USTAM! SAYGILAR…
YAZAR : Fatih GARCAN fatihgarcan@hotmail.com
–Yetişin! Yetişin! Sesimizi duyan yok mu? Allah rızâsı için…
–Ben duyuyorum, iyiyim yardım edeceğim. Geliyorum. Sakin olun, sakin olun…
–Ülfet! Çocuğumu göremiyorum. Ne olur önce onu bul!
–Herkes ses versin! Sesleri sayacağım! Yanında fener gibi bir şeyi olan var mı?
–Ülfet! Bende çakmak var. Belki işini görür.
–Olur olur; milletin durumunu öğrenelim ona göre yola çıkar, yardım isteriz. Kaç kişiydik?
Cılız bir ses duyuldu: “On beş kişiydik…”
Ülfet; elinde çakmakla yaralıların arasında gezmeye, sayı ve durum öğrenmeye çalışıyordu: “Ses verin! Ses verin!”
O gün çok yoğun yağmur alan bölgede heyelân olmuş ve yolun bir kısmı kaymıştı. Birileri fark edip de uyarıcı koymaya kalmadan elîm bir kaza oldu. Köy minibüsü şarampole uçmuş, araçtakiler etrafa saçılmıştı.
Ülfet ağır bir yara almamıştı ve kendini çabucak toparlayıp etrafına yardım etmeye çalışanlardandı. Teker teker herkesin yanına gidip durumunu kontrol ediyor ve sayıyı tamamlamaya çalışıyordu. Durumu iyi olanlardan kendisine yardım etmesini istiyordu. Araçtaki gençlerden biri dayıya çakmakla eşlik ediyordu. Aracın durduğu yer, derin ve yamaç bir ormanın içiydi. Hava bulutlu olduğu için de neredeyse zifirî bir karanlık söz konusuydu.
Genç:
–Ülfet Dayı, tamam herhâlde! Ben on dört saydım. Sadece şoför Yunus ağabeyin durumu biraz ağır gibi… Diğerlerinin şuuru açık ama, kırık vs. çok gibi…
–İsim isim bir daha sayalım! Sayabilir misin?
–Döndü Teyze ve iki çocuğu, Rafet Dayı ve hanımı… Şoför Yunus Dayı, ben ve sen. On dört kişi.
–Hayır, biri; «On beş kişiydik.» demişti sanki… Yusuf! Ali Osmanların Yusuf… Onu saymadın! O nerede?
–Onu göremedik sanki ama… Doğru, Yusuf Dayı önde sağda oturuyordu. Arabanın oraya tekrar bakalım!
Arabanın yanına vardıklarında ön camın kırıldığını fark ettiler; ama Yusuf Dayı yoktu. Elde çakmakla etrafı aramaya başladılar. Arabadan otuz metre kadar ileride bir pazar çantası buldular. Onun civarına yoğunlaştılar. Çantadan bir on beş-yirmi metre kadar ileride de Yusuf’u buldular.
–Yusuf Dayı! Yusuf Dayı!
–…
–Yusuf Dayı ses vermiyor!
Ülfet Dayı, ahbabı Yusuf’un yanına titrek adımlarla vardı. Nabzını ve nefesini kontrol etti. Yusuf, aralarından ayrılmıştı… Ülfet Dayının dizinin bağı çözüldü. Sesini duyan gençlere hemen yola çıkmalarını ve yardım çağırmalarını söyledi.
Karadeniz’in âdeta dağlara tırmanmış köyleri hep birbirine bakardı. Köylüler bağırarak bile iletişim kurabilirlerdi. Gençler, gür sesleriyle bağıra bağıra yardım çağırdılar. En yakın köyden hemen üç-dört traktörle gelenler oldu. Yola yürüyebilecekleri yürüterek; yürüyemeyecek olanları battaniye ve çuvallara sararak, iplerle çekerek yola çıkardılar. Tabiî sesi duyan diğer köylerden de gelenler oldu. Ülfet Dayı gelenlerden birinden, kendi köylerine haber vermelerini rica etti.
Komşu köylerden gelen traktörlerle yaralıları ilçedeki hastahâneye götürdüler. Âcil ekibi hemen gerekli müdahaleyi yaptı. Ülfet Dayı, çocukluk arkadaşı Yusuf’un naaşının başından ayrılmıyordu. Doktorlar, Yusuf’un tetkiklerini yaptıktan sonra morga aldılar. Ülfet Dayıyı hem bu durumu hazmetmenin hem de bu acı gerçeği ailesine söylemenin zorluğu bekliyordu. Metîn olmalıydı.
Kara haber tez duyulur… Çocukları ve hanımı; Ülfet Dayının yanına varıncaya kadar, vefat haberini almışlardı bile…
Yusuf kırk altı yaşında, ardınca yedi yetim bırakarak göçmüştü bu dünyadan.
