AĞIZ TADINI KAÇIRAN ÖLÜM
YAZAR : Yard. Doç. Dr. Mustafa CANLI canli20@hotmail.com
Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber…
Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü Peygamber?..
(Necip Fazıl KISAKÜREK)
BİR HADİS:
عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ قَالَ:
قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ j :
«أَكْثِرُوا ذِكْرَ هَاذِمِ اللَّذَّاتِ»
Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-’tan rivâyet edildiğine göre Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Lezzetleri yok edeni (yani ölümü) çok hatırlayın.” (Nesâî, Cenâiz, 3)
BİR MESAJ: “Ağız tadını kaçıran ölümü (düşün) tefekkür et! ”
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bir gün mescide girdiği esnada bazı insanların ölçüsüz bir şekilde güldüklerini görmüş ve onlara şu nasihatlerde bulunmuştu:
“Aslında sizler ölümü çok sık hatırlamış olsaydınız şu gördüğüm vaziyette olmazdınız. Öyleyse lezzetleri yok edeni (yani ölümü) çok hatırlayın.” (Tirmizî, Sıfatü’l-kıyâme, 26)
Evet, bir gün olup öleceğimizi, toprak olup çürüyeceğimizi aklımızdan çıkarmasaydık; bu kadar zevk u safâ içerisinde yaşayabilir miydik, kahkahalar ile gülebilir miydik veya bir yudum suyun bile tadı, lezzeti olur muydu acaba?
Çünkü ölümü düşünmek, ölümü tefekkür etmek lezzetleri yok eder.
Öyleyse biraz tadımız kaçmalı, lezzetler biraz gitmeli ki dünyaya dalıp gitmeyelim. Hatırlamanın ve unutmamanın zıddı, gaflet ve unutmak. Gaflet, ne büyük bir mânevî hastalıktır? Unutmak, dalmak, gaflet etmek ne büyük bedbahtlıktır! Namazı unutmak, zekâttan gafil olmak; «Nasıl olsa gencim…» diye namazı, haccı vs. ertelemek ne büyük bir ihmalkârlıktır! Kulluğu, ölümü unutarak dalıp gitmek; ne büyük bir gaflettir!
Derken bir gün ölüm ansızın geliverir… Onca masraf yapıp özene bezene yaptırdığın köşkünde bir gün bile oturamadan ölüm geliverir. Yeni doğacak yavrunu veya torununu göremeden, kucağına alamadan ânîden ölüm geliverir…
Tam böyle dünyaya dalmışken; «Yok şu işim var! Bu işim var! Şu işimi halletmem gerekir!» derken; «Oraya buraya gitmem lâzım!» derken… Bir bakarsın ki ölüm ansızın geliverir. Ve sen bütün işlerini yarım bırakmak zorunda kalırsın… Bir bakarsın ki ölüm ânîden gelivermiş ve koskocaman bir ömür geçivermiş.
İşin en kayıp taraflarından biri; artık iyi, kötü yaptıklarınla baş başasın. Köşkler, lüks arabalar, dünya dolusu hazineler o gün fayda vermez. Artık kulluk adına ne yaptıysan onlarla baş başasın. Veya ne yapmadıysan, neleri ihmal ettiysen; artık onlarla yüzleşme günüdür o gün…
Hattâ o gün amellerin zâhirinden ziyade niyete bakılır, kalbe bakılır. Nasıl bir kalp götürdün öte dünyaya ona bakılır. O gün tertemiz bir kalp ile Rabbimiz’in huzûruna çıkmak en önemli husustur. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
“O gün ne mal fayda verir ne de evlât. Ancak Allâh’a kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).” (eş-Şuarâ, 26/88-89)
Evet, ölüm bir gün ânîden geliverir. İşte o anda ölüme karşı, âhirete karşı, Allâh’ın huzûruna çıkmaya karşı hazır olmuşluğun ne hâldedir acaba?
Onun için ölümden gafil olmamak gerek, bir gün olup öleceğimizi unutmamak gerek. Çünkü ölümden gafil olmak büyük bir bedbahtlıktır. Zira Fahr-i Kâinât Efendimiz, şöyle buyurmaktadır:
“(Gaflete) dalan, gülüp oynayan, kabirleri ve toprak altında çürümeyi unutan kul ne bedbahttır! Azan, haddi aşan, nereden geldiğini ve nereye gittiğini unutan kul ne bedbahttır!” (Tirmizî, Sıfatü’l-kıyâme, 17)
Onun için mü’min, her an ölümü tefekkür etmeli. Dost ve akrabalarını toprağa verdiği gibi, bir gün olup kendisinin de toprağın altına gireceğini asla aklından çıkarmamalıdır.
