ALLAH, BENİ YARATIRKEN…

YAZAR : M. Aşır KARABACAK ma.karabacak@gmail.com

ALLAH, BENİ YARATIRKEN BANA MI SORDU?

Ateizme yeni başlayanların veya saf bir beyni şüphe tohumları ile iğfal etmeye çalışanların elindeki en sağlam delil, en fiyakalı argüman bu sorudur:

“Allah beni yaratırken bana mı sordu?”

Yani dile getirmek istedikleri asıl nokta;

“(Hâşâ) bir yaratıcı olsaydı elbette bana sorardı. Öyle bir yaratıcı yok ki. Bizler evrimin ürünleriyiz. Maymundan geldik. Çok uzun yıllar boyunca tabiatın bir hediyesi olarak yavaş yavaş değişe değişe bugünkü insan hâlini aldık.”

En usta evrimci ile konuşsanız da aslında size söyleyecekleri sözler bu ve buna yakın cümleler olacaktır. Sadece cümlelerin gramer keyfiyeti değişecektir o kadar. Mânâda herhangi bir değişim, fikirde herhangi bir «evrim» göremezsiniz.

Neden derseniz?

Temel olarak bir şeyin inkârı, o şeyin varlığını ispattan daha zordur.

Bir şeyin mevcut olmadığını ispata çalışan kişi, başlı başına ortaya koyduğu bütün delilleri ile aslında mevcudiyetinin olmadığını iddia ettiği şeyin varlığını ispat etmiş olmaktadır.

Düşünelim.

“Bu sandalye yoktur.” cümlesini ele alalım.

Hangi sandalye yoktur?

Bu sandalye.

Olmayan bir şey üzerinde; o şeyin aslında olmadığını konuşmaya çalışma, muhal bir abesle iştigal. Olan bir şeyin olmamasını konuşmaya çalışmak ise mümkün bir ahmaklıktır.

Dolayısıyla;

“Allah (Tanrı) yoktur.” cümlesi aslında;

“Allah vardır!” demenin farklı bir yolu olmaktan öteye gidemez. Bu da malûm kafaların ayrı bir tezadıdır.

Bununla birlikte;

Sarıldıkları «evrim» nazariyesine bakacak olursak, orada da pek çok idrak yoksunluğu ve iz‘ansızlık ortaya çıkmaktadır.

En temel sorusuna bakalım öncelikle:

“Allah beni yaratırken bana mı sordu?”

Hiç, olan veya olmayan bir şeye karşı ne yapılabilir ve/veya hiç olan şeye karşı bir şey yapılma ihtiyacı hissedilir mi?

Bu soruyu sorana sormak gerekir ki:

Sen yoksan; Allah, sana ne sorsun, niye sorsun? Sana bir şey sorması için seni yaratması gerekir ki, sen zaten yaratılmış olduktan sonra, sana; “Seni yaratayım mı?” diye bir soru sorulmasını beklemek akıl nimetinden nasiplenmemişliği gösterir.

Bu kıt akıllılar şöyle de derler:

“Senin varlığını devam mı ettireyim yoksa seni yok edeyim mi?” diye sorulsa idi.

Yücelik ve ululuk sahibi Allah, zaten Kur’ân-ı Kerîm’inde A‘râf Sûresi’nin 172. âyetinde bu soruyu sorduğunu söylemektedir:

“Hani Rabbin (ezelde) Âdemoğullarının sulblerinden zürriyetlerini almış, onları kendilerine karşı şahit tutarak; «Ben sizin Rabbiniz değil miyim?» demişti. Onlar da; «Evet, şahit olduk (ki Rabbimiz’sin)» demişlerdi. Böyle yapmamız kıyâmet günü; «Biz bundan habersizdik.» dememeniz içindir.”

Son olarak da;

“Hiç yaratmasaydı, ne olurdu sanki!!!” diye sorarlar.

Onlar da biliyorlar ki hiçbir varlık yokluğa asla râzı gelmez. Ve hattâ 80 yaşında 90 yaşında ihtiyarlara bile baksanız, ölüme karşı kendilerini savunacak bir doktoru arar dururlar. Ölmek istemezler. Varlıklarının sadece bu dünyadan eksilecek olmasına bile râzı gelmezler/gelemezler.