Hanımı Hatice, Ülfet Dayı ile teyze çocuklarıydı. Yaşça belki yakınlardı; ama Ülfet ağabeyleri, sülâlenin göz bebeği, akıl hocasıydı.
–Başın sağ olsun Hatice…
–Allah râzı olsun ağabey. Dostlar sağ olsun.
–Mekânı cennet olsun, çok iyi biriydi. Tanıyan herkes onun iyiliğine şahâdet eder.
–Öyleydi, Allah râzı olsun.
Ülfet Dayı bir yandan çocukları teskin etmeye çalışıyor, bir yandan da bu yedi çocuğun geleceği ile alâkalı ne yapacağını düşünüyordu. Nasibe bak ki Hatice de öksüz ve yetim büyümüştü. Sahip çıkacak bir annesi-babası yoktu. Evlendikten sonra evine-barkına çok büyük bir ihtiram ile sahip çıkmış, kocasının yanında yeri geldiğinde bir erkek gibi çalışmıştı. Hatice’ye çalışmak zor gelmezdi. Ama ardınca gideceği «Yusuf Efendi»si artık yoktu.
…
Ertesi gün cenaze defnedildikten sonra, evde tâziyeler kabul edildi. Büyük oğlu Hüseyin, evin reisliğini üstlenmiş, büyük bir metânetle gelenleri ağırlamıştı.
Aradan bir hafta, on gün geçince artık gelen giden de kalmamış, Hatice Hanım; en büyüğü yirmi yaşında yedi çocukla kalakalmıştı. Üç oğlunun en büyüğü, sanat okulunda motor bölümünü bitirmiş; henüz bir ustanın yanında işe başlamıştı. İkincisi Osman da bir yıl sonra aynı okulun elektrik bölümünden mezun olacaktı. Hatice Hanım ikisi için de; «Kendilerini kurtarırlar» diye düşünüyordu. Küçük oğlu Mustafa’ya döndü. İlkokulda okuyordu ve babasının ölümünden en çok etkilenendi. Peki ya o?..
Büyük oğlu Hüseyin’i yanına alarak Ülfet Dayılarının evine vardılar:
– Ülfet ağabey senden bir ricam olacaktı.
–Ne demek Hatice, buyur.
–Sen köyümüzde dînî eğitim almış tek kişisin. Bizim Hüseyin ile Osman sanat okulu okudular. Dünyalık olarak kendi yağlarında kavrulur giderler; ama Yusuf bu küçüğün, hep senin gibi olmasını isterdi. Niyeti Mustafa’mı İmam-Hatip okuluna göndermekti. «Şehirde senin yanında okur» diye hayal ederdi. «Hem okul okur hem de senden sanat öğrenir» diye düşünürdü. Ben şehir hayatını hiç bilmem de anlamam da. Oğluma sahip çıkabilir misin? Onu İmam-Hatip’e gönderip yanında da şu ahşap işini öğretiversen olur mu?
–Peki, ya diğerleri?
–Dört kızımla biz, birbirimize yeteriz. Hepsi ilkokulu bitirdi. Okuma yazma biliyorlar. Köy yerinde fazlası neyimize lâzım. Biz tarlaya, bağa-bahçeye sahip çıkarız. Kızlarım erkek gibi çalışırlar çok şükür. İki ineğim var. Her taraf pancar, pezük, galdirik… Sen bizi düşünme ağabey. Allâh’ın izniyle Yusuf’tan kalan tarlalar ile ben çocuklarımı okutur iş-güç sahibi yaparım. Sadece Yusuf’un hayali yerine gelsin istiyorum. Şu an tek endişem Mustafa’m…
–Tamam Hatice. O da bende… Ben onu okula kaydettiririm. Kimseye muhtaç olmaz inşâallah aslan parçası. Okuldan sonra da ben ona ahşap nasıl işlenirmiş, öğretirim.
Hatice Hanım, teşekkürler ederek müsaade aldı. Oğlunun okuyacak olması onu çok mutlu etmiş, yürek yangınına bir nebze olsun su serpmişti. Kolay değildi bu devirde erkek çocuğu okutmak, yetiştirmek, sahip çıkmak.
Mustafa bir yandan İmam-Hatip okuluna gidiyor, bir yandan Ülfet Dayının yanında ahşap oymacılığı öğreniyordu. Zaten Ülfet Dayının yanı da bir okul kadar vardı. Mütevâzı dükkânında her gün birçok kişiye Kur’ân-ı Kerim okumayı öğretiyor, sohbetler ediyordu. Aldığı siparişleri ne ara yetiştirdiği ise Mustafa için ayrı bir merak konusu idi.
