İSTİKBÂLE GİDEN MEKTUPLAR…

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Buyuruldu;

وَلْتَنْظُرْ نَفْسٌ مَا قَدَّمَتْ لِغَدٍ

“Herkes, yarın için ne hazırladığına baksın!” (el-Haşr, 18)

Emredildi:

وَقَدِّمُوا لِاَنْفُسِكُمْ

“İstikbal için hazırlık yapın!” (el-Bakara, 223)

Denilen belli;

Önceden hazırlanın, kendiniz için…

Son nefese kadar;

•Sâlih ameller işleyin!

•Sâlih nesiller yetiştirin!

•Ölümsüz eserler inşâ edin!

•Zulmü ve zâlimleri bertaraf edin!

•Hidâyet ve adâleti tesis edin!

•Büyük fetihler gerçekleştirin!

•«İ‘lâ-yı kelimetullâh»ı yaşayın ve yaşatın!

Bu minval;

Allâh’ın huzûruna hazırlanın!

Yani;

O’nun yüce huzûrunda müjdelere mazhar olabilmek için hem dünyadaki hem âhiretteki istikbâl için en güzel şekilde hazırlık yapın!

Her şey, omuz defterlerine yazılıyor. Hepsi, istikbâle gönderilen mektuplar. Mahşer günü denilecek:

“–İşte gönderdiklerin! Haydi oku!”

Orada düzgün bir okuyuş için burada;

“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (el-Alak, 1) sırrını yaşamak lâzım.

Yani;

Omuzlara yüklenen tüm hazırlıkları; O’na sığınarak, O’na uygun mahiyette, ancak O’nun ismiyle gerçekleştirmek lâzım.

Tâ ki;

Ömür defterlerimiz, mükâfata lâyık satırlarla dolsun. Okuduklarımız, bize cennet müjdeleri kazandırsın!

İşte bu incelikle;

İstikbâle gönderilen mektupların en kıymetlisi olan İslâmî eserlerin özü, mutlaka «bismillâh»tır. Elhamdülillâh, Yüzakı’mızın özü de «bismillâh»tır, rotası da.

Çünkü besmele, kurtuluş ve saâdet anahtarıdır.

Şüphesiz;

“En çözülmez düğümün besmele tek çâresidir.”

Bu gerçeğin misalleri çoktur. Şunu hiç unutmam:

Bir delikanlı, hâfızlığını yeni bitirmişti. 13-14 yaşlarındaydı. Ailesini ziyarete gitmişti. Vakit akşamdı. Evde kimse yoktu. Yalnızlığından biraz sıkıldı. Dışarıdan bir şeyler almak istedi. Hava da hayli yağmurluydu. Evin kenarındaki yol, boydan boya dere olmuştu. Babasının büyük bisikletini aldı. Bindi, tam pedala basmıştı ki, birden aklına geldi. Durdu ve hemen indi bisikletten. Kalbini uyardı:

–Hâfızsın, besmele çekmeyi unuttun!

Hemen;

–Bismillâh, dedi.

Tekrar bindi ve biraz da yağmurdan dolayı pedalları hızla çevirmeye başladı. Bir an önce alışverişini yapıp geri dönmek için oldukça süratliydi. Yol ileride hafif aşağı meyilli ve virajlıydı. Kendi sağ şeritteydi. Tam virajı dönecekti ki karşısına üç tekerlekli demir bir bisiklet çıktı. Yük taşıma bisikleti. İçinde bir kişi, bir de sürücü iki kişiydiler. Hâfız, hemen frenlere asıldı. Fakat o da ne? Frenler kopuktu. Hiç çalışmıyordu. Meğer babası bu yüzden bisikleti evde bırakmış yaya olarak çarşıya gitmişti. Hâfız da, hem bunu bilmediği, hem de aceleden dolayı fark etmediği için bisiklete atlamış yola çıkmıştı. Neticede kaçınılmaz bir kaza ile karşı karşıya gelmişti. Kul plânında artık yapacak hiçbir şey yoktu. Sadece Hak plânına bağlıydı her şey.

İşte o anda;

Olmayacak bir şey oldu. Hâfızın gözleri perdelendi âdeta. Hiçbir şey görmüyor, yalnız çarpmanın seslerini duyuyordu: Ahlar, vahlar, yuvarlanmalar. Kaza bittiğinde ancak, perde kalktı, olanlar göründü.

Hayret!

Hâfız; kazanın olduğu yere on metre uzakta, dimdik ayakta idi. Hiçbir şey olmamıştı. Çünkü kazaya hiç girmemişti. Şaşkınlıkla bakan bir seyirci gibiydi.

