Gerçek Huzur; İSLÂM’I YAŞAMAK ve YAŞATMAK!

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

İslâm’ın bütün güzelliği;

Yaşanmasında ve yaşatılmasındadır.

Kur’ân-ı Kerim nâzil olmaya başladığında insanlar, ilk önce karşılarında İslâm’ı yaşayan ve yaşatan bir Peygamber-i Zî-şan gördüler. Görebildikleri nisbette hayran kaldılar, koştular, îmân ettiler. Hattâ bâtıl ve şirkin en inatçı savunucuları bile, epey bocalasalar da, nice düşmanlıklar etseler de, Hazret-i Peygamber’in o müstesnâ yaşayışına şahit ola ola, tâ gönülden kelime-i şahâdet getirdiler.

Kimi Hazret-i Peygamber’in el-Emîn şahsiyetine baktı, müslüman oldu.

Kimi O’nun o en yüce ahlâkına baktı, îmân etti.

Kimi rahmet dolu sözlerini duydu, hidâyet buldu.

Kimi daha yüzüne bakar bakmaz;

“‒Bu yüz yalan söylemez!” dedi ve İslâm’a can attı.

Kimi O’nun namazını seyretti, derhâl ardında saf bağladı.

Kimi O’nun yetimlere, gariplere ve kimsesizlere nasıl sahip çıktığı gördü, eşsiz fazîletine teslim oldu.

Kimi O’nun af ve merhametini temâşâ etti; «Medet ya Rasûlâllah!» dedi.

Kimi O’nun cennete götüren yüce rehberliğini fark etti ve hemen ümmet-i Muhammed kervanına katıldı.

Kimi O’nun semâvî sevdâsına âşık oldu.

Kimi baktı;

“‒İşte sevilecek ve tâbî olunacak emsalsiz örnek!” dedi ve gönül bağladı.

Kimi O’nun;

“‒Kişi sevdiği ile beraberdir!” müjdesi karşısında;

“‒İşte beraberliği, sonsuz bir huzurun kendisi olan Peygamber!” dedi ve O’na müştak oldu.

Kimi O’nun mûcizelerindeki iksîr-i cânı aldı ve kana kana içti.

Kimi O’nun bir nazarıyla, kendi ölü gönlünün ihyasına mazhar oldu.

Kimi O’na baktı;

“‒İşte istikamet ve insanlığın kurtuluşu!” dedi ve rahle-i tedrîsine diz çöktü.

Kimi baktı;

“‒İşte cennet kapısı!” dedi, mübârek eşiğine baş koydu.

Hâsılı; O’nun canlı Kur’ân olan hayatı, öyle bir bağlılık ve sevdâ oluşturdu ki, etrafı aşk kafileleriyle doldu. Çünkü O, güneşlerin bile kendisine pervâne olduğu bir Nûr-i İlâhî idi, Kur’ân’ın ifadesiyle bir Sirâc-ı Münîr.

İşte İslâm ve Müslümanlık böyle başladı, böyle devam etti.

Gerçek huzur bu:

İslâm’ı Hazret-i Peygamber’in rehberliğinde yaşamak ve yaşatmak.

Dîn-i mübîni, O «üsve-i hase­ne»nin yaşadığı şekilde, hem kendimiz hem de başkaları itibarıyla yaşamak ve yaşatmak.

Çünkü; O’nun Hazret-i Kur’ân’ı tefsir eden hayatı, hayat verdi bütün gönüllere.

O ilk önce sadece bir gönüldü. Sonra binlerce gönül oldu. Yüz binlerce gönül oldu. Milyonlarca gönül oldu.

Başka değil;

Sadece yaşayıp yaşattığı için.

Zaten; Müslüman olmak demek de, O’nun gibi yaşamak ve yaşatmak demekti.

O’nun etrafındaki ilk îman halkası olan ashâb-ı kiram işte bunu gerçekleştiren mü’minlerdi. Sonra onların ardından gelenler. Dünya, onların Hazret-i Peygamber’den öğrendikleri yaşayışlarına ve yaşatışlarına bakarak İslâm’ı tanıdı. Adâletle kucaklaştı. Merhametle buluştu. Kıtalar böylece İslâmlaştı.

Yani; Hazret-i Peygamber’in Kur’ân’da övülen üsve-i hasene gerçeği etrafında İslâm’ı yaşayışı, her devirde emsalsiz meyveler verdi. İnsanlığı diri tutan daima bu oldu. Bundan sapmalar yaşandığında hidâyetlerde kuraklık meydana geldi, buna riâyet edildiğinde de hiç bitmez bereketler tecellî etti.