O zamanlar, usta-çırak ilişkisi çok farklı bir boyutta idi. Her usta hem işinin devamı için hem de bir ahbabının çocuğunu yetiştirmek için yanında mutlaka bir çırak çalıştırır; ona hem iş ahlâkını hem de beşerî ahlâkı öğretir, tabiri câizse çırağını hayata kazandırırdı. İmkânların dar olduğu yıllar… Kur’ân kursları yok, öğrenci yurtları yok… Olan üç-beşinin de çok az kontenjanları olduğu için, kaldırdıkları yük de hâliyle bir hayli mahdut… Halk da ne yapsın, kendince ürettiği bu tarz çözümlerle gençliğine sahip çıkmaya çalışıyordu. Hattâ bu durum öyle bir hâl almıştı ki; ustaya hürmette kusur, babaya hürmetsizlik ile müsâvî olmuştu. Aileler bazen kendi söyleyemediklerini, çocuklarının ustalarına söylettirir, onları böylece edep potasında eriterek yetiştirirlerdi. Usta da çırağını evlâdından ayrı tutmazdı.
İşte böylesi müstesnâ bir ortamdı Ülfet Dayının ahşap atölyesi.
Mustafa, altı yıllık İmam-Hatip eğitimi boyunca çok şeyler öğrenmişti Ülfet ustasından. Okul bitince de hemen öğretmenlik vazifesini almıştı. Takdire bak ki okulu, Ülfet Ustanın atölyesine bir hayli yakındı. Evini, okulun ve dükkânın ortası denecek bir yerden tuttu. Okul harici vakitlerini de yine bu medrese misali atölyede geçiriyordu. Gelenlere Kur’ân-ı Kerim öğretiyor, iş yoğunluğunda ustasının yükünü kaldırıyordu. Anacığı Hatice Hanım’ın;
“Evlâdım ölmeden önce mürüvvetini görmek, nasipse torunlarımı koklamak istiyorum!” sözünü de mütevâzı bir düğünle yerine getiren Mustafa, şehrin parmakla gösterilen bir hocası olmuştu. Babasının vefat ettiği kazada yanında olan köylüleri de bir başka destek olmuşlar, bağırlarına basmışlardı. Kıymet bilmek gibisi var mıydı? O da fazlasıyla yaptı hizmetini memleketine. Ustasının bir dediğini ikiletmedi.
Bir gün ustası dedi ki:
–Gel bakalım Mustafa Efendi! Artık bizim bir ayağımız çukurda, bu dükkân senindir. Biliyorsun Rabbim benim ocağımda bir evlât nasip etmedi. Ben ve yengen evlât ve torun hasretimizi seninle giderdik. Bu hayatta bir dikili ağacımız varsa o da sensin. Bu dükkâna sahip çık! Bereketlidir, hoştur. Sen bu sanatta ülkede sayılı kimselerden oldun! Bu ocağı tüttür… Bakıyorum gelenlerin sadırlarına şifâ olmada beni geçtin. Artık gözüm açık gitmeyeceğim. Yorgun ayaklarım çekmiyor artık.
–Öyle deme ustam! Allah hayırlı ve uzun ömür versin. Senden öğrenecek daha çok şeyimiz var. Ailem, çocuklarım seni çok sever. Sana ihtiyacımız var; aman öyle deme! Ben senin tutan elin, gören gözün, yürüyen ayağın olurum. Ne olur elini çekme üzerimizden!..
–Estağfirullah evlât. Senin de çocuklarının da bana olan sevgisinden şüphem yok. Ben senin bana olan hürmetini onlardan seyrettim yıllarca. Evde benden nasıl bahsettiğini, eve yeni bir şey aldığında onu da benim aldığımı söyleyip, beni onların gönül tahtına yerleştirdiğini biliyorum. Çocukların; «Ülfet Dede» diye bana heyecanla koşmalarını, o andaki heyecanımı tarif edemem. İnsanların; evlerinde huzur kalmayınca huzuru, huzurevlerinde aradıkları şu dönemde evimde huzur oldun bana… Allah senden de seni helâlinden büyüten babandan da râzı olsun!
–Allah senden râzı olsun Ülfet Usta. Sen başımızda olduğun sürece bu dükkân nice Mustafalar yetiştirecek inşâallah.
–Benim gördüğüm bana yeter evlât. Nasipte varsa o da olur…
Ülfet Ustanın Mustafa’dan gördüğü bu ince nezâket, onu çok mutlu etmişti. Mustafa müsaade alıp evine gitmek üzere dükkândan çıktıktan sonra;
–Allah râzı olsun be evlât! Hakikaten başkaymışsın. Rabbime şükürler olsun ki; beni, senin gibi bir değerin yetişmesinde memur etti. Şükürler olsun yâ Rabbî… Şükürler olsun…