Bâtınî Haramlar : Bencillik
YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi
BÂTINÎ HARAMLAR: TEMBELLİK-HODGÂMLIK (BENCİLLİK)
ÜÇ FARKLI YAPI
Hazret-i Mevlânâ; müşahhas temsillerle nice mücerred hakikati kolayca anlaşılır hâle getirir.
Mesnevî’deki üç balığın hikâyesi de böyle bir temsildir:
Birkaç balık avcısı, bir gölün yanından geçtiler ve orada balıkları gördüler. Balıkçılar, ağ getirmek için koştular.
Orada üç balık vardı.
İçlerinden akıllı olanı; hemen zorlu yola koyuldu, o güç, zor aşılır yolu, meşakkatine tahammül ederek aştı. Kendi kendine dedi ki:
“Diğer şu iki gafil balıkla istişâre etmeyeyim; muhakkak ki bunlar, gücümü kuvvetimi gevşetirler, beni zayıf düşürürler. Bunların boğazlarına düşkün olmaları, yem ve yiyecek sevgisi, tembellikleri ve bilgisizlikleri, yani gafletleri bana da sirâyet eder.”
Danışacaksan bir diri ile danış ki seni de diriltsin; ama böyle bir diri nerede?
O balık, göğsünü ayak edindi de o tehlikeli duraktan nur denizine kadar gitti.
Onun hâli, ardına köpek düşmüş olan bir ceylân gibiydi. O ceylân; can korkusundan bedeninde tek bir damar, birazcık güç kaldıkça koşar durur.
O balık, gölden uzaklaştı denizin yolunu tuttu. Çok zahmetler çekti fakat sonunda selâmet diyarına kavuştu.
[Nitekim akıllı kişi, nefsin ve şeytanın tuzaklarından kaçar. Ne kadar zor ve meşakkatli olursa olsun, tembellik etmez. Âhiret meşakkatinin, dünya meşakkatinden kat kat ağır olduğunu bilir. Çamurlu dünya gölünden, sonsuz âhiret denizine kaçar. Damlayı bırakır, deryâyı tercih eder.]
Derken, balıkçılar ağı getirdiler. Yarım akıllı balık bunu gördü, ağzının tadı kaçtı;
“Eyvah!” dedi. “Ben fırsatı kaçırdım; nasıl oldu da akıllı arkadaşa yoldaş olmadım! O, ansızın gidiverdi ama o gidince benim de hızla ardına düşüp gitmem gerekirdi.
Lâkin, şu anda onu düşünmeyi bırakayım da kendi kendime bir çare bulayım. Ben, şimdi kendimi ölü göstereyim! Suyun üstüne çıkayım; karnımı yukarı döndürüp sırtımı suya çevireyim de öyle durayım!
Kendimi ölmüş göstererek suya bırakıvereyim; ölümden önce ölmek, azaptan emin olmaktır!”
Balık dediği gibi yaptı; sanki ölmüş gibi karnını yukarıya çevirdi. Su, onu bazen aşağıya alıyordu, bazen de yukarıya atıyordu.
Tutmak isteyenlerin hepsi de hayıflanıyorlardı; “Yazık!” diyorlardı. “En iyi balık ölmüş!”
Usta bir balıkçı onu tuttu;
“Tüh, yazıklar olsun; ölmüş!” diye onu yere itti.
Balık; sıçraya sıçraya gitti, gizlice kendini suya attı.
[Kul;
“Ölmeden evvel ölünüz.”
“Hesaba çekilmeden evvel kendinizi hesaba çekiniz.” tavsiyeleriyle, hayatta iken nefsini hesaba çekebilirse, âhiretteki hesabı kolaylaşır.]
AHMAKLIĞIN SONU
Geriye ahmak balık kalmıştı. O ise, gölde bocalayıp duruyordu. O aptal balık, canını kurtarabilmek için sağa-sola sıçrıyordu. Derken, balıkçılar ağ attılar; balık ağ içinde kaldı. Böylece ahmaklık, onu ateşin üstüne attı.
Ateş üstünde, bir tavanın içinde ahmaklığı yüzünden yanmaya, kızarmaya mecbur oldu. Allâh’a ve O’nun peygamberlerinin getirdiği dîne inanmayanlar da ahmaklıklarından, cehennemde böyle olacaklardır!
O, yakıp kavuran ateşin harareti ile yanıp yakılırken akl-ı selîm ona;
“Sana bir haberci ve îkāz edici gelmedi mi?” diyordu. Ahmak balık; o işkencenin, o belânın içinde, âhirette kâfirlerin diyecekleri gibi;
“Evet, geldi!” diyordu.
