Allah’tan Kullarına Sorular! -1- YOK MU İBRET ALAN?

YAZAR : Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

Biz fânî insanlar, bilmediğimiz bir şeyi öğrenmek için soru sorarız. Bâkî olan Allah Teâlâ ise başka gayelerle sualler sorar.

Çünkü tesirli söz söyleme sanatı olan «belâgat»ta, soru sormanın daha pek çok gayeleri vardır.

Kur’ân-ı Kerim; Hakk’ın eşsiz belâgat ve fasâhatteki en mükemmel sözüdür. Kur’ân’da nice hakikatler sual üslûbunda anlatılır.

Cenâb-ı Hak; peygamberlerine tebliğ hususunda emir ve telkinlerde bulunurken, sıklıkla; “Onlara sor!” ifadesine yer vermiştir. Zira sual, cevaba sevk eder. Düşünmeye zorlar. Sorgulatır. Yerine göre azarlamadır, yerine göre teşvik. Yerine göre duygu tellerine, vicdanın derinliklerine bir dokunmadır.

Münâzara ve fikrî münakaşalarda soru ve cevap çok mühimdir. Peygamberler kavimlerine sualler sorarak hakikati idrak ettirmeye çalışmışlardır. Peygamber olduğuna dair emâreler bulunan Sokrat da muhataplarına sorular sorarak onlara hakikati itiraf ettirirdi.

Bu yazı dizisinde; Kur’ân-ı Kerim’de Cenâb-ı Hakk’ın insanoğluna tevcih ettiği sualleri, gayelerine göre ana hatlarıyla tasnif ederek idraklere sunmaya çalışacağız:

TEFEKKÜR SUALLERİ

Kur’ân-ı Kerîm’in ilk nâzil olan âyetinde, Allah Teâlâ, Zâtını; «Yaratan Rab» olarak tarif etmiştir. Yaratmak ve Rablik (rızık vermek, terbiye etmek, yetiştirmek…) hususiyetleri, insanın idrak sahasında ulûhiyetin en müşahhas sıfatlarıdır. Bu sebeple yaratılmış her şeyin tefekkürü, kulu Allâh’a götürmelidir:

Allah sorar:

“De ki: «Göklerde ve yerde neler var? Bakın (da kim yarattı, nasıl bir kudret, intizam ve mükemmellikte yarattı, düşünün, ibret alın!)»…” (Yûnus, 101)

Ayrı ayrı nice varlığı tefekküre davet ederek sorar:

“(İnsanlar);

• Devenin nasıl yaratıldığına,

• Göğün nasıl yükseltildiğine,

• Dağların nasıl dikildiğine,

• Yeryüzünün nasıl yayıldığına bir bakmazlar mı?” (el-Ğâşiye, 17-20)

İnsanın kendi yaratılışı ve en temel ihtiyaçlarını düşündürür:

“• Sizi Biz yarattık. Tasdik etmeniz gerekmez mi?

➢ Söyleyin öyleyse, (rahimlere) döktüğünüz meni nedir?”

➢ Onu siz mi yaratıyorsunuz yoksa yaratan Biz miyiz?” (el-Vâkıa, 57-59)

Gıda:

“• Şimdi gördünüz mü, o ektiğiniz tohumu?

➢ Onu siz mi bitiriyorsunuz, yoksa bitiren Biz miyiz?” (el-Vâkıa, 63-64)

Su:

“• Ya içtiğiniz suya ne dersiniz?

➢ Buluttan onu siz mi indirdiniz, yoksa indiren Biz miyiz?

➢ Dileseydik onu tuzlu yapardık. Şükretmeniz gerekmez mi?

Ateş:

“• Tutuşturduğunuz ateşe ne dersiniz?!.