Bu hakikatin, bariz bir aynası hükmünde ifadelere dökülen şu kıssa ne kadar mânidardır:

İbrahim Hakkı Erzurumî Hazretleri’ni bir köye davet ettiler. Ramazan-ı şerîfi O’nun vaazları, sohbetleri ve irşadları ile dolu dolu değerlendirmek istediklerini ilettiler. O mübârek zat kabul edince derhâl kendisini getirmek üzere bir adam yolladılar. Adam, ücret mukabili bu tür hizmetler yapan gayr-i müslim bir kimse idi. Muhtemelen rehberlik edeceği kimsenin yaşlı olması dolayısıyla; o biner, kendisi de yayan dizginleri tutarak bir yolculuk olur diye sadece bir at ile hareket etti. İbrahim Hakkı Hazretleri’nin yanına vardı, onu ata bindirdi ve yola çıktılar. O önde atın ipini tutuyor, Hazret de at üstünde sükûnetle ilerliyorlardı. Bir müddet sonra o büyük Allah dostu, seslendi:

‒Evlâdım, ata binme sırası sana geldi!

Adam şaşırdı, kabullenmedi:

‒Olmaz hocam, benim işim bu. Siz yolcu, ben rehber, usûl böyle.

Fakat İbrahim Hakkı Hazretleri, hatırlattı:

‒Evlâdım, bizim Peygamberimiz Bedir Harbi’ne giderken bir deveye nöbetleşe bindi, ben kim oluyorum ki aksini yapayım! Sonra O’nun ardından Hazret-i Ömer de Kudüs’e giderken kölesiyle nöbetleşe deveye bindiler. İtiraz etme boşuna; buyur, sıra sende!

Zavallı hâlâ şaşkındı:

‒Aman hocam, bu durumu köylüler duyarlarsa, hem ücretimi vermezler hem de beni iyi bir paylarlar.

Bunun üzerine o mübârek Allah dostu, tebessüm ederek şöyle dedi:

‒İkimiz de yolcuyuz, ebediyet yolcusu. Son nefeste ne olacağımız belli değil. Senin korku ve endişen köylülerin ne diyeceği, benim endişem ve korkum ise Allâh’ın huzûrunda vereceğimiz hesap! Eğer ben Peygamber’imin yaptığı gibi yapmazsam, mahşerde ne cevap veririm?

Adamcağız çaresiz boyun büktü.

Yol boyu sırayla ata bindiler. Fakat takdir bu ya, tam köye geldiklerinde sıra adama gelmişti. Tıpkı Hazret-i Ömer’in Kudüs’e girişinde sıranın kölesine gelmesi gibi. Gayr-i müslim rehber, İbrahim Hakkı Hazretleri’ne yine ısrar etti:

‒Hocam, ben hakkımdan vazgeçtim, bari köye at sırtında siz girseniz!

O kâmil insanın tercihi ve kararlığı belliydi:

‒Kudüs’e girerken Hazret-i Ömer, aldığı Peygamber ahlâkını şehrin dışında bırakmadı. O ahlâk ile şehre girdi. Çünkü o ahlâk ve bağlılığı sayesinde Kudüs fatihi olmuştu. Öyle yaşadı ve bu adâlet-i Ömer tarihe geçti.

Mübârek zat, derin bir nefes aldı ve ekledi:

‒Devam evlâdım, sıra sende!

Nihayet; atın önünde İbrahim Hakkı Hazretleri, atın üstünde de gayr-i müslim, bu şekilde köye girdiler.

Köylüler, gördükleri vaziyet karşısında birden öfkelendiler. Hemen koştular ve başladılar söylenmeye:

‒Seni gidi haddini bilmez gafil! Ne bu densizlik? Kendin saltanat tahtına oturmuş gibi at üstündesin, koca üstad da sıradan bir çırak gibi ip elinde yaya. Olur şey mi bu?

Adamcağız birkaç şey diyecek oldu. Kimse dinlemedi. İfadeler belki daha alevlenecekti ki, İbrahim Hakkı Hazretleri devreye girdi:

‒Yârenler, beni buraya sizi irşâda çağırmadınız mı?

‒Evet ey Efendi Hazretleri.

‒Öyleyse ilk nasihatim: Hazret-i Peygamber’in Bedir Harbi’ne giderken bir deveye nasıl sırayla bindiğini ve Hazret-i Ömer’in de Kudüs’e girerken sıra kölesine geldiği için onu bindirdiğini hatırlatmaktır.

Böyle son nokta konuldu. Herkes sükût etti. İlk andaki öfke, yerini güzel duygulara bıraktı. O hissiyat içinde köylülerden bir şahıs, rehberlik eden gayr-i müslime yaklaştı, şu teklifte bulundu:

‒Yahu, bunca fazîlete şahit oldun. Daha ne bekliyorsun? Kelime-i şahâdet getir!

İçinde fırtınalar kopan rehber, önce sessizleşti. Sonra da oradakilere tane tane dedi ki:

‒Bu çağrınız; sizin dîninize ise, imkânsız! Fakat davetiniz, bu mübâreğin dînine ise, ben ona yolda inandım zaten.

