İnsanı İnşâ Vasıtası: NEŞRİYAT

YAZAR : B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

Takrîben milâttan önce 4000 yıllarında; yazının îcâdı ve kullanılmaya başlanmasıyla, insanlık tarihinde fevkalâde önemli bir çığır açılmış; ilim, kültür ve sanattaki hızlı gelişmelerle, medeniyetler seviyesine ulaşılmıştır. Akıl mahsûlü kayıtlarla ortaya çıkan içtimâî hâfızanın yazıya geçirilmesi neticesinde; hem geçmişin aydınlatılması, ondan ibret alınması hem de mevcut müktesebâtın gelecek nesillere devriyle, ilerlemelere ivme kazandırmak mümkün hâle gelmiştir. İlim ve sanat erbabı; verdikleri eserlerle hem zamanlarının medenî keyfiyetini yükseltmişler hem de ait oldukları devirlerin hususiyetlerini sonraki devirlere yansıtmışlardır.

İslâm medeniyetinin doğuşu ile; insanın değeri açısından dünya, yepyeni ve mütekâmil bir seviye kazanmış, câhiliyye devrinin kapanması ile başlayan «asr-ı saâdet» örneği sayesinde, asırlar boyu süren bir rahmet iklimi, tarihin kaydına girmiştir. İlâhî nizamın cemiyetlere tatbiki ile; dünyevî cereyanların zelil hâle düşürdüğü insanlık, yaratılış hikmeti çerçevesinde hasret kaldığı şeref ve haysiyete kavuşmuştur. Bu şanlı medeniyet; kâinâtın esasını teşkil eden sonsuz ilim ve sanatın insana has kılınan kadarıyla meydana getirilen ilim ve sanat eserleriyle, ilmek ilmek dokunarak vücut bulmuştur.

Tarih boyunca, tesiri dolayısıyla zihni yönlendirme vasıtası olarak kullanılan neşriyâta; bugün de, bu hususiyeti sebebiyle paha biçilmez bir değer atfedilmekte ve ondan fevkalâde geniş bir ölçüde faydalanılmaktadır. Artık «algı operasyonu» adı ile sistemleştirilen bu usûlle; sıcak ve soğuk savaşlarda üretilen sun‘î ve sahte delillerle dünya kamuoyu yönlendirilerek, istenilen neticelere varılabilmektedir. Son çeyrek asırda; sömürgecilerin bölgemizdeki Afganistan, Irak, Suriye işgalleri ve bölgeyi içinden çıkılamaz bir kargaşaya mahkûm etmeleri, bu vasıta ile meşrûiyet kılıfına sokulmuştur.

Dünyevî cereyanların temsilcileri; neşriyatla sûret-i haktan görünüp her türlü zulümlerini allayıp pullayarak perdelemekte, kendilerini insanlığın son ümidi olarak göstermektedirler. ABD, ülkesindeki on milyonlarca yerli «kızılderili» halkı yok edip onların topraklarında devletleşmiş; ancak onları vahşî, kendisini de medenî olarak takdim edebilmiştir. Hâlbuki Kristof Kolomb, İspanya Kraliçesi’ne gönderdiği mektupta, yerli halkla ilgili şöyle yazıyor:

“Yeryüzünde bunlardan daha iyi bir halk bulunmadığına majestelerinin önünde ant içebilirim. Komşularını, kendileri kadar seviyorlar. Konuşmaları son derece tatlı ve kibar, konuşurken hep gülümsüyorlar. Elli adamla, bu halkın hepsini boyunduruk altına alabilir ve onlara her istediğimizi yaptırabiliriz.” (M. Aşır KARABACAK, Yüzakı Dergisi, sa. 150)

Saltanatını, Afrika’dan köle olarak yakalanıp getirilen yine on milyonlarca insanın kanı ve emeği üzerine kuran bu ülke; sahip olduğu sistemi, medeniyetin ulaşabileceği son mertebe olarak gösterme pişkinliğini de neşriyâtı istismârına borçludur.

İlâhî nizam; inzal buyurulan semâvî kitaplarla, ilâhî elçilerin ve teselsülen takip eden mübârek zevâtın tâlim ve terbiyesiyle öğrenilmiş, yayılmıştır. Ancak, bunlardan hakkı temsil eden sadece Kur’ân-ı Kerim kalmış; diğerleri muhteris ve kötü niyetli şahısların tahrifiyle, asliyetini kaybetmiştir.