➢ Onun ağacını siz mi yarattınız, yoksa yaratan Biz miyiz?” (el-Vâkıa, 68-72)

Biyolojik varlıklar:

“De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da, Allah ilk baştan nasıl yaratmış bir bakın. İşte Allah bundan sonra (aynı şekilde) âhiret hayatını da yaratacaktır. Gerçekten Allah her şeye kādirdir.” (el-Ankebût, 20)

Gölge gibi ilk sırada akla gelmeyecek hususlara da işaret eder:

“Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmedin mi? Eğer dileseydi, onu elbet hareketsiz kılardı…” (el-Furkān, 45)

Gölgeyi tefekkür etmek, insanı; güneşin ve dünyanın hareketini, yeryüzünde gölgelik oluşturacak dağ, ağaç vb. varlıkların yaratılmasını tefekküre sevk edecektir. Hikmet boyutunda ise gölgelenme nimetini tefekkür ettirecektir.

İnsanoğlu merak ediyor. Araştırmalar, belgeseller, seyahatler, keşifler… Hepsi Allâh’ın yarattığı sırları hayranca seyretmek değil de nedir?

Allah Teâlâ’nın sanatı kusursuzdur. Tefekkür ve ilzâm ettirici bir sual:

“Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun?” (el-Mülk, 3)

Bu suâlin cevabını Allah verir:

“Sonra gözünü, tekrar tekrar çevir bak; göz (aradığı bozukluğu bulmaktan) âciz ve bitkin hâlde sana dönecektir.” (el-Mülk, 4)

Bu kusursuzluğa hayran hayran bakıp da sonra Allâh’ı inkâr etmek nasıl mümkün olabilir?

“Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz?” (er-Rahmân, 13 vd.)

Maalesef modern dünya bizimle tabiatın arasında beton, plâstik, cam veya çelik duvarlar örüyor. Aslında bunlar da Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı şeylerdir.

Cam, kumdan elde edilen silisyumdur.

Plâstik, fosil yakıtlardan elde edilen bir maddedir. Fosil yakıt, Cenâb-ı Hakk’ın insandan binlerce yıl önce yerin altına depoladığı bir nimettir.

Çelik; güneş sisteminde oluşamayacağı bilinen, sistem dışından dünyaya indirilerek insanın kullanımı için saklanan demir elementinden elde edilir.

Beton da kireç taşı, kil vb. maddelerle yapılır. Yine tabiattan elde edilir.

Yani en modern görünen varlıkların da hepsi Cenâb-ı Hakk’ın lutfu. Allah temel maddelerini ihsan etmese, insanoğlunun yapabileceği hiçbir şey yok. Onu işleyecek aklı, fizik kanunlarını vermese yine insanın yapacağı hiçbir şey yok. İşte varlıkları insandan daha eski olan sair mahlûkat; bu imkânları geliştiremiyor, kullanamıyor. Çünkü bu akıl onlara verilmemiş.

Fakat yine de sanayi ve teknik, tabiattan bizi koparıyor. O kadar ki, sun‘î ışıkların çokluğu, yıldızların ışıklarını görmemizi engelliyor.

Sun‘î ışıklar gözün semâsını örseler,
Utanırdı lâmbalar, yıldızları görseler!..

Bu sebeple bugün daha derin tefekküre ihtiyaç var. Mahlûkatı tefekküre davet eden bir sual ihtivâ eden şu âyeti dikkatle okuyalım:

“Üstlerinde kanatlarını aça kapata uçan kuşları (hiç) görmediler mi? Onları (havada) Rahmân olan Allah’tan başkası tutmuyor. Şüphesiz O her şeyi görmektedir.” (el-Mülk, 19)

Günümüz insanı kuşa baktığında büyük bir hayret duymuyor. Hayreti kaybetmiş vaziyette. Hattâ bunu Allâh’ın bir sanatı olmaktan ziyade; kanat açısı, mühendislik hesapları içinde alışmışlık hâlinde seyrediyor.

Hâlbuki Allah Teâlâ, kuşu havada tutanın Kendisi olduğunu iyice düşünmemizi istiyor. Fizik kanunlarını da yaratan O… Fakat meseleyi sadece fizik kanunlarını yaratıp bırakmak olarak görürsek yine yanılırız. Her kuşun her kanadındaki her tüyün her atomunun en minik parçası olan sicimlerini de her an O var ediyor. O varlığın zaman denilen akış içindeki izâfî varlığını da Cenâb-ı Hak takdir ediyor. Yaratıp bırakmak değil.