İşte; İslâm’ı yaşamak ve yaşatmak!

İşte; Hazret-i Peygamber’e sadâkatle bağlı bir mü’min ve muvahhid olabilmek.

İşte; Kitap ve Sünnet bütünlüğünde sâlih bir gönül ve müttakî bir şahsiyet sergilemek.

İşte; Hazret-i Peygamber’e aşk ile tâbî olarak yaşanan ve yaşatılan îman ve İslâm, böyledir. En soğuk kimseleri bile cezbeder. En kuru ağaçları bile yeşertir. En verimsiz arazileri bile bereketlerle doldurur. En ölü kalpleri bile en diri hâle getirir.

Çünkü; Efendimiz’in her hâli, bizler için baştan ayağa rahmettir, çaredir, devâdır, kurtuluştur.

Lâkin; O’nsuz her şey kurudur. Susuz bir âlem nasıl çorak ve çöl olursa, O Rahmeten li’l-âlemîn’in olmadığı gönüller de aynı şekilde çorak ve çöl olur sadece.

Çünkü; O’nsuz bir îman; bomboştur, iticidir, bozuktur, noksandır, sapıklıktır ve merduttur. En diri gönlü bile ölü hâle getirir. En sağlamı bile en çürüğe çıkarır.

Bu yüzdendir ki;

İslâm’a karşı mücadele hâlinde olan ehl-i küfrün en ziyade saldırı noktaları ve müsteşriklerin de en sinsi mühendislik çalışmaları, daima Peygambersiz bir Müslümanlık üretebilmek etrafında yoğunlaşıyor. Düşmanlarımızın bizim hakkımızdaki en büyük hayalleri ve idealleri bir de budur: Hadissiz, sünnetsiz bir Müslümanlık. Tarihten beri güçlü mü’min topluluklarının Peygamber’den koparılarak ehemmiyetsiz yığınlara dönüşmesi…

Önce yanlışlardan kurtarıyoruz, hurafeleri ve mantık dışı uygulamaları ayıklıyoruz diye hadisten ve sünnetten koparmak. Sonra da hadis ve sünnetin gereksizliğine saplayarak aşk-ı Peygamber’den ve tabiî bizzat O’ndan koparmak.

Çünkü; Peygamber’den kopardıkları an, Müslümanlığın şahdamarını koparmış olacaklar. Çünkü İslâm’ın yaşamak ve yaşatmak gerçeği, tamamen Hazret-i Peygamber etrafındadır. Çünkü dînin yaşanmış şekli O’dur. Eğer O olmazsa, dînin yaşanmış şekli kalmaz ortada.

Bütün hain düşmanlar biliyorlar ki:

Eğer Muhammed -aleyhisselâm- olmazsa, son hak ve tek din olan İslâm, artık hayat dîni değil, herhangi kuru bir ideolojiden farksız, isteyenin istediği gibi düşündüğü ve üzerinde oynadığı müsvedde kâğıdı gibi olur.

İşte bunu başarmak için uğraşanlar;

Bilhassa İslâm’ın Hazret-i Peygamber’e bağlı olarak yaşamak ve yaşatmak yönünü baltalamaya uğraşıyorlar.

Muhtelif kılıflar altında ve en kirli şekillerde, köstebek gibi çalışıyorlar.

Bir bakalım:

Yıllardır İslâm etrafında ülkemizde de döndürülen tartışmalar neler? Müslümanların nasıl yaşayacağına dair ne kadar tuhaf, mantıksız, bilgisiz ve gülünç münakaşalar niye? Maalesef, bilgisizlerin çokluğundan cesaretle türlü türlü gündemler ortaya attılar:

‒Kur’ân’da başörtüsü var mı yok mu?

İnananlar, Kur’ân’a bakarak her zaman; «Var!» diye haykırdılar tabiî olarak. İnanmayanlar ve münafıklar da, başörtüsünün var olduğunu açıkça ortaya koyan kelimeleri keyiflerince eğdiler, büktüler ve; «Yok!» diye çığırtkanlıklar yaptılar.

Sonra etiket değiştirdiler tekrar yüklendiler:

‒Türban, siyasî bir simge mi, değil mi?

Sonra akılsızın biri bir başka lâf attı ortaya:

‒Kadınlarla aynı safta namaz kılınır mı kılınmaz mı?

Ehl-i ibâdet müslümanlar, Peygamber düsturuyla bunu doğrudan doğruya tabiî ki reddettiler hep. Fakat namazla hiç alâkası olmayanlar, oldukça kendilerine bu meseleyi dert ettiler, gündem ettiler, kafa karıştırmaya çalıştılar.

Bir başka şaşkın, kurbanla uğraştı:

‒Tavuktan-horozdan kurban olur mu, olmaz mı?