Yine o balık diyordu ki:
“Bu boyun kıran mihnetten, bu işkenceden, yani tava içinde kızarmak azabından kurtulsam, denizden başka bir yeri yurt edinmem; gölde, gölcükte yurt tutmam! Uçsuz bucaksız olan nur denizini ararım, selâmete ulaşırım; orada ebedî olarak sağlıkla ve huzurla ömür sürerim.”
Gafil insan, âhirette azap ile karşılaşınca dünyadaki tembelliği, gafleti ve ahmaklığı için çok pişman olacak lâkin bu nedâmet hiçbir fayda vermeyecektir.
Ahmaklık, kalbin bir kanseridir. Hazret-i Mevlânâ bu kanseri şöyle ifade eder:
KAÇILACAK BELÂ!..
Hazret-i İsa, sanki kendisini bir aslan kovalıyormuş gibi canhıraş bir şekilde kaçıyordu. Adamın biri, bu hâle hayret ederek ardından koştu ve şöyle seslendi:
“–Hayrola, ürkütülmüş bir kuş gibi çırpına çırpına niçin ve nereye kaçıyorsun? Arkanda kimse yok!”
İsa -aleyhisselâm- o kadar hızlı koşuyordu ki, acelesinden adamın suâline cevap veremedi. Onun bu şekilde kaçışını merak eden adam, nihayet ona yaklaştı ve tekrar sordu:
“–Ey Rûhullah! Senin bu kaçışın benim için bir muammâ oldu! Kimden kaçıyorsun?”
Bunun üzerine Hazret-i İsa;
“–Ahmaktan kaçıyorum ahmaktan!.. Git bana mânî olma ki, kendimi kurtarayım!..” diye karşılık verdi.
Bu sefer adam;
“–Sen nefesi ile körlerin ve sağırların şifâ bulduğu «Mesîh» değil misin?” diye ona mûcizelerini hatırlattı ve bu kaçışın hikmetini sordu.
İsa -aleyhisselâm-;
“–Evet ben İsm-i Âzam’ı sağır ve köre okudum; onlar iyileştiler. Ölüye okudum, dirildi.
Fakat o duâyı bir ahmağın kalbine şefkat ve merhametle binlerce defa okuduğum hâlde fayda vermedi. O ahmak, katı bir taş kesildi; lâkin ahmaklığından vazgeçmedi. Çorak bir kum oldu da, ondan bir ot bile bitmedi!” dedi.
Bu sözleri duyan adamın hayreti daha da arttı ve merakla Hazret-i İsa’ya sordu:
“–İsm-i Âzam bu kadar şeye tesir edip şifâ verdiği hâlde niçin ahmaklığa tesir edememiştir? Hâlbuki diğerleri de bir hastalıktır; onlara devâ olup da buna olamayışının sebeb-i hikmeti ne olabilir?”
İsa -aleyhisselâm- cevap verdi:
“–Ahmaklık, kahr-ı ilâhî olan bir hastalıktır. Diğerleri ise körlük gibi kahr-ı ilahîye uğramayan ibtilâlardır. İbtilâ da bir hastalıktır; ancak sadece mübtelâsına acınır. Ahmaklığa gelince o da bir hastalıktır, lâkin ekseriyâ başkasını yaralar ve zarar verir.”
İşte nefs-i emmâre budur. Onun iğrençliğini Hazret-i Mevlânâ, bu misalle müşahhas hâle getirir.
Hakikaten;
Ahmaklık; âhireti bırakıp dünyayı tercih etmek, yani deryâyı bırakıp damlayı almaktır.
Böylesine körce bir tercih yaptıran ahmaklık, aslında kalbin âmâ olmasıdır. Bunca ilâhî azamet tecellîlerine rağmen, kalbin bunları görememesi, körleşmesidir. Nasıl iki parmak gözlerin önüne konulduğunda, insan hiçbir şey göremez ise, ahmak da Allâh’ın sayısız tecellîlerine nâdanca bakar da hiçbir şey görmez.
Onun hâli şuna benzer:
Bir kedinin önüne kebaplar konur. Lâkin o esnada oradan bir fare geçtiğinde, o ahmak kedi güzelim kebapları bırakır da rezil bir farenin peşinde kendinden geçer.
ÜÇ GRUP İNSAN
İnsanlar da Cenâb-ı Hak nazarında üç gruptur. Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Sonra Kitâb’ı, kullarımız arasından seçtiklerimize verdik. Onlardan (insanlardan);
• Kimi kendisine zulmeder (bedbahtlık eder),
• Kimi ortadadır (aksaklık ve ihmalcilik eder),
• Kimi de Allâh’ın izniyle hayırlarda öne geçmek için yarışır (kıyâmet günü korkmayacak ve üzülmeyecek kimselerdir).