Günümüzde inanç sahasındaki zayıflamanın bir temel sebebi de müstağnîlik.

İnsan müstağnîleşiyor. Muhtaçlığını unutuyor. İnançsız din sosyologları; ilk insanların şimşek, yıldırım, volkan gibi şeylerden korkarak bir şeylere sığınmak istediğini, inanma ihtiyacının buradan doğduğunu ileri sürmüşlerdi. Şimdi teknik imkânlarla güya Hakk’a ihtiyacının kalmadığını zannediyor.

Cenâb-ı Hak, insana kendisini soruyor:

“O kahrolası insan ne nankör şeydir!

(Tefekkür etse, bu kibir, istiğnâ ve nankörlüğünün ne kadar boş ve mânâsız olduğunu idrak ederdi. Düşünse ya, Allah) onu hangi şeyden yarattı?

Bir nutfeden (meniden) onu yarattı da (insan) şekline koydu…” (Abese, 17-19)

Dikkat edelim: Cenâb-ı Hak, inanmaya, ibrete vesile olsun diye yaratılışı tefekküre davet ediyor.

Günümüzde ise «biyoloji», inkârı öğretmenin bir yolu olarak kullanılmak isteniyor. İnsanın yaratılışı, varlığın tamamında hâkim bir tesadüfe bağlanmaya çalışılıyor. Bu yüzden evrim etrafında söylenen bütün ifadeler, meçhul kalıpta…

FÂİL-İ MEÇHUL DEĞİL FÂİL-İ MUTLAK

Dilbilgisinde fâilin / öznenin bilinmediği yahut kasten söylenmediği kalıba; Arapçada «meçhul binâ», İngilizcede «pasif yapı», Türkçemizde de «edilgen çatı» gibi adlar verilmekte.

Bugün yaratıcıyı itiraf etmemek için inkârcı çevreler, dolambaçlı ağızlar kullanıyorlar. Tıpkı vazoyu kıran bir çocuğun; «Top geldi, ayağıma çarptı, vazo da düştü, kırıldı…» demesi gibi tuhaf cümleler kuruyorlar.

“Allah yarattı!” değil de; “Hayat ortaya çıktı, belirdi, oradan oraya sıçradı, gelişti, dönüştü…”

Hâlbuki;

Fâil-i Mutlak, 114.000 peygamber yani elçi / haberci göndermiş. En meşhurları olan Âdem, Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed -aleyhimüsselâm- Efendilerimiz’i dünyada tanımayan yok.

Fâil-i Mutlak, kitaplar göndermiş. Bir kısmı muharref de olsa, kâinâtı ve insanı yaratanın Allah olduğunu bütün bu kitaplar ilân etmekte.

Bu peygamberlere, bu kitaplara îmân edenler, yeryüzünde ekseriyeti oluşturmakta.

Buna rağmen, bilmezden gelmek, bilinmezcilik oynamak, objektiflik nâmına kâinattan fâil-i meçhulmüş gibi bahsetmek kabul edilebilir bir şey midir?

Çocukça değil midir?

“Şimdi sor onlara:

(Öldükten sonra) kendilerini yaratış mı zor; yoksa bizim yarattıklarımız (melekler, gökler, arz ve yıldızlar…) mı? Biz kendilerini (Âdem’den, Âdem’i de) yapışkan bir çamurdan yarattık.” (es-Sâffât, 11)

Son Nebî -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz’in duâsı hürmetine; O’nun ümmetinde toplu helâk olmamıştır, olmayacaktır. Fakat bu gemi zaten kıyâmet limanına doğru ilerlemektedir. Mevziî helâkler ise hiç durmamıştır. Depremler, yangınlar, kasırgalar, savaşlar, hastalıklar, salgınlar…