Bunlar bitti;

Doğrudan doğruya hadisler ve sünnetler hedefe kondu. Aslında önceden de vardı böyle hücumlar fakat daha da aşırılaştırıldı.

Niye?

Sebepler ifade edildi.

Lâkin bir de;

İslâm’a karşı dünya çapında yapılan bütün saldırılar, ne kadar mesafe alsa da daima iş geldi, geldi ve en sonunda Hazret-i Peygamber’in onu en mükemmel mâhiyette yaşamış ve yaşatmış olmasına tosladı. Nebevî düsturlar etrafında İslâm’ı yaşamak ve yaşatmanın emsalsiz güzellikleri ve sonsuz huzuru karşısında daima bütün hücumlar geri devrildi.

Yani; İslâm düşmanları, müslümanca yaşayışı bozmak için saldırı bâbında nereden tutturmak isteseler, oradan da karşılarına hep onları püskürten işte bu gerçek çıktı:

Efendimiz’in tertemiz hayatı.

Kur’ân’ı hadislerle yorumlayıp yaşayışıyla ortaya koymuş O yegâne misâl. Öyle ki, dîn-i mübînde O’na îmân etmek ve uymak, değişmez bir farz.

Böyle olunca gördüler ve anladılar ki;

İslâm’ı ve müslümanları bozabilmek imkânsız.

O zaman; adamlar, gözlerini kararttı ve doğrudan Hazret-i Peygamber’i hedef aldılar. Peygamber, sadece lâftan ibaret olsun, fakat O, asla İslâmî bir hayattan ibaret olmasın! Bu tarzda düşünce üstüne düşünce uydurdular. Bunun her türlü sağdan saldırı fikirlerini, lâkırdılarını ve reklâmlarını ürettiler. Yığın yığın mikroplu bilgiler oluşturdular. Güya çok ustaca, akademik alanlara da bunları yerleştirdiler. Yerine göre alenî, yerine göre sinsi hücumlar etrafında ağız birliği ettiler.

Hepsi boş!

Hepsi yalan!

Hepsi nafile!

Çünkü; kitap Allâh’ın, peygamber Allâh’ın, din Allâh’ın, hüküm Allâh’ın…

Hiçbir zaman; zalimlerin değil, dünya da Allâh’ın, âhiret de Allâh’ın…

Her şeyin;

Öncesi de, sonrası da Allâh’ın…

Kader de Allâh’ın…

Bütün insanlar da, Allâh’ın…

Müslümanlar ve İslâm da, elbette Allâh’ın…

Her şeyin doğrusu da, bunun bilgisi de Allâh’ın…

Bu bakımdan;

Hangi meselede bir çıkmaz olursa, bir tıkanma yaşanırsa, yapılması gereken en isabetli davranış; Kur’ânî beyana göre Allah ve Rasûlü’ne arz etmek. Çünkü kim ne derse desin;

İnsanlık için tüm problemlerin çözümü, âyetler, hadisler ve sünnet-i Peygamber’de:

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَط۪يعُوا اللّٰهَ وَاَط۪يعُوا الرَّسُولَ وَاُو۬لِي الْاَمْرِ مِنْكُمْۚ فَاِنْ تَنَازَعْتُمْ ف۪ي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ اِلَى اللّٰهِ وَالرَّسُولِ اِنْ كُنْتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِۜ ذٰلِكَ خَيْرٌ وَاَحْسَنُ تَاْو۪يلًا۟

“Herhangi bir hususta anlaşmazlığa düştüğünüz takdirde, Allâh’a ve âhiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve Rasûlü’ne arz edin (onların talimatına göre halledin); bu daha hayırlı ve netice itibarıyla daha güzeldir.” (en-Nisâ, 59)

Bu hakikati görmezden gelip de aykırı gidenler daima kaybetmişlerdir. Hele Allah ve Peygamber’in arasını ayırmak isteyenlerin vaziyeti felâkettir. Cenâb-ı Hak buyurur:

“(Ey insanlar!)

•Allâh’ı ve peygamberlerini inkâr edenler,

•ALLAH İLE PEYGAMBERLERİNİ BİRBİRİNDEN AYIRMAK İSTEYENLER;

‒Bir kısmına îmân ederiz ama bir kısmına inanmayız, diyenler ve

•Bunlar arasında bir yol tutmak isteyenler var ya;

İşte;

•Onlar gerçekten kâfirlerdir.