Allah, ona; «Bismillâh»ın bereketini ve muhafazasını yaşatmıştı. Kendisine hiçbir şey olmamış, fakat koca bisiklet, âdeta kâğıt gibi yamulmuştu. Çarpışmanın şiddetiyle kalın demirler bile eğrilmişti.

Demek ki;

Olmaz yok, nice sırlar mevcut, «bismillâh»ın içinde.

Demek ki;

En çözülmez kördüğüm bir iş bile,
Hallolur bir anda «bismillâh» ile.

Bismillâh ki;

Allâh’a bağlılığımızdır, teslîmiyetimizdir, aşk ile itaatimizin tescilidir.

Bunun şartı da;

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e muhabbet ve itaattir.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ki;

•Allâh’ın emri üzere, kelime-i şahâdetimizdir.

•Mukaddes îmânımızdır.

•Hayatımızdır.

Bunun için;

•Üzerine zerre kadar toz kondurulmayacak en kıymetli sevdâmızdır.

•En vazgeçilmez dâvâmızdır.

•İki cihanda da çaremiz, şifâmız, rahmetimizdir.

İdrâk edenler;

O’nun aşkıyla O’na, o devirde sahâbe, bu devirde kardeşlik şerefine ermiş, gerçek ümmet-i Muhammed olanlardır.

İdrâk edemeyenler de O’ndan mahrumiyete sürüklenen gafillerden başkaları değildir.

Bu sürüklenişte;

Hele O’na ve sünnetine uzanan diller ise;

Kendi îmanlarıyla oynayan ve kelime-i şahâdetlerini kaybeden zavallılardır. Ne kadar bilgiç de olsalar, cehâlet nümûneleridir.

Elbette:

Anlamaz Hazret-i Peygamber’i, O’nsuz yaşayan,
Yaşamaz gerçek olan dîni, Ebû Cehl’e uyan!

Elbette;

Öyle bir kul ve Rasul’dür ki, Nebîler Şâhı,
Reddedenler O’nu, reddetmiş olur Allâh’ı.

Hiç şüphesiz;

Bizler Allâh’a Muhammed’le şahâdet ederiz,
Kimse İslâm olamaz Hazret-i Peygamber’siz!
Şart-ı îmandır O, Rahmettir O, En Sevgili Yâr,
Son kitâbın yaşanan hâli, Muhammed Muhtâr!

Çünkü her ömrün biricik meselesi;

Yüce Allâh’ın biz kullarından istediği dosdoğru bir hayatı yaşayabilmek. İki cihan saâdeti için yegâne hakikat bu.

Ebedî bir gerçek bu:

Sâde dosdoğru hayattır yüce İslâm’ın özü,
Allah isbât-ı Muhammed ile gönderdi sözü!
«Benim elçim» dedi; «Gökten yere takdir bu!» dedi;
«O ne söylerse vahiydir, Bana tâbir bu!» dedi.
«Canlı Kur’an bu, misâlim bu, Rasûlüm bu!» dedi;
«En güzel örnek ömür, dinde kabûlüm bu!» dedi!
«Ahmed’imdir, size tefsîr-i kitâbım bu!» dedi;
«Nasıl olmak gerekir, işte cevâbım bu!» dedi!

O hâlde gözler, mutlaka; Cenâb-ı Hakk’ın insanlara «üsve-i hasene» yani «emsalsiz örnek şahsiyet» diye gönderdiği O Sultânü’l-Enbiyâ’yı görmeli.

O’nu görmek ise;

Kuru çizgilerden ibaret bir fotoğraf seyreder gibi hayalî ve şeklî bir bakış değildir. Zira böyle bir bakış; hiçbir şey görmez, göremez, hiçbir perdeyi aşıp da O’nunla buluşamaz.

İllâ; O’na âşık bir gönül gözü ve O’na meftun bir basîret gözü gerektir, tâ ki O’nu görmenin maksadı hâsıl olsun!

Yani;

Mümkün olsa da gece-gündüz nice bakışlar, üstünkörü dış nazarlarla O’nu ne kadar seyretseler bile, yine de asla göremezler. Hakkıyla görmek çünkü, müstesnâ bir rûhun sadece zâhir libâsına bakmakla gerçekleşmez.

Mâlûm;

Ebû Cehil, her gün O’na bakabildiği hâlde, bir kerecik olsun O Güneşler Güneşi’ni gerçek mânâda hiç görememiştir. Sebep belli: Ebû Cehl’in gafil bakışları, Varlık Nûru’nun muhteşem hakikatine karşı her an kapalı idi. Yani kapkara cehâlet kirpikleri, açıkken bile yumuktu.

