Allah’tan En Çok İstenecek İki Nimet: HAYIRLI ÖMÜR, HAYIRLI ÖLÜM

YAZAR : Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ harunogmus@gmail.com

“Falan kişi kanseri yendi!”, “Fi­lânca sağlığına dikkat ettiği ve düzenli spor yaptığı için şu kadar yıl yaşadı!” deniliyor. Hâlbuki doğrusu; yaşamadı, yaşatıldı. Hastalığın atlatılmasında hastanın moralini yüksek tutmasını hafife alıyor, sağlığa dikkat etmenin ve spor yapmanın faydasız olduğunu söylüyor değiliz elbette. “Allah hastalığının şifâsını verdi!”, “Vesilelere başvurduğu için Allah da uzun ömür verdi!” gibi devamlı Allâh’ın fâil olduğu cümleler kurulması gerektiğini de söylemek istemiyoruz. Zira sürekli böyle cümleler kurmak; dilin kıvraklığına, üslûbun çeşitliliğine, sözün hedef ve makamına her zaman uygun olmayabilir. Demek istediğimiz; şifâyı verenin, her şeyin gerçek âmilinin ve her lâhza yaşatanın Allah olduğunu unutmamak ve bunun şuurunda olarak yaşamaktır. İslâm’ın tevhid anlayışının gereği budur. Sağlığa ne denli dikkat edilse, spor yapmaya ne kadar itina gösterilse; Allah ölmeyi takdir etmişse ölüm mutlaka gerçekleşir. Son derece sağlıklı yaşayan insanlarda hiç akla gelmedik problemler ortaya çıkar. Kimi problemler bu fânî âleme onlarla birlikte gelir ve onları bâkî âleme götürür. Bunlar olmasa bile; beklenmedik kazalar, akla gelmedik fâcialar olur. Bazen tam fâcia olacakken son anda direkten döner. Söz açılmaya görsün bunlarla ilgili anlatılan nice hâdise vardır. İbret alanlar için bu hâdiseler dersle doludur. Bir örnek verelim:

Elektriklerin gidip geldiği bir akşam, mumla aydınlanan bir aile… Büyükler bir odada uyuklamaktadır. Evin küçüğü; yanmakta olan mumu alarak odasına götürüp, yatağının yanındaki komodinin üzerine koyar. Niyeti yatağına uzanarak kitap okumaktır. Öyle de yapar. Ama tabiatıyla bir müddet sonra uykuya mağlûp olur. Bu arada muma yakın olan tül perde tutuşur. O esnada tevâfukan dışarıda olan alt katlardaki bir-iki komşu, pencereyi saran alevleri görüp koşarlar. Onlar gelip zile yüklenene kadar eline düşen kıvılcımın canını yakmasıyla çocuk da uyanmış, antreye ve büyüklerin olduğu odaya koşarak panik içinde çığlık atmaktadır. Çocuğun haykırışlarına karışan zil sesine uyanan büyükler; uyku sersemliğiyle ne olduğunu anlamaya çalışırken, eve dolan dumanı görüp hemen kapıyı açarlar ve komşuların yardımıyla kısa sürede yangını söndürürler.

Şimdi bu hâdise üzerinde biraz düşünelim:

Ya çocuk elini yakan kıvılcım sebebiyle uyanmasa ve komşular tam o esnada dışarıda olup alevleri görmeseydiler? Onlar o zaman değil de birkaç dakika önce veya sonra dışarıda olsalar alevleri görmeyecekler ve -Allah korusun- büyük bir fâcia olacaktı. Onları birkaç dakika önce veya birkaç dakika sonra değil de tam o anda dışarıya çıkaran ve hâdiseyi görmelerini sağlayan kimdir? Onlar elbette misafir geçirmek, ihtiyaç duydukları bir şeyi almak, hava almak vb. bir vesile ile dışarıya çıkmışlardır? Bu vesilelerin biraz önce veya biraz sonra değil de tam perdenin tutuştuğu zamanda baş göstermesini kim ayarlamıştır? Fazla mı ince düşünüyorum? «Perde tutuştuğu an tesadüfen dışarıda olan komşular, alevleri görüp koşmuş ve evdekileri uyandırarak yangını söndürmüş» mü demeliyim? Olanların bir plânlayıcısı olduğunu söylemektense onları tesadüfe hamletmek daha mı sade? Her şeyi bir sebebe bağlamak için çabalayan ve hiçbir şeyin kendi kendine olamayacağına hükmeden akıl, Allâh’ı tasdik etse bile örnekteki hâdiselere nedense çoğu zaman tesadüf deyip geçiyor. Hâlbuki bir hücrenin bile kendiliğinden olması muhal olduğu gibi, bu hâdise ve benzerlerinde de olup bitenleri takdir edip yöneten birinin olması gerekir. Hikâyenin kahramanlarını yaşatacaksa ona göre takdir edip yönetiyor, yaşatmayacaksa başka şekilde takdir edip yönetiyor… Tıpkı elektrik kontağından, gaz sızıntısından, soba zehirlenmesinden, trafik kazasından, depremden ilh… meydana gelen ölümleri takdir edip yaratması veya takdir etmeyip yaşatmasında olduğu gibi. 17 Ağustos gecesi kimse deprem olacağını bilmiyordu. Yarın için herkes kendince bir plân yapmıştı. Ertesi gün kimi işine gidecekti, kimi seyahate çıkacaktı, kimi tenezzüh edecekti… Ancak hepsi saat 03.05’te beklemedikleri bir hâdiseyle uyandılar. Bir kısmı evinin enkazı altında kalıp hiç uyanamadı…

