DİN, BİR HAYAT TARZIDIR

YAZAR : B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

Değer izâfe edilen her şey, bu değerini aslî tabiatıyla muhafaza eder. Çeşitli sebeplerle tabiatları, hususiyetleri değiştirilen şeyler; kıymetlerini, hattâ meşrûiyetlerini bile kaybedebilirler. Bir banknot, ne kadar aslına uygun bir şekilde taklit edilirse edilsin; alelâde bir kâğıttan daha değerli görülmez; hattâ kalpazanlık suçu ile tecziye edilir. Kezâ ayarı belli değerli madenler de, daha değersiz olanların katılmasıyla ayarı düşük hâle gelmiş olurlar ki; bu husus gizlendiği takdirde, yine sahtekârlık isnâdı ile tecziye edilir.

Bugüne gelen semâvî dinlerden Hıristiyanlık ve Mûsevîlik de; çeşitli sâiklerle tahrifâta uğramış ve aslî tabiatını kaybederek, insanlığı saâdete kavuşturma hususiyetinden mahrum kalmıştır. Nitekim; dünyevîleşme cereyanları ile rûhâniyetin çoraklaşması, varlıkların en şereflisi olan insan haysiyetinin ayaklar altına alınması, dünyamızın kan ve ateşlere gark olması, zamanımızın acı bir gerçeğidir. Bu vahâmetin mes’ûlü de; beşerî müdahalelerle ilâhî olma vasfından uzaklaşan, şirk ve putperestlik gibi en şiddetle nehyedilen câhiliyye işaretleri sokuşturularak bozulan bu dinlerin mensuplarıdır.

Sadece son din olan İslâmiyet’tir ki; hakikat düşmanlarının bütün gayretlerine rağmen, bir harfi bile değiştirilemeyen ve en küçük bir benzeri bile ortaya sürülemeyen «Kitâb»ıyla, bütün çırpınmalara rağmen bir leke bile sürülemeyen «Peygamber»iyle, kıyâmete kadar insanlığın ufkunu aydınlatacak tek ilâhî değerler manzûmesidir. Kur’ân-ı Kerim’de bu mûcize ile ilgili olarak şöyle beyan buyurulur:

“Hiç şüphe yok ki o Zikr’i (Kur’ân’ı) Biz indirdik; onu koruyacak olan da Biz’iz.” (el-Hicr, 9) Nitekim tek dayanağı güç ve zorbalık olan bâtıl cephesinin, bu her dem taze ve diri olan ilâhî kelâmı insanlığın ufkundan yok etme gayretleri beyhûdeliğe mahkûmdur.

Dünya ve âhiret saâdetinin anahtarı hükmündeki Kur’ân-ı Kerim’de, insanın hareket tarzı olarak;

“O hâlde Sen’inle beraber tevbe edenlerle birlikte, emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Aşırı da gitmeyin. Çünkü O, sizin yaptıklarınızı çok iyi görendir.” (Hûd, 112) buyurulur. Esas alınacak bu istikameti emreden din; günümüzdeki türetilenler gibi şuna veya buna göre olanlar değil, Allah Teâlâ’nın inzal buyurduğu dindir. Bu husus Kur’ân-ı Kerim’de;

“(Rasûlüm) Şüphesiz ki Kitâb’ı Sana hak olarak indirdik. O hâlde Sen de dîni Allâh’a has kılarak (ihlâs ile) kulluk et.” (ez-Zümer, 2) diye îzah buyurulur.

“Allah nezdinde hak din İslâm’dır…” (Âl-i İmrân, 19) âyet-i kerîmesi de, en açık şekilde bu hak dîni beyan buyurur.

Dünyevîleşmiş batı kültüründe, insan idraki açısından dîn ve dünyanın yeri; “Sezar’ın hakkı Sezar’a; Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya.” sözüyle hulâsa edilmiştir. Bu belirleme ile, bir bakıma «Kilise»nin insan üzerinde asırlarca süren, akılla îzah edilemeyen tahakküm ve zulmünün öcünü alma hissiyâtının olduğu düşünülebilir. Ancak, asıl önemli husus, dünyevîleşmenin bir neticesi olarak; Sezar’ın zannedilen hakkın, aslında kendisine bir ihsan olduğunu anlayamayan idrak körlüğüdür. Buna göre Tanrı’nın tasarrufunu sınırlandırmaya cür’et edip, peşin olan dünya, insanın keyfine verilirken; geleceğe ait âhiret, âdeta Yaratıcı’ya bağışlanıyor. Böylece, dînin hayattan çıkarılmasıyla; nefsâniyetin emrine giren insan, bitmek bilmeyen, tatmin edilemeyen ihtirasların girdabında çırpınıyor; hem dünyasını hem de âhiretini kaybediyor.