Buna mukabil;

Hazret-i Ebûbekir ise, Hazret-i Peygamber’in yanında olmadığı vakitlerde dahî dâimâ O’nu görmüştür. Çünkü O Ebûbekir’in o ârif ve âşık bakışları da, her nefes O’nun yanında O’nu ayın on dördü gibi temâşâya karşı dâimâ açıktı, uyurken bile rüya rüya O’nu seyrediyordu.

Demek ki; O’nu görebilmek, O’nun gerçeğinde O’nu seyredebilmektir!

Bu itibarla; O’nu görmek deyince, gözler, bütün perdeleri ve asırları aradan kaldıran bir bakışla;

O’nun ezelî ve ebedî îmânını, irfânını, ihlâsını ve aşkını temâşâ etmeli. Bunları temâşâ eden O’nu görmüş olur. Kezâ O’nun kıyâmete kadar tüm beşeriyetin yegâne ihtiyacı olan destânî fazîletlerini, rahmeten li’l-âlemîn oluşunu, engin şefkatini, gece-gündüz birer mîrac vasfında yaşadığı nice ibâdetlerini, hâsılı eşsiz ve muhteşem ahlâkını seyretmeli! Seyredebilen görmüş olur.

Böylece özler;

O’nun «Nûruyla Nurlandıran» mübârek çehresinde, mübârek terbiyesinde, muhteşem ahlâkında yıkanmalı, tezkiyeden geçmeli, tasfiye-i kalp etmeli ve pür-nûr olmalı.

Çünkü;

İki cihan saâdetimiz için Rabbimiz’in şartı bu!

İnsâniyetimizin de şartı bu!

Bu fânî hayatın ebediyet kavşağında cennet-i âlânın da şartı bu!

Fakat;

Dünya kum gibi ihtiyaçlar kumkuması bir yer olduğu için; sayısız pencereler önünde gözler, sayısız perdelere dalarak şaşırıp kalıyor bazen. Geçici yaldızlara kapılarak asıl ve kalıcı olan ihtişamı göremiyor. Bazen gafletinden, bazen de bakmaya bile fırsatı olmadığından göremiyor. Bazen de fazla saplandığı fânî hevesler yüzünden sonsuz hakikatleri idrâk edemediği için göremiyor.

Kıyâmet yaklaştığı hâlde. Cehennem kapıları da cennet kapıları da açıldığı hâlde.

Gafil insanoğlu; bütün bir kâinat, yaşanacak olan büyük bir infilâkın ve ardındaki büyük bir ebediyetin son hazırlıklarını yaptığı hâlde göremiyor.

Yaşayıp ölmek, dirilip hesap vermek, ya ebedî mükâfâta ya da sonsuz azâba gerçeği, hiç değişmeyecek bir takdîr-i ilâhî olduğu hâlde göremiyor.

Çünkü; sayısız fânî endişeler, dâimâ bu ebedî gerçeklerin önüne geçip diyor ki:

–Önce şu işleri bir yoluna koymalı!

Yine bitmez ve tükenmez emeller, damarlara bastırıyor:

–Hele şunları bir hâllet, sonrası kolay!

Yine bu dünya depreşiyor:

–Âhiret tamam da, önce burada ihtiyaçların var!

Yine doktorlar hastalara diyor ki:

‒Şu vitaminlere ve şu ilâçlara ihtiyaç var!

Hâsılı;

Bu dünyanın her meselesinde ve her yerinde ihtiyaçlar devamlı fırtınalar koparıyor. İbrettir; savaşların ve zulümlerin olduğu yerlerde, ihtiyaç feryatları bir başka; keyif ve rahatından çıldıranların olduğu yerlerde ihtiyaç feryatları çok başka.

Ancak;

Aslında bütün ihtiyaçlar, asırlardır ağız birliği hâlinde ve mecâzen bir gerçeği haykırmakta. Duyabilenler için tüm ihtiyaçların feryâdı bambaşka ve tek bir gerçek.

O da, şu:

‒Ey insanlık! Bize değil, asıl ihtiyaç O’na! O Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e. O’nun muhteşem ahlâkına!

Çünkü;

Şayet O’ndan nasîb almamışsa, merhametler bile, zulümden beter işler yapıyor. Şefkatler bile, O’nsuz olduğunda cinayetlerin en ağırını, üstelik en mükemmel iyilikmiş gibi sergiliyor.