İnsanın bu ve benzeri safsatalara uyması veya uyuyor görülmesi, kendisini bekleyen tehlikeyi unutmaya çalışmasının bir tezâhürüdür.

O tehlike de «âhiret haberi»dir. Kur’ânî ifadesi ile «azîm haber-çok büyük haber» diye nitelenen sorgu suâlin gerçekleşeceği âhiret haberi/günüdür.

Deve kuşu misali; unutunca karşılarına o günün gelmeyeceğini sanmak ne büyük bir aldanış, bunun için sınırlı akılları ile nâmütenâhî olan sınırsız varlığın esrârını çözmeye çalışmak için küfre ve inkâra giden sorular sormak ise çok büyük küstahlık ve nankörlüktür.

Allâh’ın yaratıp;

“İster şükredici ol, istersen nankör ol!” (el-İnsân, 3) diyerek imtihana sokması, kazananlara cennetleri va‘detmesi, tasvir etmesi, teşvik etmesi; kaybedenlere de cehennemi adres göstermesi ve ezâ cefâyı söylemesi insanoğlu için bir imtihandır.

Bu ahmakça lâfları söyleyenlere, gerçekten sorulsa idi, yokluğu mu seçeceklerdi? Yoksa o cennetlere mi talip olacaklardı?

Tabiî ki cennetlere talip olacaklardı.

Peki, «evrim teorisi» ne diyor bize?

“İnsan denilen varlık, önceden maymun idi. Sonra uzun zaman tabiatın sâikıyla yavaş yavaş tekâmül ederek bugünkü hâlini aldı.”

Allâh’ın yaratıcılığını inkâr için insanın kendi aklına tapınmada geldiği aşağılık noktanın daha ne kadar dibi olabilir ki kendi atalarına «maymun» diyebilsin!?

Sormazlar mı madem öyle:

510 milyon kilometrekarelik dünya üzerindeki bütün insanlık aynı tekâmülü nasıl yakaladı. Bütün insanların; gözleri, kulakları, burunları aynı yerlerinde. Bir insan iskeletinin durumu her bölgede aynı özelikleri taşımakta. İklime, coğrafî şartlara vb. pek çok dış tesire göre bu değişimin farklılıklar göstermesi gerekmez miydi?

Sormazlar mı madem öyle:

Bugünkü gelişmiş tıp ilmi ile gorilinden orangutanına kadar veya en küçük maymun türüne kadar bu kadar maymun arasında DNA değişimi, hücre nakli vs. bütün imkânlar ile bir insanı maymuna veya bir maymunu insana çevirmeye veya yakınlaştırmaya neden vâkıf olamıyorlar?

Sormazlar mı madem öyle:

Bir insanın vücudunu incelediğimizde, ayak tırnaklarından saçlarına kadar milyonlarca birbirini tamamlayan devâsâ bir kâinâtın minimize edilmiş hâli ile karşı karşıya kalıyoruz. Bu nasıl mümkün oluyor? Hadi birkaç hücre «tesadüfen» doğru dizildi de bu kadar milyonlarca dizilim ve her bir milyon dizilimin diğer hücre verileri ile tenâkuza düşmeden varlığını devam ettirmesi nasıl mümkün oluyor? Hadi bir insanda bu kadar milyon kere milyonun tesadüfü bir seferliğine oldu diyelim. Nasıl oluyor da bütün insanlarda bu kadar mikronluk ve hattâ daha da küçük oluşlar aynı şekilde vukû buluyor?

Pek çok soru sorulabilir.

Kâinatta her şey Allâh’ın varlığına delil iken ve hepsi kendi lisânınca Allâh’ın varlığını haykırıp dururken; akıl, yoldan çıktı mı gözünün önündeki hakikatlere bile kör olmayı tercih etmektedir.

Bir Hak dostu ârif zât şöyle demiştir:

“Allah, öyle zâhir öyle zâhirdir ki zuhûrunun şiddetinden gāibdir.”

Yeter ki göz, gönül ve akıl hakikati anlamaya teşne olup bir araya gelsinler.

Buna mukabil;

Ateizmi ispatlayacak en ufak bir delil bile yoktur.