İnsan; «Ezel Bezmi»nde verdiği söze sâdık kalarak sâlih bir kul olmakla, yeryüzünde Allah Teâlâ’nın halîfesi olarak (el-Bakara, 30) rahmet iklimini hâkim kılmakla mükelleftir. Bu vazifenin îfâsı da; «eşref-i mahlûkat» olan insana, hakkı en güzel şekilde anlatıp, istikametini düzeltmekle mümkün olur. Kur’ân-ı Kerim’de, güzel söz ile ilgili olarak;

“Allâh’a davet eden, sâlih amel işleyen ve; «Ben gerçekten müslümanlardanım.» diyenden daha güzel sözlü kim olabilir.” (Fussilet, 33) buyurulur.

Yüce Kitâbımız’da yine, sözün muhtevâsı ve keyfiyeti mecâzen şöyle îzah buyurulur:

“Görmedin mi Allah nasıl bir misal getirdi: Hoş bir kelime (olan kelime-i tevhid); kökü yerde sâbit, dalları gökte olan güzel bir ağaca benzer. (O ağaç), Rabbinin izniyle her zaman meyvesini verir durur. (Kulu Hakk’a yüceltir ve O’nun ebedî dostluğuna kavuşturur.) Öğüt alsınlar diye Allah, insanlara böyle misaller verir. Kötü sözün (küfür ve îmansızlığın) misali ise; gövdesi kökünden koparılmış, o yüzden ayakta durma imkânı olmayan (kötü) bir ağaca benzer.” (İbrâhîm, 24-26)

Bilgi, hikmetle yoğrulursa, irfâna ulaşılır; insanlığın dünya ve âhiret saâdetine hizmet eder. Hikmetten mahrum ilim ve ilim adamı; zamanımızda olduğu gibi, insanlığın felâketine de sebep olabilir. Şanlı medeniyetimizde, bu çerçevede yetişen ilim ve kalem erbabı da, kendilerini; «en güzel söz»lerin duyulmasını, yayılmasını ve öğrenilmesini esas alarak, Allah Teâlâ’nın rızâsını kazanma gayretiyle, muhteşem eserler vermeye adamışlardır. İlim-irfan ocağı medreselerle bezenen o devirlerde İslâm coğrafyasının kütüphâneleri, bu tefekkür ve azim mahsûlü kitaplarla dolmuştur. Kitabın kıymetini bilmek bir medeniyet ve irfan meselesidir. Bu cümleden olarak, o devirlerde; haber alınan yeni bir kitabı elde etmek, incelemek için Endülüs ile Bağdat-Buhâra arasında gidip gelmeler olduğu biliniyor. Ancak kitabın; ilim-irfan mahrumu, kör-taassup ehli için en korkulan nesne olduğu da bir vâkıadır. Nitekim, 1492 tarihinde Endülüs’e hâkim olan Kraliçe İzabella; yaptığı katliâmlara ve tahribata ek olarak, Gırnata’da, asırların mahsûlü iki milyonun üzerinde kitabı meydanlara yığıp yaktırmıştır. Kezâ, 1258’de, Bağdat’ı işgal eden Moğol kumandanı Hülâgu da; bir medeniyet merkezi olan şehri yakıp yıkmış, milyonlarca kitabı yok ettirmiştir. Bu barbarlığın neticesi olarak, Dicle Nehri’nin günlerce kan ve mürekkep olarak aktığı kaydedilir.

İ‘lâ-yı kelimetullah dâvâsını temsil eden Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilmeye icbar edilmesinden sonra; insanlık, nefsânî ihtirasları uğruna dünyayı kan ve ateşe boğan sömürgecilerin eline kaldı. Gönlü, «nazargâh-ı ilâhî» olmakla taltif buyurulan insanın değeri, bir makinedeki vida veya somun derekesine düşürüldü. Muhteşem bir «asr-ı saâdet» devrini yaşamış ve buradan esen rahmet meltemleriyle asırlarca huzur bulmuş cemiyetler, kapıldıkları dünyevî cereyanların girdabında çırpınıyorlar.

Sömürgeci mihraklar, ellerindeki zengin kaynaklarla ve hâkim oldukları neşriyat gücüyle, dünya kamuoyunu önemli ölçüde yönlendirme imkânına sahipler. Maalesef, İslâm coğrafyasındaki kukla idarecilerin tesiri ve ilgili neşriyâtın yetersizliği gibi sebeplerle, müslüman kitle de bu beyin yıkama ameliyesinin mağdurları durumunda. İstikametten sapmış, İslâm maskeli çeşitli fırkalar; gerek onları siyasî vasıta olarak kullanan bazı devletler gerekse «ehl-i sünnet» çatıyı çökertmek isteyen sömürgeci mihraklar tarafından, neşriyat da dâhil her türlü imkânla destekleniyorlar.

