulup çekilmesini men etti. Fazla yük yüklenmesini men etti. Anne kelbin rahatsız edilmesini men etti. Karınca yuvasının yakılmasına çok üzüldü;

“Allâh’ın yarattığı cânı, kim yakabilir?!.” buyurdu. (Bkz. Ebû Dâvûd, Cihâd 112/2675)

• Gayr-i müslimlere de hakkı hukuku tevzî etmeyi öğretti.

Yâ Rabbî!..

Bizleri Rasûlullah Efendimiz’e hayırlı ve muvaffak talebeler eyle!..

Bizleri ashâb-ı kirâma ihsân ile tâbî olabilen bahtiyarlar zümresine ilhâk eyle!..

Gönüllerimizi, O’nun gönlüyle te’lif eyle!..

Âmîn!..

(Devam edecek)