Zira tefekkür-i mevt, gafletin bir panzehiridir. Çünkü ölüm, ağzımızın tadını kaçırır. Ağzımızdaki lezzetleri alır götürür. Aslında ölüm bu yönüyle bizi kendimize getirir. Ölüm her şeyin fânî olduğunu, her türlü noksanlıktan münezzeh olan Âlemlerin Rabbi Allah -celle celâlühû- karşısında bir «hiç» olduğumuzu berrak bir şekilde bizlere anlatır.
Onun için mü’min, her gün vird hâlinde ölümü tefekkür etmeli, gününe tefekkür-i mevt ile başlamalıdır. Güne tefekkür-i mevt ile başlayan bir mü’min, büyük bir şuur ile güne başlamış olur. Olmasını çok arzuladığı bir işi olmadığında dünyalar başına yıkılmış gibi bir hâle düşmez. «Ezân-ı Muhammedî»yi işittiğinde hemen namaza yani felâha koşar. Olur olmaz yerde mü’min kardeşinin kalbini kırmaz. Çünkü bilir ki her an emr-i Hak vukû bulabilir.
Nerede ve ne hâlde olursak olalım, ölüm muhakkak gelecektir. Genç, yaşlı, çocuk, kadın erkek ayırımı yapmadan ölüm muhakkak gelecektir.
“De ki: Kaçıp durduğunuz ölüm, muhakkak sizi bulacaktır…” (el-Cum‘a, 62/8)
“Nerede olursanız olun, sağlam ve güçlendirilmiş kaleler içinde bulunsanız bile ölüm size ulaşacaktır…” (en-Nisâ, 4/78)
Übey bin Kâ‘b -radıyallâhu anh-’tan nakledildiğine göre Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; gecenin üçte ikisi geçince kalkar ve şunları söylerdi:
“Ey insanlar! Allâh’ın varlığını aklınızdan çıkarmayın. «Râcife»nin (bütün canlılara ölüm getirecek olan, Sûr’a ilk üfürülmenin) zamanı geldi, bunun hemen ardından da «Râdife» (bütün canlıları diriltecek olan üfleniş) gelecektir. Ölüm, her türlü şiddet ve sancılarıyla mutlaka gelecektir; ölüm, mutlaka herkesi bulacaktır.” (Tirmizî, Sıfatü’l-kıyâme, 23)
Rabbimiz bu hakikati;
“Her canlı ölümü tadacaktır.” (el-Ankebût, 29/57) fermân-ı ilâhîsi ile apaçık ortaya koyarken;
“Muhakkak Sen de öleceksin, onlar da ölecekler.” (ez-Zümer, 39/30) buyurarak Kâinâtın İncisi’nin bile ölümden vâreste olamayacağını bildirmiştir.
Onun için akıllı olan ve aklını kullanan ölümü tefekkür eder. Bir gün ashâb-ı kiramdan biri Efendimiz’e gelerek;
“–Mü’minlerin hangileri daha akıllıdır?” diye sordu. Sevgili Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de o kişiye şöyle cevap verdi:
“–Ölümü en çok hatırlayanları ve ölümden sonrası için en güzel şekilde hazırlananları, işte onlar en akıllı olanlardır.” (İbn-i Mâce, Zühd, 31)
Ölümü hatırlamak, insanın yaratılış gayesini hatırlaması demektir. Ölümü tefekkür eden mü’min; Allah ile olan bağını, âhiret ile olan bağını daima canlı tutmuş olur. Bu düşünce, aynı zamanda onun günah işlemesinin önünde duran en önemli engellerden biridir.
Ölüm, yok oluş değildir. Ölüm; toprak olma, çürüyüp gitme değildir. Ölüm, yeniden dirilmedir. Ölüm, dünya hapsinden kurtulmadır. Ölüm, mü’minin sevdiklerine kavuşmasıdır. Sevgili Peygamberimiz, vefat ederken;
“En yüce Dost’a, en yüce Dost’a!” (Buhârî, Meğāzî, 84) diyerek rûhunu teslim etti. Onun için; ölüm «Dost»a gidiştir, ölüm «Dost»a kavuşmaktır.
“Ey huzura kavuşmuş insan! Sen O’ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabbine dön. (Seçkin) kullarımın arasına katıl ve cennetime gir!” (el-Fecr, 89/27-30) ilâhî fermanına kulak veren bir mü’min için ölüm, «Sevgili»ye kavuşmaktır.