Ülkemizde de durum pek iç açıcı sayılmaz: «Modern, çağdaş, ileri, Avrupâî… hayat tarzını destekleme»yi gaye edinen bazı mihrakların elindeki basın holdingleri, cemiyetin her kesimine hitap edecek neşriyatla, doğru haber ve bilgi kaynağı olmaktan ziyade; gündemi belirleme ve kamuoyu teşkil etme, bilerek veya bilmeyerek ülke üzerindeki yabancı operasyonlar için uygun vasatı hazırlama, siyâsî mücadeleleri yönlendirme… gayretindeler. Böylelikle îcâbında, halkın tabiriyle; «deveyi, pire; pireyi, deve» göstererek veya hâdiselerin mâhiyetini değiştirerek, istedikleri neticeleri almaya çalışıyorlar. Milletten yana tavır alma iddiasındaki bir kısım neşriyat ise; siyasî veya hizbî taassupla, hakka tercümanlık yerine, ait oldukları fırkaların sözcülüğünü yapabilmekte; hâin emellere âlet olabilmektedir. Son olarak, önceki yılın 15 Temmuz’unda yaşanan kanlı darbe teşebbüsünde basın organlarının oynadığı müsbet rol yanında, bazılarının menfî rolü de, buna örnek olarak zikredilebilir. Kur’ân-ı Kerim’de;

“Ey îmân edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse, onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınızdan pişman olursunuz.” (el-Hucurât, 6) buyuruluyor. Bu cümleden olarak; gündeme getirilen bilgilerin ve haberlerin doğruluğu, araştırılmaya muhtaçtır. Bilhassa son zamanlarda kitleleri kısa zamanda harekete geçirmekte ustaca kullanılan «sosyal medya»da yer alan, çeşitli niyetlerle üretilen haberlere karşı da, fevkalâde dikkatli olmak iktizâ eder.

Zira, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu hususta;

“Kişinin her duyduğunu söylemesi, kendisine günah olarak yeter.” (Müslim, Mukaddime, 5) buyuruyor.

En az neşriyat kadar önemli bir diğer mesele de «okumak»tır. Ülkemizde; ortalama olarak kişi başına, günde 5-6 saat televizyon seyredilip ve yine günde 5-6 saat internet kullanılırken; kitap okumanın ise, sadece yılda 10 saat olduğu belirtiliyor. Bu tespitlere göre; dünya ölçeğinde, televizyon ve internet kullanmada listenin ilk sıralarında iken, kitap okumada son sıralarda olmamız, ülkemiz için hayıflanılacak bir durumdur. Takrîben 83 milyonluk bir memlekette, kültür ve edebiyat dergilerinin ve kitaplarının 1-2 bin adet civarında basılması; ciddî sayılabilecek gazetelerin tirajlarının da 50-100 bin civarlarında olması; kültür hayatımız için müsbet görülebilecek bir durum değildir. Kalemi, kâğıdı, yazıyı, matbaayı ekmek gibi aziz bilen, hürmet eden geçmişteki nesillerden; onları ancak «geri dönüşüm maddesi» olarak kabul eden bir nesle düşmek, düşündürücü ve üzüntü vericidir. Bu cümleden olarak, cemiyette, okuma ve tefekkür etmenin, zihnî meşguliyetin yerine, seyretme kolaylığının ve eğlenme hazzının hâkim hâle gelmesi; incelenmesi ve çare bulunması gereken içtimâî bir hastalıktır.

İstikametini kaybetmiş, «zıvanadan çıkmış» cemiyetler, yeniden «asr-ı saâdet»in diriltici meltemine; -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz’in vasiyet buyurduğu Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’ye sığınmaya; en güzel sözleri temessül etmeye, muhtaç. Bir kısım gönüllü kuruluşlar ve vakıflar, ellerinden geldiği kadar, hasbîlikle gayret ediyorlarsa da; zamanımızın şartları gereği, ana yolu temsil eden «ehl-i sünnet»in daha kuvvetli olarak tanıtılmasına ihtiyaç olduğu muhakkak. Risâlet yolu kapandığına göre; Son Peygamber Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mübârek vasiyeti, «yüce dâvâ»nın meş‘alesi olacaktır. Yeniden ihyâ edilecek olan medeniyetin insanı, bu yolla inşâ edilecek; «kördüğümü açacak» Fatihler böyle yetişecektir.