İşte büyük fazîlet budur.” (Fâtır, 32)
Kıyâmet, dehşetli ve belâlı bir gündür. O gün selâmete erişebilmek için, bu dünyada iken tembellik ve hodgâmlıktan kurtulmak îcâb eder. Allah yolunda gayret etmek ve fedâkârâne hizmetlere koşmak iktizâ eder.
Gayretin lüzum ve ehemmiyetini, kâinât üzerine şu tefekkür ne güzel ifade eder:
Şu kâinatta her şey aktif hâldedir. Bir atom bile. O küçücük yapıda dahî, çekirdeğin etrafındaki elektronların tavaf misâli muazzam ve muhteşem dönüşleri vardır. Semâda da öyledir. Milyarlarca galaksi sürekli bir dönüş ve gidiş hâlindedir.
Toprak terkîbinde de bütün mahlûkāta dâimâ bin bir türlü sofralar açılmakta ve infaklar deveran etmektedir.
Hâsılı;
Kâinatta âtıl ve tembel hiçbir şey yoktur. Dolayısıyla bir insanın böyle faal bir âlemde tembel kalması ne kadar hazindir.
Fahr-i Kâinât Efendimiz, tembelliğin ne büyük bir hüsran olduğunu ümmetine bildirmek için, şöyle duâ etmiştir:
“Allâh’ım! Âcizlikten, tembellikten, korkaklıktan, ihtiyarlayıp ele avuca düşmekten ve cimrilikten Sana sığınırım.
Kabir azabından Sana sığınırım. Hayat ve ölüm fitnesinden Sana sığınırım.” (Müslim, Zikir, 50)
Tembellik, Allâh’a sığınılacak bir âfettir.
Çünkü;
Ehl-i gayrete her türlü mükâfat ve neticede cennet kapısında;
“‒Selâm!” ifadesi vardır.
Lâkin Hak yolunda tembellerin nâil olacağı hiçbir şey yoktur. Onlar böyle bir lutfa mazhar olamayacaklar ve onlara mahşer günü öyle bir selâm verilmeyecektir. Onların duyacağı ifade, selâm değil;
“‒Yazıklar olsun!” hitabı olacaktır.
Bu itibarla, dünyada da ehl-i gayret, her türlü selâma ve nimete lâyık olurken; ehl-i gaflet tembeller ise, o kötü vaziyetleri içinde hiçbir müjde ve selâmı hak etmezler.
SON NEFESTE SELÂMET İÇİN
Kıyâmetin ilk
adımı, her insan için kendi ecel ânıdır. O dehşetli anda, şeytan da îmâna musallat olacak ve mü’minin ayağını kaydırmaya çalışacaktır. Canın gırtlağa dayandığı o çileli anda, tek çare, Rabbimiz’in inâyetidir.
Lâkin Cenâb-ı Hak böyle bir anda yardım etmek için bir şart koşar:
“Ey îmân edenler! Eğer siz Allâh’a (Allâh’ın dînine, onu yaşayarak ve yaşatarak) yardım ederseniz, O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz.” (Muhammed, 7)
Yine o en zor anda, melekler de yardıma gelir, müjdeler verir. Bunun şartı; «Rabbimiz Allah’tır!» diyerek tebliğ ve temsil hâlinde olmak ve istikamet üzere sâlih amellerle yaşamaktır. Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Şüphesiz; «Rabbimiz Allah’tır.» deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara;
«Korkmayın, üzülmeyin, size va‘dolunan cennetle sevinin!» derler.” (Fussilet, 30)
Meşakketler ve iptilâlar karşısında îmânını koruyanlar için Cenâb-ı Hak, Habîb-i Neccâr’ı misal verir.
Habîb-i Neccâr; kavmini, peygamberlere tâbî olmaya davet için şehrin bir ucundan koşa koşa gelmiş ve ulvî bir îman heyecanıyla tebliğde bulunmuştu. Lâkin bedbaht kavmi, onu taşlayarak şehid etti.
Kendisine;
“Gir cennete!” denildi. (O ise hâlâ kavminin hidâyetini temenni hâlinde şöyle diyordu):
«Keşke, Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikrâma mazhar olanlardan kıldığını kavmim bilseydi!» (Yâsîn, 26-27)
Son nefeste böyle bir bahtiyarlığa mazhar olabilmek için, ömrü Allah yolunda gayretlerle tezyin eylemek zarurîdir.