Cenâb-ı Hak, kudretini tefekkür ettirmek için küstahlaşan, müstağnîleşen kâfirlere tehditkâr sualler sorar:

“Gökte olanın, sizi yere batırıvermeyeceğinden emin misiniz? O zaman yer sarsıldıkça sarsılır. Yahut gökte olanın üzerinize taş yağdıran (bir fırtına) göndermeyeceğinden emin misiniz? İşte (bu) tehdidimin ne demek olduğunu yakında bileceksiniz!” (el-Mülk, 16-17)

“Rahmân olan Allâh’a karşı şu size yardım edecek askerleriniz hani kimlerdir? İnkârcılar ancak derin bir gaflet içinde bulunmaktadırlar.

Allah size verdiği rızkı kesiverse, size rızık verebilecek olan kimdir? Hayır, onlar azgınlık ve nefrette direnip durmaktadırlar.” (el-Mülk, 20-21)

“De ki: Suyunuz çekiliverse, söyleyin bakalım, size kim bir akarsu getirebilir?” (el-Mülk, 30)

İleride işleyeceğimiz «tehdit sualleri» başlığına da uygun olan bu sorular, aynı zamanda bir tefekkür ihtivâ etmektedir.

Düşünelim:

İnsan; yerin altının magma denilen ateş denizi olduğunu bildiği hâlde, nasıl güvenle yeryüzünde dolaşmakta, hattâ üzerine evler yapmaktadır?

İnsan; sayısız yıldız, gezegen, göktaşı vs. ile dolu olduğunu bildiği semânın altında, her an başına bir taş düşmeyeceğinden emin bir şekilde nasıl huzurla yaşayabilmektedir?

İnsan rızık endişesiyle çalışıp çabalasa da, bu çalışmasına sebep, insanlar arasındaki bölüşümdeki payını belirlemektir. Yoksa insan; toprağın tahıl, sebze veya meyve yetiştireceğinden hep emindir. Bir yerde olmazsa başka yerde olur, şu meyve bu sene çıkmamışsa bir başkası vardır. Umumî rızık hususunda insan ümitsizliğe kapılmaz.

Suyun biteceğinden yok olacağından hiç korkusu yoktur insanın. Oksijenin de öyle. Hep muazzam bir itimat hâlindedir. Bu itimat, kusursuz yaratan ve Âlemlerin Rabbi olan Mutlak Fâil’edir.

TESADÜF TANRISI (!)

➢ Ey inkârcı!

Nereden geliyor bu rahatlık?

Sen tesadüf adında bir tanrıya mı tapıyorsun?

Bu tesadüf ne yaman şeymiş ki, hep senin lehine hükmediyor?

Güneş sistemine ve dünyanın atmosferine türlü türlü filtreler koymuş da kafana göktaşları düşmüyor. Yerin altı da ateş. İki ateş arasında serin selâmet yaşayıp gidiyorsun.

Öyle bir gıda zinciri oluşturmuş ki, trilyonlarca canlıyı doyuruyor. Hele sana müthiş torpil yapmış. Her şey senin emrine âmâde. Gıda için de yersin, keyif için de yersin, ilâç olarak da yersin. Her ihtiyacın için türlü türlü nebat ve canlılar…

Dünyaya öyle bir su filtresi sistemi kurmuş ki; muntazam, tatlı, temiz ve tam ihtiyaç duyduğun tarzda hizmet veriyor.

Hâlbuki «matematik tesadüf» yani ihtimal hesapları hiç de öyle değil. Onda isabet, ihtimal arttıkça düşüyor. Milyonda bir, trilyonda bir hâle geliyor. O can denen sırrı, lâboratuvarlarda ne zamandır deniyorsun, tabiatta üst üste geldiğine inandığın o tesadüfler sana bir türlü uğramıyor.

Gel aklını başına topla!..

Nefsinin oyunlarını çöpe at!..

Bütün bu hakikatler karşısında;

Allah soruyor:

“Allâh’ı nasıl inkâr edersiniz?” (el-Bakara, 28; Âl-i İmrân, 101)

(Devam edecek)