•Biz de kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır.” (en-Nisâ, 150-151)

Âyetin hükmü:

Allâh’a ve Peygamber’e îman, bir bütündür. Bu bütünü bozan kimse küfre düşer. Samimiyetle inanan kimselerin vazifesi, gerçek bir itaattir. Bu itaat; O’na, kalbin bütün duygularıyla teslîmiyettir:

فَلَا وَرَبِّكَ لَا يُؤْمِنُونَ حَتّٰى يُحَكِّمُوكَ ف۪يمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْۙ ثُمَّ لَا يَجِدُوا ف۪ٓي اَنْفُسِهِمْ حَرَجًا مِمَّا قَضَيْتَ وَيُسَلِّمُوا تَسْل۪يمًا

“Hayır! Rabbine andolsun ki onlar, aralarında çıkan çekişmeli işlerde Sen’i hakem yapıp, sonra da verdiğin hükme, içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslîmiyetle boyun eğmedikçe îmân etmiş olmazlar.” (en-Nisâ, 65)

Hazret-i Peygamber’e böyle bir teslîmiyetle bağlı olmamızın emredilmesi, şundan dolayıdır:

Sünnet, Kitâb’ın hikmetidir.

Âyet-i kerîmede «Kitap ve Hikmet» diye ifade edilen gerçek, «Kur’ân ve Sünnet»i ihtivâ eder:

“Andolsun, Allah, mü’minlere kendi içlerinden;

•Onlara âyetlerini okuyan,

•Onları arıtıp tertemiz yapan,

•Onlara KİTAB ve HİKMETİ öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler.” (Âl-i İmrân, 164)

Demek ki;

Mü’minlik; ancak O’nun diliyle, O’nun hâliyle, O’nun eliyle, O’nun eğitimiyle, O’nun tezkiyesiyle, hâsılı O’nun yaşayışıyla olacak. Âyet, hadis ve sünnetlerle olacak. Gerisi, acıklı bir hüsran.

Her zaman;

Temel ölçü; âyetler, hadisler ve sünnetler:

“Nitekim kendi aranızdan,

•Size âyetlerimizi okuyan,

•Sizi her kötülükten arındıran,

•Size KİTAB ve HİKMETİ öğreten, ayrıca;

•BİLMEDİKLERİNİZİ DE öğreten bir peygamber gönderdik.” (el-Bakara, 151)

O hâlde; Kitabın / Kur’ân’ın yanında bizlere hikmet ve bilmediklerimizi öğretmeyi gerçekleştiren hadîs-i şerifleri, tutup da İslâm’dan çıkarmaya çalışmak, Hazret-i Peygamber’i Mekke’den çıkarmaya çalışanların yaptıklarından başka bir şey değildir.

Çünkü;

Hadisler de, vahiydendir:

وَمَا يَنْطِقُ عَنِ الْهَوٰىۜ ﴿3﴾ اِنْ هُوَ اِلَّا وَحْيٌ يُوحٰىۙ ﴿4﴾

“O, hevâsına göre konuşmaz. O (bildirdikleri) vahyedilenden başkası değildir.” (en-Necm, 3-4)

Zaten;

Kur’ân’ın örneği: Hazret-i Peygamber’in hayatıdır:

لَقَدْ كَانَ لَكُمْ ف۪ي رَسُولِ اللّٰهِ اُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُوا اللّٰهَ وَالْيَوْمَ الْاٰخِرَ وَذَكَرَ اللّٰهَ كَث۪يرًاۜ

“Hiç şüphesiz ki,

•Allâh’ın Rasûlü’nde

‒Sizin için;

‒Allâh’a ve âhiret gününe kavuşmayı isteyen,

‒Allâh’ı çok zikreden kimseler için

•Bir üsve-i hasene / güzel bir örnek vardır.” (el-Ahzâb, 21)

Dolayısıyla;

Hazret-i Peygamber’in emir ve yasaklarına riâyet, farzdır:

وَمَٓا اٰتٰيكُمُ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهٰيكُمْ عَنْهُ فَانْتَهُواۚ وَاتَّقُوا اللّٰهَۜ اِنَّ اللّٰهَ شَد۪يدُ الْعِقَابِۢ

“Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının. Allah’tan korkun. Çünkü Allâh’ın azâbı çetindir.” (el-Haşr, 7)

Bu noktada;

O’na itaat, Allah sevgisinin delili ve af sebebidir:

قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّٰهَ فَاتَّبِعُون۪ي يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْۜ وَاللّٰهُ غَفُورٌ رَح۪يمٌ

“(Ey Rasûlüm!) De ki:

«Eğer Allâh’ı seviyorsanız, bana tâbî olunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah ki, Ğafûr ve Rahîm’dir.»” (Âl-i İmrân, 31)

Elbette;

O’na itaat etmeyen Allâh’a karşı gelmiş olur:

وَاَط۪يعُوا اللّٰهَ وَاَط۪يعُوا الرَّسُولَ وَاحْذَرُواۚ
فَاِنْ تَوَلَّيْتُمْ فَاعْلَمُٓوا اَنَّمَا عَلٰى
رَسُولِنَا الْبَلَاغُ الْمُب۪ينُ