Ubeydullah Ahrâr Hazretleri nakleder ki:
“Bir aziz zât, Nakşibend Hazretleri’ni vefatından sonra rüyasında görmüş ve ona;
«–Ebedî kurtuluşumuz için ne yapalım?» diye sormuş. Hâce Hazretleri şu cevabı vermiş:
«–Son nefeste neyle meşgul olmak gerekiyorsa onunla meşgul olun!»”
Yani, dâimâ istikamet hâlinde, dâimâ kelime-i tevhîdi tâlim eden sâlih amellerle, gayretlerle, fedâkârlıklarla meşgul olmak, elzem!..
Demek ki; Allâh’ın dînini yaşamak ve yaşatmak, son nefeste îmân ile göçebilmenin temel şartıdır.
Bilhassa da;
ZOR ZAMANLARDA
Allâh’ın dînini yaşamak ve yaşatmak, her zaman kıymetlidir. Ammâ zor zamanlardaki infak ve gayretler çok daha ayrı bir değer taşır. Cenâb-ı Hak; âyet-i kerîmede bu farkı şöyle bildirir:
“Size ne oluyor ki, Allah yolunda infâk etmiyorsunuz?
Hâlbuki göklerin ve yerin mîrâsı Allâh’ındır.
İçinizden, fetihten (Mekke fethinden) evvel infâk eden ve savaşanlar (o fetihten sonrakilerle) bir olmaz.
İşte onlar (fetihten önce, yani zor zamanlarda infakta bulunan ve cihâd edenler), sonradan infâk eden ve savaşanlardan derece olarak daha büyüktür…” (el-Hadîd, 10)
Ashâb-ı kirâmı, Allâh’ın rızâsına eriştiren en mühim husûsiyetlerinden biri de; o fedâkâr ve bahtiyar insanların, İslâm’ı yaşamak ve yaşatmak yolunda hiçbir zorluktan ve çileden kaçınmamalarıdır.
Bugün de böyle zor zamanlar içindeyiz. Kendi şartları kolay ve rahat olanlar, bu zamanın zorluğunu idrâk edemeyebilir. Lâkin etrafımıza, İslâm âlemine bir bakalım:
Suriye, Irak, Yemen, Somali, Afganistan, Libya… Daha sayısız İslâm beldesi, batılıların müstemleke siyasetleri îcâbı iç savaşlar içinde perişan vaziyetteler.
Filistin ve Arakan’da ise, bizzat İslâm düşmanları müslümanları katletmekte.
Böyle zor zamanlarda; mü’min kardeşlerimiz ağlarken, onlara karşı duygusuz kalmak, kalbin en büyük fecaatidir.
«Ne yapabiliriz ki?» dememeliyiz. Maddî yardımlar göndermeliyiz. Yetimlerine sahip çıkmalıyız. İş işten geçmeden, bir an önce imdatlarına koşmalıyız.
Ânında infâkın ehemmiyetini şu kıssa ne güzel bildirir:
KABUL EDİLMEYEN İNFAK!
Bir derviş, Hasan-ı Basrî Hazretleri’nden bir şey istemişti. O da hemen ayağa kalkıp gömleğini çıkardı ve dervişe verdi.
“–Efendim, eve gidip oradan bir şeyler verseydiniz olmaz mıydı?!.” dediler. Hazret şu cevabı verdi:
“–Bir defasında ihtiyaç sahibi biri mescide gelip; «Karnım aç!» demişti. Biz gaflet edip hemen yiyecek getirmedik. Sabah namazına geldiğimizde bir de baktık ki, zavallı ölmüş. Kefenleyip defnettik. Ertesi gün, bir zuhûrat olarak, fakiri sardığımız kefenin mihrapta durduğunu ve üzerinde; «Kefeninizi alın, Allah kabul etmedi!» yazdığını gördük. İşte o gün;
«Bundan sonra bir ihtiyaç sahibini gördüğümde onu bekletmeyeceğim, hemen ihtiyacını göreceğim.» diye yemin ettim. (Bkz. Darîr Mustafa Efendi, Yüz Hadis Yüz Hikâye, İstanbul 2001, s. 157)
Mazlum kardeşlerimize mânevî destek de olmalıyız. Hiçbir şey yapamasak, yapabileceğimiz asgarî destek, beş vakit namazda ve seher vakitlerinde onlar için duâ etmektir. Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; kardeşliğin üzerinde çok durur, dâimâ kardeşlerine duâ eder ve bizim de duâ etmemizi arzu buyururdu.