Hâlbuki insan; kâinâtın kendisine müsahhar kılındığı, Allah Teâlâ’nın yer yüzünde halîfesi olma mes’ûliyetinin tevdî buyurulduğu en şerefli varlıktır. Yüce Yaratıcı -celle celâlühû-, peygamberân-ı izâm -aleyhimüsselâm- hazerâtının şahsında olduğu gibi; «Ne güzel kul, habîbullah, halîlullah…» diye en yüksek pâyeleri ihsan buyurduğu insanı başıboş bırakmamış (el-Kıyâme, 36); «Her an onunla beraber» (el-Hadîd, 4) olduğunu ve ona; «Şahdamarından daha yakın» (el-Mâide, 54) bulunduğunu beyan buyurmuştur.

Sâlih bir kula düşen de; elbette bu yakınlığın farkına varmak ve «her an O -celle celâlühû- ile beraberlik» şuurunda olmaktır. Bu keyfiyetin de; hayatın, Allah Teâlâ’nın rızâsına uygun olarak tanzim edilmesini gerektireceği şüphesizdir. Zaten, «dînin» tariflerinden olan; «Allah Teâlâ’nın emrine tâzim, mahlûkātına şefkat» de, bu hususu işaret etmektedir. Yine kelâm-ı kibardan olan; «kesb-i kemâl ederek, seyr-i Cemâl’e ermek» ancak bu yolla mümkündür.

İslâm şahsiyeti; îman, ibâdet, ahlâk ve muâmelât ile teşekkül eder. Bu şahsiyet kemâlini zaafa uğratmak ve içtimâî hayata yansımasını engellemek için; dîni camiye hapsetmek, sadece kalp temizliğini (?) yeterli saymak, dîni Allah Teâlâ ile kul arasında hususî bir meseleye indirgemek, her türlü sapmayı hoşgörü kılıfı ile serbest hâle getirmek, aydın müslüman olmak… gibi farklı tezâhürler ihdas edilmektedir. Bütün bu art niyetli faaliyetler de Avrupâîlik, modernlik, ilericilik, çağdaşlık… gibi yaldızlı kılıflarla pazarlanıyor.

Misyonerler ve İslâm âlemiyle ilgili plânları olan yabancı istihbarat teşkilâtları da, ana yoldan sapan bu menfî ayrışmaları, her türlü vasıtayı kullanarak destekliyorlar; bir iç çatışmaya yönelik olarak körüklüyorlar. Nitekim; ülkemiz 2016 yılı 15 Temmuz’unda, dînî görünüşlü bir cemaatin kullanıldığı bu nevîden kanlı bir darbe teşebbüsünü, fevkalâde acı bir şekilde yaşamıştır. Misyonerlik teşkilâtları; esasen, adının çağrıştırdığı gibi Hıristiyanlık için çalışmaktan ziyade, sömürgeci devletlerin İslâmiyet’in söndürülmesine mâtuf plânları ve dünya üzerindeki kirli emelleri için, orduların yanında sivil kuvvetler olarak kullanılmaktadır.

Sömürgeci ülkeler; bütün imkânları kullanarak, İslâm coğrafyasını haritadan silme gayretindeler. Buna karşı en güçlü şekilde direnmek ve galip gelmek, ancak güçlü bir İslâm cemiyeti olmakla mümkündür. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bu mevzuda şöyle buyuruyor:

“İnandığınız gibi yaşamazsanız; yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız.” Bunun için fert fert, «Allâh’a has kılınan» İslâm’la donanmak; Kur’ân ve Sünnet çizgisinde, selef-i sâlihîn hazerâtının izinde, İslâm’ı bir hayat tarzı olarak kabul etmek gerekir. Meselesi âhiret olan; sâlih bir kullukla, hem dünyasını hem de âhiretini kazanır. Dünya; sahibi olan Allah Teâlâ’nın, hikmetine binâen, nasibi nisbetinde insana ihsanıdır. İslâm âlemi; dünyevîleşme ile serpilen ölü toprağından silkelenmeye; bu şuurla dirilmeye muhtaç. Bu hususla ilgili olarak merhum üstad Necip Fazıl şöyle haykırıyor:

Yol O’nun, varlık O’nun; gerisi hep angarya,
Yüz üstü çok süründün; ayağa kalk Sakarya!

Bu makale www.yuzaki.com neşridir.