“Allâh’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin ve Allâh’a karşı gelmekten sakının. Şayet yüz çevirirseniz bilmiş olun ki, elçimize düşen sadece apaçık tebliğdir.” (el-Mâide, 92)

O’na karşı;

Her edepsizlik ve muhâlefet, belâdır:

“(Ey müminler!) Peygamber’i, kendi aranızda birbirinizi çağırır gibi çağırmayın. İçinizden, birini siper edinerek sıvışıp gidenleri Allah, elbette bilmektedir. Artık onun emrine muhalefet edenler, başlarına bir belânın gelmesinden veya elem dolu bir azâba uğramaktan sakınsınlar.” (en-Nûr, 63)

Yani;

O’na itaatte asla muhâlefet yoktur:

وَمَنْ يُشَاقِقِ الرَّسُولَ مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُ الْهُدٰى وَيَتَّبِعْ غَيْرَ سَب۪يلِ الْمُؤْمِن۪ينَ نُوَلِّه۪ مَا تَوَلّٰى وَنُصْلِه۪ جَهَنَّمَۜ وَسَٓاءَتْ مَص۪يرًا۟

“(Ey insanlar!)

•Kendisine,

•Doğru yol apaçık belli olduktan sonra,

•Kim;

‒Peygamber’e muhâlefette bulunur ve

‒Mü’minlerin yolundan (ayrılıp)

‒Başka bir yola giderse,

•Biz, onu gittiğine bırakırız,

•Cehenneme sokarız.

•Ne kötü bir gidiştir o!” (en-Nisâ, 115)

Âmennâ:

O’na itaat etmeyenler Allâh’a değil, ancak kendilerine zarar verir:

اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا وَصَدُّوا عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِ وَشَٓاقُّوا الرَّسُولَ مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُمُ الْهُدٰىۙ لَنْ يَضُرُّوا اللّٰهَ شَيْـًٔاۜ وَسَيُحْبِطُ اَعْمَالَهُمْ

“İnkâr edenler, Allah yolundan alıkoyanlar ve kendilerine doğru yol belli olduktan sonra Peygamber’e karşı gelenler, Allâh’a hiçbir zarar veremezler. Allah onların yaptıklarını boşa çıkaracaktır.” (Muhammed, 32)

Âmennâ:

O’na itaat etmeyenler, ne yapsalar nafiledir:

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَط۪يعُوا اللّٰهَ وَاَط۪يعُوا الرَّسُولَ وَلَا تُبْطِلُٓوا اَعْمَالَكُمْ

“Ey îmân edenler! Allâh’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin. Amellerinizi boşa çıkarmayın.” (Muhammed, 33)

Âmennâ:

O’na düşmanlık, insanın bütün değerini sıfırlar:

اِنَّ الَّذ۪ينَ يُحَٓادُّونَ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ كُبِتُوا كَمَا كُبِتَ الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْ وَقَدْ اَنْزَلْنَٓا اٰيَاتٍ بَيِّنَاتٍۜ وَلِلْكَافِر۪ينَ عَذَابٌ مُه۪ينٌۚ

“Allâh’a ve Rasûlü’ne karşı gelenler / O’na düşmanlık edenler, kendilerinden öncekilerin alçaltıldığı gibi alçaltılacaklardır. Biz apaçık âyetler indirmişizdir. Kâfirler için alçaltıcı / küçük düşürücü bir azap vardır.” (el-Mücâdile, 5)

Âmennâ:

O’na aykırılık, en ağır zillettir:

اِنَّ الَّذ۪ينَ يُحَٓادُّونَ اللّٰهَ وَرَسُولَهُٓ
اُو۬لٰٓئِكَ فِي الْاَذَلّ۪ينَ

“Allâh’a ve peygamberine düşman olanlar / aykırılık edenler var ya, işte onlar, en aşağı kimselerin / en zelil olanların arasındadırlar.” (el-Mücâdile, 20)

Âmennâ:

O’na muhâlefet edenlerin âkıbeti çok kötü olacaktır:

“Allâh’ın Rasûlü’ne muhalefet etmek için geri kalanlar (sefere çıkmayıp) oturmaları ile sevindiler; malları ve canlarıyla Allah yolunda cihâd etmeyi çirkin gördüler; «‒Bu sıcakta sefere çıkmayın!» dediler. De ki: «‒Cehennem ateşi daha sıcaktır!» Keşke anlasalardı!” (et-Tevbe, 81)

Âmennâ:

O’ndan önce kendi canını düşünüp O’ndan geri kalmak, mü’min işi değil:

مَا كَانَ لِاَهْلِ الْمَد۪ينَةِ وَمَنْ حَوْلَهُمْ مِنَ الْاَعْرَابِ اَنْ يَتَخَلَّفُوا عَنْ رَسُولِ اللّٰهِ وَلَا يَرْغَبُوا بِاَنْفُسِهِمْ عَنْ نَفْسِه۪ۜ

“Medine halkı ve onların çevresinde bulunan bedevîlere, Allâh’ın Rasûlü’nden geri kalmak, kendi canlarını onun canından üstün tutmak yaraşmaz.” (et-Tevbe, 120)

O hâlde; daima uyanık, O’na âşık ve şuurlu olmak gerek.