Kardeşin kardeşine duâ etmesi, onun derdiyle dertlenmesi o kadar mühimdir ki; Hak dostlarından Mârûf-i Kerhî -kuddise sirruhû- şöyle buyurur:
HER GÜN DUÂ
“Kim her gün on defa;
اَللّٰهُمَّ اَصْلِحْ اُمَّةَ مُحَمَّدٍ اَللّٰهُمَّ فَرِّجْ عَنْ اُمَّةِ مُحَمَّدٍ اَللّٰهُمَّ ارْحَمْ اُمَّةَ مُحَمَّدٍ
«Allâh’ım, ümmet-i Muhammed’in hâlini ıslah eyle!
Allâh’ım, ümmet-i Muhammed’in sıkıntılarını gider!
Allâh’ım, ümmet-i Muhammed’e rahmet eyle!» derse, o kimse Allah dostları arasına yazılır.” (Ebû Nuaym, Hilye, VIII, 366)
Devrimiz; asıl mânevî zâviyeden zor bir zamandır.
Çünkü, câhiliyyenin çok kuvvetli olduğu hem inkâr cereyanlarının hem de dalâlet / sapık fikir cereyanlarının her tarafta neşredilmeye çalışıldığı bir devirdir.
Dînî tâlim ve mânevî terbiyeden mahrum yetişen nesiller; batıdan esen zehirli rüzgârların da tesiriyle, ateizm, deizm, sekülerizm ve âhiretsiz dünya gibi inkâr yollarına sürüklenmektedir.
Bunlara karşı; nesilleri Kur’ân terbiyesinde yetiştirmek hepimizin aslî vazifesidir.
Zihni bulanmış olanlara; hayırlı tebliğler, tefekküre hayat verici telkinler, zehirli şüphe ve vesveseleri giderici tedavi edici îzahlarda bulunmak, çok lüzumlu vazifelerdir.
Bunları bizzat aktarmanın yanında; mecmûa, kitap gibi yazılı yahut sesli ve görüntülü bir şekilde muhataplarına ulaştırmak, günümüzde ne kadar mühim hizmetlerdir. Emr-i bi’l-mârûfun şubeleridir.
Bu zaruretler hakkında Cenâb-ı Hak buyurur:
“Siz, insanlığın (iyiliği) için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırsınız.” (Âl-i İmrân, 110)
Bu seviyeye ulaşabilmek için insan önce kendini inşâ edecek, ardından o gönülle Hakk’ın şahidi olacak, dîni temsil edecek. Bu gayenin tahakkuku için de dünyevî zahmetlere tahammül edecek.
Nitekim;
Câhiliye devrinde câhiller tarafından müslümanlara o kadar çok zulmedildi ki bazı müslümanlar şu vesveseye kapıldılar:
‒Onlar sere serpe yaşıyor, refah içinde belde belde dolaşıyorlar. Bizler ise Allâh’a kul olduğumuz için, her türlü eziyet ve cefânın içinde perişan vaziyetteyiz. Allâh’ın düşmanları, dünya bolluğu içinde yüzerlerken biz, açlık ve sıkıntıdan öleceğiz. (Hâlbuki, onlar haksız, biz ise hak üzere değil miyiz?)
Bunun üzerine şu âyet nâzil oldu:
“İnkârcıların (refah içinde) diyar diyar dolaşması, sakın seni aldatmasın!
Azıcık bir menfaattir o. Sonra onların varacakları yer Cehennem’dir. O ne kötü varış yeridir!” (Âl-i İmrân, 196-197) (el-Vâhıdî en-Neysâbûrî, Esbâbu’n-Nuzûl, s.98; Râzî, Mefâtîhu’l-Ğayb, IX,132)
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de şöyle buyurdu:
“Âhiretin yanında dünyanın durumu, sizden birinin parmağını denize daldırıp çıkarması gibidir.
(Âhiret o deryâ ile kıyas edilirse) parmağı (denizden) ne çıkardıysa (âhiretin yanında) dünya işte odur.” (Hâkim, Müstedrek, 4/319)
Peygamber Efendimiz; zor zamanlarda ashâbına sabır telkin etmek için, rahat zamanlarda da onları rehâvetten korumak için;
اَللّٰهُمَّ لَا عَيْشَ اِلَّا عَيْشُ الْاٰخِرَةِ
“Ey Allâh’ım! Esas hayat âhiret hayatıdır.” (Buhârî, Rikāk, 1) buyururdu.
Yâ Rabbî!.. Bizleri nefsimizin âfetlerinden, tembellikten, hodgâmlıktan, bencillikten ve rehâvete kapılmaktan muhafaza eyle!..
Bizleri yaşayarak ve yaşatarak dînine yardım edenlerden, böylece ecel ânında ve kıyâmetin dehşet dolu demlerinde ilâhî tevfîka nâil olanlardan eyle!..
Âmîn!..