Bunların hepsi takdirin eseridir. Kimi enkaz altında kalır, kimi sele kapılır, kiminin üstüne çığ düşer, kimi müzmin hastalıkların pençesinde ıstırap çeker, kimi kuru iftiralara uğrayıp hapislerde çürür, kimi sevdâzede olup aklını kaybeder, kimi yanlış evlilik yapıp çoluk-çocuğuyla imtihan edilir ilh… İnsanlar bütün bunlara kader der de, belâ ve musibetten uzak yaşananları çoğu zaman tesadüf görür. Yalnızca felâketler takdir edilmiş, diğerleri kendiliğinden oluyormuş, zaten öyle olması gerekiyormuş gibi… Hâlbuki felâketlerin olmasını takdir eden Allah olduğu gibi olmamasını ya da tam olacakken direkten dönmesini takdir eden de Allah’tır. Hulâsa bizi yaratan Allah olduğu gibi; bizi bir kaza ve belâ ile ya da beyin fonksiyonlarımızın sona ermesi, nefes borumuza yiyecek/içecek kaçması, kalbimizin çalışmaz hâle gelmesi, ayağımızın taşa takılması, başımıza saksı düşmesi vb. akla gelmedik bir sebeple öldürmeyen de Allah’tır. O;

“Her an bir iştedir.” (er-Rahmân, 55/29) buyurduğu üzere yaşatmayı takdir ettiği süre içerisinde; irade, kudret ve yaratmasıyla kullarını her an diri tutup yaşatmaktadır. O, onlara hayat vermeyi kestiği anda hayat durur. Bu sebeple O’ndan hayırlı ömür dilemeli, sonunda da -kaçınılmaz olarak başa gelecek olduğu üzere- hayırlı bir ölüm için niyaz etmelidir.

Ve unutmamalıdır ki, hayat O’ndan olduğu gibi hayatta elde edilen her şey de O’ndandır. Sağlık-sıhhat, güç-kuvvet, zekâ-kabiliyet, mal-mülk, çoluk-çocuk, makam-mevkî, şan-şöhret, ilim-irfan ilh… Akla ne geliyorsa… Efendim; adam çalışıp çabalayıp, ilim tahsil ederek bu noktaya geldi. Peki; o ilmi elde edecek zekâ ve kabiliyeti, zaman ve imkânları ona kim verdi? Onları veren de Allah değil mi? Elbette verilen o imkânları değerlendirenin değerlendiremeyen kişilere göre bir üstünlüğü vardır. Ancak hatırdan çıkarılmamalı ki; o imkânların değerlendirilmesini ilham eden, ilim sevgisi ve çalışma aşkı veren de Allah’tır. Her şey, ama her şey O’ndandır. O dilemedikçe hiçbir şey olmaz. Bu sebeple en büyük makam, rızâ makamıdır. Kısmeti neyse ona rızâ göstermek, takdir edilene boyun eğmek… O makama ulaşan insan en yüksek dereceye ulaşmıştır. Yûnus Emre bunu ne kadar güzel dile getirmiş:

Hoştur bana Sen’den gelen,
Ya hil‘at u yahut kefen,
Ya gonca gül yahut diken;
Lutfun da hoş, kahrın da hoş!

Bunu dille söylemesi çok kolay! Ancak onu özümsemek ve gereğince davranmak her babayiğidin kârı değildir. Sabır ister, sebat ister, müsamaha ister, kanaat ister. İster de ister. Ancak o makama erişen kişi hırs ve tamahtan uzak, kin ve hasetten berî, fesat ve tehevvürden arınmış, kendisi ve çevresiyle barış içerisinde mesut bir hayat sürer. Bilir ki, râzı olsa da olmasa da hakkında ne takdir edildiyse o olacaktır. İsyan etmesi kendisini yorup tüketmekten başka bir fayda sağlamayacak, hayırlı bir ömür sürmesini engellediği gibi sonunda gerçekleşecek olan ölümün hayırlı oluşunu da engelleyecektir. Allah hepimize hayırlı ömürler ve hayırlı ölümler ihsan etsin! Âmîn…

Hâşiye: Kadere çok vurgu yaptık. Yanlış anlamaya mahal vermeyelim: Tedbirsizlik ve tembelliğin kötü neticelerini kadere yüklemek doğru değildir. Fay hatları üzerine bina yapan veya malzemeden çalan müteahhitler, evini sel ve heyelâna maruz kalacak yere kuranlar, yangına ve hastalığa karşı gerekli tedbiri almayanlar, Allâh’ın kendisine neyi takdir ettiğini bilmediği hâlde, gerekli çalışma ve gayreti göstermeyip «kısmette olan bu kadarmış» diyen miskinler mes’ûliyetten kurtulamazlar.