Yoksa; O’nun düşmanları, yaldızlı lâflarla aldatırlar:

“İşte bu şekilde biz her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. Bunlar, aldatmak için birbirlerine yaldızlı laflar fısıldarlar. Rabbin dileseydi, bunu yapamazlardı. O hâlde, onları iftiralarıyla baş başa bırak.” (el-En’am, 112)

Allah korusun;

Kötülüklere ve suçlara bulaşmak, insanı O’na düşman yapar:

وَكَذٰلِكَ جَعَلْنَا لِكُلِّ نَبِيٍّ عَدُوًّا مِنَ الْمُجْرِم۪ينَۜ وَكَفٰى بِرَبِّكَ هَادِيًا وَنَص۪يرًا

“(Rasûlüm!) İşte biz bu şekilde her peygamber için suçlulardan düşmanlar peydâ ettik. Hidâyet verici ve yardımcı olarak Rabbin yeter.” (el-Furkān, 31)

Âmennâ;

O’nu kendimize uydurmaya çalışmak, bizi hüsrana uğratır:

“Bilin ki, içinizde Allâh’ın Rasûlü vardır. Şayet o, birçok işlerde size uysaydı, sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah size îmânı sevdirmiş ve onu gönüllerinize sindirmiştir. Küfrü, fıskı ve isyanı da size çirkin göstermiştir. İşte doğru yolda olanlar bunlardır.” (el-Hucurât, 7)

Âmennâ;

O’na münafık şahâdeti, yalancılık ve düşmanlıktır:

اِذَا جَٓاءَكَ الْمُنَافِقُونَ قَالُوا نَشْهَدُ اِنَّكَ لَرَسُولُ اللّٰهِۢ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ اِنَّكَ لَرَسُولُهُۜ وَاللّٰهُ يَشْهَدُ اِنَّ الْمُنَافِق۪ينَ لَكَاذِبُونَۚ

“Münafıklar Sana geldiklerinde; «Şâhitlik ederiz ki, Sen elbette Allâh’ın Rasûlü’sün!» derler. Allah da biliyor, şüphe yok, Sen O’nun elbette Rasûlü’sün. (Fakat) Allah, (şuna da) şahitlik ediyor: Hiç şüphesiz ki, münafıklar kesinlikle yalancıdırlar. (Sana şahadetleri yalandır.)” (el-Münâfikun, 1)

“Onlar; «Allah Rasûlü’nün yanında bulunanlara bir şey vermeyin ki dağılıp gitsinler!» diyenlerdir. Hâlbuki göklerin ve yerin hazineleri Allâh’ındır. Fakat münafıklar (bunu) anlamazlar.” (el-Münâfikun, 7)

Allah korusun;

Nifâka bulaşanlar, iyilik yapıyoruz maskesi altında yeminler ederler de ne yazık ki, O’na karşı savaşırlar:

“Bir de zararlı faaliyetlerde bulunmak, küfre yardım etmek, mü’minler arasına ayrılık sokmak için ve öteden beri Allah ve Rasûlü’ne karşı savaşanlara üs olsun diye bir mescid yapanlar vardır. Bunlar; «Bizim iyilikten başka hiçbir kasdımız yok!» diye de mutlaka yemin ederler. Ama Allah şahitlik eder ki bunlar mutlaka yalancıdırlar.” (et-Tevbe, 107)

Bu bakımdan;

Şu itaat, îmandır:

قُلْ اَط۪يعُوا اللّٰهَ وَالرَّسُولَۚ
فَاِنْ تَوَلَّوْا فَاِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ الْكَافِر۪ينَ

“De ki: «Allâh’a ve Peygamber’e itaat edin!» Eğer yüz çevirirlerse şüphe yok ki Allah kâfirleri sevmez.” (Âl-i İmrân, 32)

Âmennâ;

O, ancak itaat edilsin diye gönderildi:

وَمَٓا اَرْسَلْنَا مِنْ رَسُولٍ اِلَّا لِيُطَاعَ بِاِذْنِ اللّٰهِۜ

“Biz her bir peygamberi ancak kendisine itaat edilsin diye Allâh’ın izniyle gönderdik.” (en-Nisâ, 64)

Âmennâ;

O’na itaat, Allâh’a itaattir:

مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَۚ
وَمَنْ تَوَلّٰى فَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ عَلَيْهِمْ حَف۪يظًاۜ