Bu da gösteriyor ki:

Merhamet, ancak O’nunla merhamet. Şifâlar, ancak O’nunla şifâ. Çareler, ancak O’nunla çare. Kazançlar, ancak O’nunla bereket. Hayatlar, ancak O’nunla hayat. İnançlar, ancak O’nunla dosdoğru ve makbul.

Unutmamalı ki:

Devr-i câhiliyyenin amansız pençesinden; insanlığı, mazlumları, diri diri gömülen kız çocuklarını, çaresizleri, yetimleri, kimsesizleri kurtaran bu dünyanın yaldızlı felsefeleri değil, gaddar güçlüler hiç değil, yığınla câzip projeler filân da değil, ancak ve ancak O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- oldu.

Unutmamalı ki:

Bugün İslâm dünyasının ve müslümanların dertlerinin gerçek çareleri, maddeten çok güçlü ve kuvvetli zannedilen ehl-i küfürde değildir. Gönül Kâbelerimizin çaresi, hiçbir zaman Ebreheler değildir. Kaybolan nesillerin tekrar kendisine gelmesinin yolu da, asla yabancı sokaklarda tehlikeli internet koridorlarında ve tuzak dolu sahnelerde değildir.

Çare, sadece O’dur!

Dün olduğu gibi, bugün de, yarın da insanlık olarak çaremiz ve ihtiyacımız, dâimâ Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir. O’nun, devr-i câhiliyyeyi bir asr-ı saâdet yapan muhteşem ahlâkıdır.

İşte bu sebeple;

Yüzakı Mecmûamızın çok değerli müellifi Muhterem Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi, çok mükemmel bir eser kaleme aldı:

O’nun Muhteşem Ahlâkı…

Canlı bir Kur’ân olan en yüce ahlâk… Allâh’ı memnun eden bir ahlâk… Cehennemi cennete çeviren bir ahlâk…

En uslanmaz zâlimleri yola getiren, en vahşî cânîlikleri gönüllerden söküp yerine en hisli şefkatleri yerleştiren bir ahlâk…

Her çeşit terörle mücadele ederek onları bertaraf eden; kötülükleri iyiliklere, düşmanlıkları dostluklara dönüştüren bir ahlâk!

Bütün cihanı iyilik ve güzelliklerle, adâlet ve merhametle dolduran bir ahlâk. Kıtaları ve insanları hidâyetle kucaklayan bir ahlâk. İslâm tarihini şanlı fetihlerle, mübârek zaferlerle dolduran bir ahlâk.

Yeryüzünü en güzel şahsiyet ve karakter fazîletleriyle dolduran bir ahlâk!

O’nun Muhteşem Ahlâkı…

Her gönle, her hâneye, her nesle lâzım olan yegâne hakikat!

Bunun için bizler de;

Muhterem Üstâdımız’ın bu müstesnâ eserini, Yüzakı Mecmûamızın siz kıymetli okuyucularının tamamına ulaştırmayı düşündük.

Eserin;

Hazret-i Peygamber’in yüce ve müstesnâ husûsiyetleri ile dolu olan muhtevâsı, özel ve muhteşem olduğundan dolayı baskısının da mükemmel ve ferah olmasına dikkat ettik. Bir de rahat okunabilmesi bakımından harf büyüklüğünü artırdık. Her sayfayı, dört renkli ve zengin spotlarla îtinalı bir şekilde tertip ve tanzim ettik.

Böylece;

O’na âşık gönüllere maddî ve mânevî güzel bir hediye hazırladık.

14’üncü yılımızın bütün abonelerine en güzel «Yüzakı Hediyemiz»:

O’nun Muhteşem Ahlâkı…

Hasret gönüllere, dertli akıllara, içli ruhlara, şuurlu idraklere, hâsılı bütün hayatlara hediyemiz:

O’nun Muhteşem Ahlâkı…

Sizlere ve bizlere…

Yüce Rabbimiz;

Bir ömür hepimizi, O’nun muhteşem ahlâkı ile mütehallık eylesin! Bizleri; dünya ve âhirette O’nun yüzünü ağartan, O’na candan öte bir muhabbetle bağlı, her hâlükârda istikamet ehli, dirâyetli, şahsiyetli, sadâkatli, şecaatli, vefâkâr ve fedâkâr ümmetinden eylesin!

Âmîn!

Ne mutlu O’nun muhteşem ahlâkıyla yaşayarak yüz akıyla âhirete göçebilenlere!

Yâ Rab!

Nasîb eyle!

Âmîn!