Hattâ ölüm, mü’min için Hazret-i Mevlânâ’nın ifadesiyle «şeb-i arûs»tur. Yani «düğün gecesi…»
Mü’minin gözünde ölüm böyle iken yani ölümü dosta kavuşmak olarak görürken, Rabbi de ona kavuşmayı arzular. Bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulur:
“Her kim Allâh’a kavuşmayı dilerse Allah da ona kavuşmayı diler ve her kim Allâh’a kavuşmayı hoş görmezse Allah da ona kavuşmayı hoş görmez.
Mü’mine ölüm gelince, Allâh’ın hoşnutluğu ve ikramı kendisine müjdelenir. (Bu müjde üzerine) artık mü’mine, ölümden daha sevimli bir şey olamaz. O anda mü’min Allâh’a kavuşmayı, Allah da mü’min kuluna kavuşmayı ister.
Kâfire ölüm geldiğinde ise, Allâh’ın azabı ve cezası kendisine bildirilir. O anda kâfir Allâh’a kavuşmaktan, Allah da ona kavuşmaktan hoşlanmaz.” (Buhârî, Rikāk, 41)
Zaten mü’min için ölümün acısını hafifleten durumlardan biri de âhirette sevdiklerine kavuşma umududur. Sevgili Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hicretin onuncu yılında henüz on altı aylık olan biricik yavrusu İbrahim’i kaybedince ona hitâben şöyle buyurmuştu:
“Eğer ölüm doğru bir vaad ve herkes için geçerli bir gerçek olmasaydı ve arkada kalan, önden gidene hiç kavuşmayacak olsaydı ey İbrahim, biz şu anda duyduğumuzdan çok daha büyük bir üzüntü çekecektik. Biz gerçekten senin için çok hüzünlüyüz.” (İbn-i Mâce, Cenâiz, 53)
Evet, ölüm, insanı hüzünlendirir. Ama bu hüzün hiçbir zaman mü’mini isyana sevk etmez. Oğlu İbrahim’in can çekiştiği âna şahit olan Sevgili Peygamberimiz’in mübârek gözlerinden yaşlar dökülmeye başlamıştı. Bunun üzerine Hazret-i Abdurrahman bin Avf;
“–Sen de mi yâ Rasûlâllah!” diye şaşkınlığını dile getirdi.
Fahr-i Kâinât Efendimiz;
“–Ey İbn-i Avf, bu merhamettir.” dedikten sonra gözyaşları akmaya devam ederken şöyle buyurdu:
“Göz ağlar, kalp üzülür. Biz ise sadece Rabbimiz’in râzı olacağı sözü söyleriz.” (Buhârî, Cenâiz, 43)
Tefekkür-i mevt, son nefes endişesini taşımak demektir. Bir ömür tevhid üzere yaşayıp yine tevhid üzere can vermek çok mühim. Onun için Sevgili Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
“Ölmek üzere olanlarınıza; «Lâ ilâhe illâllah!» (sözünü) telkin edin.” (Müslim, Cenâiz, 2) buyurmuştur. Çünkü;
“Son sözü; «Lâ ilâhe illâllah!» olan cennete girer.” (Tirmizî, Cenâiz, 7)
Ölüm karşısında mü’minin boynu kıldan ince olmalı ve büyük bir teslîmiyet içerisinde ölümü karşılamalıdır. Kızı Zeyneb’den olan Ümeyme adlı torununun vefatı esnasında Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz teslîmiyet ihtivâ eden şu sözleri söylemişti:
“Alan da Allah, veren de Allah’tır ve her şeyin belli bir süresi vardır!” (Buhârî, Merdâ, 9)
Velhâsıl şu yaşadığımız fânî dünya hayatında ölümü tefekkür etmeli, bu dünyanın sonlu olduğunu idrak etmeliyiz. Yaratılış gayemiz olan kulluk vazifemizi yerine getirmede asla ihmal ve gaflet çukuruna düşmemeliyiz.
Rabbim; bu can bu bedende olduğu sürece, bizleri kullukta dâim eylesin!
Rabbim; bizleri dünyaya dalıp giden, unutan ve unutulan gaflet ehlinden eylemesin!
Rabbim, son nefesimizde; «Allah! Allah!» zikrederek; «Lâ ilâhe illâllah!» diyerek huzûruna varmayı cümlemize nasip ve müyesser eylesin!
Âmîn…