“Kim Peygamber’e itaat ederse, Allâh’a itaat etmiş olur. Kim yüz çevirirse, (bilsin ki) biz Sen’i onlara bekçi göndermedik.” (en-Nisâ, 80)

Âmennâ;

O’nu incitmek, azâba ve lânete dûçâr eder:

وَالَّذ۪ينَ يُؤْذُونَ رَسُولَ اللّٰهِ لَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ

“…Allâh’ın Rasûlü’nü inciten kimselere, kesinlikle elem dolu bir azap vardır.” (et-Tevbe, 61)

“Şunlar, hiç şüphesiz ki Allah ve Rasûlü’nü incitiyorlar; işte Allah, onları dünyada ve âhirette lânetledi ve onlar için horlayıcı bir azap hazırladı.” (el-Ahzâb, 57)

Âmennâ;

O, canımızdan daha değerli:

اَلنَّبِيُّ اَوْلٰى بِالْمُؤْمِن۪ينَ مِنْ اَنْفُسِهِمْ
وَاَزْوَاجُهُٓ اُمَّهَاتُهُمْۜ

“Peygamber, mü’minlere kendi canlarından daha önce gelir. O’nun hanımları da, mü’minlerin anneleridir.” (el-Ahzâb, 6)

Âmennâ;

Başka bir tercih hakkı yok:

“Allah ve Rasûlü bir iş hakkında hüküm verdikleri zaman, inanmış bir erkek ve inanmış bir kadın için o işte kendi isteklerine göre tercih kullanma hakları yoktur.

Her kim Allah ve Rasûlü’ne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (el-Ahzâb, 36)

Âmennâ;

Hazret-i Peygamber’den ancak münafıklar uzaklaşır:

“Onlara: Allâh’ın indirdiğine (Kitab’a) ve Rasûl’e (hadis ve sünnete) gelin (meseleleri bu şekilde çözelim), denildiği zaman, münafıkların Sen’den büsbütün uzaklaştıklarını görürsün.” (en-Nisâ, 61)

İşte; İtaat etmeyenlerin acıklı keşkeleri:

يَوْمَ تُقَلَّبُ وُجُوهُهُمْ فِي النَّارِ يَقُولُونَ
يَا لَيْتَنَٓا اَطَعْنَا اللّٰهَ وَاَطَعْنَا الرَّسُولَا

“Yüzlerinin ateşte bir yandan bir yana döndürüleceği gün;

«‒Keşke Allâh’a itaat etseydik ve itaat edeydik Rasûl’e…» diyecekler.” (el-Ahzâb, 66)

“O gün zalim kimse, (çaresizlik içinde) ellerini ısırıp şöyle diyecektir:

«‒Keşke, ben de Peygamber’le beraber aynı yolu tutsaydım!»” (el-Furkān, 27)

يَوْمَئِذٍ يَوَدُّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا وَعَصَوُا
الرَّسُولَ لَوْ تُسَوّٰى بِهِمُ الْاَرْضُۜ
وَلَا يَكْتُمُونَ اللّٰهَ حَد۪يثًا۟

“Küfür yoluna sapıp Peygamber’i dinlemeyenler, o gün (kıyâmet günü) yer yarılıp içine girmiş olmayı isterler ve Allah’tan hiçbir söz gizleyemezler.” (en-Nisâ, 42)

Âmennâ;

Yegâne çare: Îman, itaat ve şahitlik:

“Rabbimiz! Sen’in indirdiğine îmân ettik ve Peygamber’e de tâbî olduk. Bizi şahitlik edenlerden yaz.” (Âl-i İmrân, 53)

Âmennâ;

Kurtuluş reçetesi: O’na îman, hürmet, yardım ve nûruna uymak:

“…

•O’na îmân edenler,

•O’na hürmet gösterenler,

•O’na yardım edenler ve

•O’na indirilen Nûr’a uyanlar var ya, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (el-A‘râf, 157)

Âmennâ;

Mükâfat, iki kat:

وَمَنْ يَقْنُتْ مِنْكُنَّ لِلّٰهِ وَرَسُولِه۪ وَتَعْمَلْ صَالِحًا نُؤْتِهَٓا اَجْرَهَا مَرَّتَيْنِۙ وَاَعْتَدْنَا لَهَا رِزْقًا كَر۪يمًا

“İçinizden kim Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat eder ve sâlih bir amel işlerse, ona mükâfatını iki kat veririz. Biz, ona bereketli bir rızık hazırlamışızdır.” (el-Ahzâb, 31)

Âmennâ;

Kurtuluş ve başarı, yine O’na itaatte:

وَمَنْ يُطِعِ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ فَقَدْ فَازَ فَوْزًا عَظ۪يمًا

“Kim Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat ederse, muhakkak büyük bir başarıya / kurtuluşa ulaşmıştır.” (el-Ahzâb, 71)

Yâ Rab!

Nasîb et!

Âmîn…